Daha önce de yazmıştım.
Geliniz bir kez daha tarihe bakalım ve bilgilerimizi yineleyelim.
Bilindiği üzere, tarihte insanları dehşete düşüren iki şiddet olayı sürekli dile getirilmiştir.
Bunlardan birincisi, tarihin hiç bağışlamadığı kaba şiddetin en tiksindirici, en iğrenç, en çok lanetlenmiş örneklerinden biridir. Çünkü bu şiddetin içinde iktidara göz dikme ve kin vardır: Hz. Hüseyin’in öldürülmesi.
Bu yüzden muharrem ayı, Müslümanlar için hicrî takvimi ve orucu başlatarak açların çektikleri acıları, yoksunlukları simgeleyen ve de Emevi diktasına direnen Hz. Muhammet’in torunu Hz. Hüseyin’in Kerbelâ'da şehit edildiği aydır.
On dört yüzyıldan bu yana her yıl, anımsanan ve yası tutulan bu olayı İslam dünyası hiç unutmamıştır.
Unutamaz da.
Çünkü bu olay, sıradan bir şiddet olayı değildir. Haşim ve Umeyye (Emevi) aileleri arasındaki iktidar yarışının, Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye ile Hz. Ali, Hz. Ali’nin oğulları ile Muaviye’nin oğlu Yezid’in savaşlarının sonucudur. Hileli Sıffin Savaşında Yezid, önce Hz. Hasan’ı zehirlemiş; daha sonra da egemenliğini reddeden ve susuz kalan Hz. Hüseyin’i, aralarında bebeklerin de bulunduğu 72 kişiyle birlikte 10 Muharrem 61 (10.10.680) tarihinde öldürtmüştür. Katil Yezid’in komutanlarından Şimr de, Hz. Hüseyin’in kesik başını bir tepsi içinde Şam’daki sarayında Yezid’e sunmuş ve bu kesik baş, Şam sokaklarında gün boyu dolaştırılmıştır.
İslam tarihi ise, elbette bu olayı ne unutabilmiş, ne de bağışlayabilmiştir. Bu yüzden Hz. Hüseyin’in kuşatıldığı ve öldürüldüğü tarihler arasında yas tutulur, sevabı ve günahı olmayan, sadece ağıt sayılan Muharrem orucu tutulur, asla kurban kesilmez, et yenmez, canlılara hiç eziyet edilmez, hiç kimse incitilmez, dedikodu bile yapılmaz, yapılamaz.
O günlerde şiddetin her türlüsünün reddi anlamında hiçbir hayvansal ürün içermeyen bir tatlı yapılır ve dağıtılır, o kadar: Aşure.
Tarihin hiç bağışlamadığı ikinci olay ise, kanımca 26.4.1937 tarihinde İspanya’nın Bask bölgesinde on bin kadar insanın yaşadığı Guernica kentinin Franco yanlısı Faşist Almanya’nın uçaklarıyla ve bombalarıyla üç saat içinde yok edilmesidir. Bilindiği üzere bu olayın anlamını Picasso (1881-1972), Cumhuriyetçi İspanya hükümetinin isteği üzerine, bir hafta geçmeden ünlü Guernica resmiyle bütün dünyaya duyurmuş, bu resim, önce Paris’te dünya fuarında sergilenmiş; daha sonra da bütün savaş suçlularını canlandıran bir simge olmuştur. Pablo Picasso’nun sözleriyle “Gerçeği anlamamıza yarayan büyük yalan” diye adlandırılan sanat, dolayısıyla bu tablo, Paris’in işgali sırasında bir Alman Gestapo subayının “Bu resmi sen mi yaptın?” diye sorması üzerine Picasso’nun çok anlamlı ve de çok düşündürücü yanıtı, iletisi ile birlikte tarihe kazınmıştır: “Hayır, sizler yaptınız.”
Bu noktada da kalmamıştır Guernica. Aynı yıl David Alfaro Siqueiros’ça (1896-1974) yapılan “Bir Çığlığın Yankısı” resmiyle bir bakıma iletisini ve işlevini sürdürmüştür (Berger, John, [Salman, Yurdanur / Sökmen, Müge Gürsoy], Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı, İstanbul, 2022, s. 178-185).
Guernica, Pablo Picasso (1937)
Ben bir hukukçuyum.
Benim açımdan ülkemizde yaşanan ve hepimizin hukuk açısından alınyazısını kökten değiştiren en yıkıcı olay ise, 2017 tarihli halk oylamasıdır.
Çünkü Türk demokrasi tarihi, bu en yanlış, en üzücü ve de en utandırıcı, üstelik de görünüşte hukuka uygun, ancak gerçekte kesinlikle hukuk dışı kararla toplumumuzun ve demokratik anlayışımızın yaşadığı bir şiddettir. Çünkü yaşanan bu olayla birlikte Türk demokrasisi olağan evriminden, hukuksal yörüngesinden çıkmış; sonu belirsiz bir karanlık döneme girmiştir.
Evet. Siyaset ve savaş tarihinde Hz. Hüseyin’in, çocuklarının, yandaşlarının öldürülmesi, Guernica’nın bombalanması ne ise, 2017 oylaması da, hukuk kılıfı içinde o denli ağır, hukuku yıkıp yok eden, bağışlanamaz nitelikte yanlış yorum ve uygulamanın hukuka bir saldırısı, bir hukuk yanılgısı, yenilgisidir. Ancak geçersizdir. Çünkü bu oylamanın Yüksek Seçim Kurulunca meşru ilan edildiği gün, İtalyan Tarihçisi ve düşünürü Giuseppe Ferrari’nin (1811-1876), “Sitenin / devletin görünmeyen barış meleği” dediği ve iktidarları ayakta tutan “MEŞRULUK” değeri ne yazık ki o gün yerle bir edilmiştir (Ayrıntılı bilgi için bkz: Selçuk, Sami, Hukuk Dünyasında Doğmayan Halk Oylaması, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2018. Ayrıca bkz. Selçuk, Sami, 16 Nisan 2017 Halk Oylamasına İlişkin Bilimsel Görüş, CHP Bilim, Yönetim, Kültür Platformu Başkanlığı, Ankara, 2017. Bu ikinci yapıt, Türkçenin yanı sıra CHP tarafından Almanca, Fransızca ve İngilizce dillerine de çevrilerek ayrıca bastırılmıştır).
Hem de üstelik ülkenin bağımsız ve yansız olduklarına inanılan yargıçları eliyle!?
Gelelim bugünlere ve hukuka.
Yirmi dört yıl önce yayımlanan bir kitabıma yazdığım 15 Ocak 2001 tarihli “önsöz”de bütün okurların, hukukçuların, yargıçların, savcıların, avukatların dikkatlerini bazı noktaların üzerine çekmek istemiş ve aşağıdaki noktaları dile getirmiştim: “Hukuk, hukukçunun hem Mevlâ’sı, hem de başının belâsıdır. Hele bir de karar veren biri, sözgelimi yargıçsanız, o sizi durmadan izler, yatağınıza kadar sokulur ve uykunuzdan eder.”
“Karşılaştırmalı hukuk çalışması yapanların derdi ise, daha da büyüktür. Zira “hukuk ile ilgili her araştırma, insanı çoğaltır, çoğalttıkça da coşturur. Önce mutlusunuzdur. Ancak uygulamaya eğilince o coşkulu mutluluk, yerini çoğu kez karamsarlığa, hatta umutsuzluğa bırakır.”
“Bu yüzden en az kırk (şimdilerde altmış yedi) yıl ‘hukuk öğretisi ve uygulaması’yla iç içe yaşamış birinin elbette diyeceği çok şey vardır.”
“Topluma ve gelecek kuşaklara karşı duyduğu sorumluluğun gereğidir, bu.”
“Bu konuda ben kendimi hiçbir zaman asla hiç gizlemedim.”
“Daha önce de yazdım ve söyledim. Yanlışlıklar, kıdem kazanınca doğruya dönüşmez. Olsa olsa katılaşıp müzminleşir.”
“Sözgelimi, Türk hukuk uygulaması açısından dilimizin ucuna geliveren şu temel sorulara yanıt vermek hiç de kolay değildir: Neden bizim ülkemizde yargılama evresinin yanlış sözcükle duruşma, Batı hukukundaki adı ve doğru terimle “TARTIŞMA” (débat, discussion, dibattito, discussione) aşaması, hukuksal yörüngesinden saparak karşılıklı durmaya ve bir tutanak fetişizmine dönüşmüştür!?”
Evet, neden Sayın Türk hukukçuları, evet, neden?
“Suç hukukunda suç, failin eylemiyle başlar, işlenir ve biter. Kural budur. Oysa Türk yargılamasına göre, sözgelimi, bir zamanlar karşılıksız çek keşidesi suçu, hamilin (mağdurun) davranışıyla bitmekteydi. Bu yüzden, suçun bittiği an ile işlendiği yeri, dolayısıyla bunlara bağlı olarak birçok sorunu, bu arada yetkili mahkeme konusu da yanlış belirlenmişti. Ancak bununla da kalınmamıştı. Benzer konularda dünya ile inatlaşmayı bugün de sürdürmekteyiz. Peki, öyleyse hangi kavram(lar)ı neden yanlış algıladık? ‘Kasıt’ (yönelim) gibi teknik bir hukuk kavramını, niçin çoğu kez amaç, güdü, niyet ile karıştırıyoruz, bunları yazarken bile, kast diyerek yanlış söylüyor, Türk Ceza Yasası’nda, dilbilgisinin ağız ağzı, burun burnu vb. gibi ayrıklı “hecede ses düşmesi” kuralını (Gencan, Tahir Nejat, Dilbilgisi, Ankara, 1971, s. 38) bile çiğneyerek ‘kasıt’ yerine ‘kast’ (m. 21) diye yazıyoruz?” (Selçuk, Sami, Doğru Dil İle Türk Ceza Yasası, Genel Hükümler, Ankara, 2023, s.125-129).
“Varlığı saçma, ancak o dönemde suç olarak düzenlenen ‘kızlık bozma’ suçunun (1926 tarih ve 765 sayılı T. Ceza Yasası, m. 423) maddi konusunu niçin insan yerine ‘zar’a indirgeyerek, evlenmeden önce cinsel ilişkide bulunmamış, kısaca dokunulmamış olmayı koruyacak yerde, bir zar parçası üzerinde yoğunlaşarak, ilişki sonucu bu zar bozulmamışsa, güldürü yapıtlarına konu olacak biçimde, suçun işlenmesi için çocuğun doğal yoldan doğumunu ve doğan çocuğun zarı yırtmasını beklemişiz? Böylece sezaryen yoluyla doğum yapılmak zorunda kalındığında mağdureleri korumasız bırakmış, asıl suçluyu da kurtarmışız?”
“Peki neden?”
“Sokrates davasının yargıçları bile, önlerine gelen sorunları 24 yüzyıl önce bugünün batılı yargıçları gibi oyladıkları halde, neden bizler hâlâ başka türlü, daha doğrusu yanlış yapıyoruz bu oylamaları?” (Ayrıca bkz. Selçuk, Sami, Suç Yargılama Sürecinde Duruşma ve Görüşme / Oylama, 2024).
“Neyi iyi algılamadık da, temyiz yolu, dünyada örneği görülmemiş bir biçimde başkalaşıma uğramış? Üstelik Avrupa İnsan Hakları Komisyonunun 1997 Şubatındaki kararına karşın bu durumu sürdürmekte niçin direniyoruz?” (Selçuk, Sami, Suç Hukuku Dogmatiği ve / ya Grameri, V. Kitap, Suç Yargılama Süreci Hukuku, Ankara, 2022, s. 641-695)
“Batı hukukuyla karşılaştırıldığında, neden Türk hukuku katılaşmaya / ankiloza uğramış, niçin patinaj yapıyor, aldığımız batılı yasalara karşın, neden hukuk uygulamamız, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına kolaylıkla uyarlanamıyor?”
“Çoğu maddi olayların sübutuyla ilgili ve yanlış örnek olan komprime / hazır içtihatların gevşetici rahatlığıyla, zamanı yiyip tüketen tekdüzeliğin onarılamaz savurganlığıyla, yer yer birbirlerini çürüten asimetrik olay içtihatlarıyla yaşanan kısa devreler, hukukumuzun sık sık sürçtüğünü çarpıcı biçimde bizlere göstermiyor mu?”
Neden bunun ayrımında değiliz?
“Sokaktaki insan ve biz hukukçular, her gün yargılamadan ve hukukun eylemli bir yansıması olup üzerinde bir sinek lekesi bile bulunmaması gereken mahkemelerimizden, adaletten, neredeyse yüzyıllardır niçin yakınıp durmaktayız?”
“Çoğunluk kuralı, uyuşmazlığı sona erdiren bir çare, daha doğrusu çaresizliğin çaresi iken, çoğunluğun kararını neden gerçeğin dokunulamaz dili sanmışız?”
“Neden uygitsinci olmayı olağanlaştırmışız? Neden eski görüşleri gözden geçirmeyi âdeta bir namus sorunu yapmaktayız?”
“‘Öğreti başka ve uygulama başka’ saplantısı ve yelpazesiyle, bilimden ve kendimizden kaçıp avunurken, hukukun yanlış yöne ve kimileyin boşa dönen dişlileri, yaklaşık yüz yıldır yapılan onca incelemeye karşın, Karamanlı Kâmi’nin deyişiyle ‘Gülü gûş ettiremez, boş yere bülbül inler / Varak-ı mihr ü vefayı kim okur, kim dinler’ havasıyla neden hiç fark edilmemiştir?”
“Aynı ‘önsöz’de bir çırpıda akla gelen bu türden sorulara da aşağıdaki yanıtlar verilmiş:
“Demek, parçalar yerinde değil. Öyleyse geliniz, bütün bunların nedenlerini hep birlikte düşünelim ve araştıralım: Her şeyden önce itiraf edelim ki, hukuk devriminin başlangıcında önemli bir yöntem yanılgısına düşülmüştür. Batıdan dönemin en iyi yasaları alınmasına karşın, uygulamacılar, Batı hukukuyla -evet yasalarıyla değil- ilgileri bulunmayan, yabancı dil bilmedikleri için ilgi kuramayan yargıçlardır. Onların ellerinde aslında çoğu yanlışlarla dolu çeviri yasalar dışında yeterli gereçler yoktur. Bu yüzden, Cumhuriyetin başlarında kotarılmış, ancak birçok kavram yanılgılarıyla dolu bulunan içtihatlar, bugünlerde bile etkilerini sürdürmektedir.”
“Buna karşılık 1990 yılından sonra özgürlükçü demokrasiyi benimsemiş ülkelerde, sözgelimi Bulgaristan’da yargıçlar, sınavdan geçmişler, kazananlar görevlerini sürdürmüşlerdir. Doğu Almanya, Batı Almanya ile birleşince, Doğu Almanya’daki yargıçlar emekli edilmişler, isteyenlerin demokratik hukuk öğrenimi gördükten sonra yargıçlığa dönebilecekleri belirtilmiştir.”
“Bunların yanı sıra, bir suç (ceza) hukukçusu olarak vurgulamak gerekir ki, kanımızca Türk suç hukuku uygulaması, olumsuz üçlü bir çapraz ateş altındadır.”
“Birincisi, yukarıda değinilen eski içtihatlardır.
“İkincisi, ‘Majno Şerhi’ gibi, Cumhuriyet’in başında ivediyle yapılan çevirilerdir. Çünkü sözgelimi bu şerh, çeviri yanlışlarıyla doludur. Unutulmamalıdır ki, her çeviri aslında yara almış bir kitaptır. Bundan başka, söz konusu kitabı çevirenler, aslında hukukçu değildirler. Dahası hukuka uymayan, üstelik özet bir çeviridir, bu kitap. İşte günümüz İtalya’sında artık adı sanı duyulmayan bu hukukçunun söz konusu kitabı, kaynak yoksunluğu nedeniyle Türk suç hukuku uygulamasının yıllarca odağında yer almıştır. Öyle ki, kitabın yanlış çevrilen bazı paragrafları bile, ülkemizde içtihat haline dönüşmüştür. Üzülerek belirteyim ki, bugün de bu işlevini bir ölçüde sürdürmektedir. Hem de onca uyarılara karşın ve aslı ile karşılaştırılmaksızın.”
“Üçüncüsü, Kanonik hukuka tepki olarak doğan Fransız suç hukuku, Türk hukuk uygulamasını olumsuz biçimde etkilemiştir. Oysa sözgelimi, Fransız suç hukuku ile İtalyan suç hukukunun anlayışları elbette birbirinden önemli ölçüde başkadır. İtalyan hukukuna dayanan suç hukukumuz, Fransız kapısından girilerek yorumlanmış ve uygulanmış; dolayısıyla anlayışların çatışması ve bazı iğretiliklerin yaşanması kaçınılmaz olmuştur. Nitekim hukukumuzda yaşanan yoğunluk düşüklüğünün nedenlerinden biri de, aslında budur.”
“Böylelikle uygulama, ister istemez bu üçlü ve olumsuz ateşin etkisi altında kalmış, yığınakta yapılan yanlışlıklar, bir izdüşüme dönüşmüş, sorunlar yoğunlaşıp yumaklaşmış; kısaca hukuk, çözüm aracı olmaktan çıkmış, büyük ölçüde sorunsallaşmıştır.”
“Bunun sonucunda da Atatürk’ün, ‘Cumhuriyetin yaptırımı olacak bu büyük kurumun açılışında duyduğum mutluluğu, hiçbir girişimde duymadım’ diyerek Ankara Adliye Hukuk Mektebini açarken, ‘ESKİ HUKUKUN KÖKLERİNİ KAZIYARAK YEPYENİ BİR HUKUK YARATMA’ ve ‘İHTİLALİN DE ÖTESİNE GEÇEN ‘DEVRİM (İNKILAB)’ yapma ülküsünü yaşama geçirmek şöyle dursun, karşılaştırmalı hukuk turnusolünün ortaya koyduğu üzere, uygulama ne doğulu, ne batılı olmuş, kanımca deyim yerindeyse, ülkemizde kimliği belirsiz bir hukuk boy vermiştir.
“Evet. Günümüzde Türk hukukunun kimliği belirsizdir. Ne batılıdır, ne de doğuludur?”
Ancak “unutmayalım ki, hukukta yapılan her yanlışlık, patlamaya hazır birer kraterdir.”
Bu nedenlerle karşılaştırmalı hukukta ve başka bilim dallarında vb. özgün ve akılcı arayış yöntemiyle (metot) araştırma yapma, yolunda yürüme biçimiyle (cheminement) (Bergel, Jean-Louis, Méthodologie juridique, Paris, 2001, s. 17) de küresel bir ün kazanan büyük Fransız hukukçusu ve düşünürü Marc Ancel’in sık sık anımsatılması gereken şu yargısı, hepimizi çok, ama çok düşündürmeli, hatta çok kaygılandırmalıdır: ‘Zanardelli (kaynak) Yasası, Türk uygulamasında, önemli yozlaşmalara uğramıştır’ (L’intéret et nécessité nouvelle de la recherche pénaliste comparative, Melanges en l’honneur du Doyen Pierre Bouzat, Paris, 1980, s. 10).”
“Evet, geliniz, bütün bu görüşlere ilkin kızmaktan vazgeçelim. Sonra da tam tersine, bu çarpıklıkların ve de uyarıların üzerlerinde uzun uzun düşünelim. Aslında kızmaya elbette hakkımız yok. Eleştiriye kızmak, içgüdüseldir, beyinsel ve akılcı değildir, insana yakışmaz. Eleştiri karşısında takınılacak tek tutum, ‘eleştiri doğru mu, değil mi’ diye sormaktır.”
“Üstelik bütün bunlar doğruysa, o zaman yapacağımız çok şey var demektir.”
“Önce bizim kuşağın bu hukuk uygulamasını gelecek kuşaklara aktarma hakkına sahip olmadığını düşünerek, Atatürkçü görüş ve ‘tabula rasa’ yöntemiyle, karşılaştırmalı hukuka başvurarak, başarılı kazanımlar ayıklanıp korunmalı, yanlışlıklar tez elden düzeltilmelidir.”
“İkincisi, ‘bilim dili, sağlam dildir’ (Condillac). Hukuk dili ise, bir ortak üst dildir. Eğer bir ortak üst dil yok ise, kuşkusuz herkes kendine göre bir hukuk yaratacak demektir. Bu ise, elbette hukuk çokluğu, dahası kargaşa demektir”.
“Öte yandan unutmayalım ki, küresel kavramlar üzerinde sadece yararlanma hakkımız vardır, asla mülkiyet hakkımız yoktur. Olamaz da. Çünkü onları özlerinden koparamayız. Bu nedenle küresellikle bütünleşen ortak hukuk sözlüğümüzü bir an önce kotarmalıyız.”
“Şunu da asla unutmamalıyız. Ana dilinizde ne denli çok sözcük varsa, dil dünyanız da o denli zengindir. Bu açıdan liseyi bitiren bir ABD’li öğrenci 72.000 sözcükle karşılaşmaktadır. Buna karşılık aynı düzeydeki Türk öğrencinin karşılaştığı sözcük sayısı sadece 5.700’dür”.
“Yani ABD’li öğrencinin on ikide biri.”
“Özetle yarış, daha başlamadan bitmiştir.”
Bu açığı kapatmak zorundayız. Kapatamazsak bütün bilimlerde, özellikle de hukuk gibi kültür bilimlerinde çağcıl bilim dünyasına asla giremeyiz.
“İnsanlık, bir küreselleşme (globalisation, globalization, globalizzazione, globalización) olgusu yaşamaktadır. Küreselleşme yeni bir kavramdır. Sözgelimi, Fransızcaya 1965’te girmiş ve girer girmez de bilgi akışı hızlanmıştır. Türkiye, Avrupa Birliği’ne girme iddiasında olan bir ülkedir. Birliğin uyarılarını beklememeli, önceden davranmalı, Türk hukukuna ‘tasarlayarak’ (taammüden) saldıran bütün engeller aşılmalıdır.”
“‘Bilgi üretme ve tüketme çağında yaşıyoruz’ (Garaudy). Bu üretime kesinlikle katkıda bulunmalıyız. Bulunmalıyız ki, tüketme doğru olsun, sesimiz de bütün dünyada duyulsun.”
“Hukuk devriminin bildirisinin söylemde kalmasını değil, eyleme dönüşmesini; Batı hukukunun kıyısında değil, soluklu odağında, yüreğinde yer almasını ve çağla aynı dalga boyunu yakalamasını; tarihe maruz kalmasını değil, tarih yapmasını ve yazmasını; derin hukukun yürek vuruşlarını karar ve içtihatlarımızın her sözcüğünde duyurmayı; toplumun sağlıksız dokusunu iyileştirmeyi; aylarca, hatta yıllarca süren yargılama yüzünden umudunu mafyaya bağlamış adaleti yenmeyi; zamanın değerleriyle ve ruhuyla denk düşmeyi istiyorsak, her şeyi yeni baştan gözden geçirmek zorundayız.”
“Elbette uzun soluklu ve soylu bir kavgadır, bu.”
Ancak onca yıl sonra geriye dönüp baktığımızda, bu soylu kavganın ortasında yaşamanın zaman zaman üzücü ve kahredici, ancak az da olsa umutlandırıcı odağında yer aldığımı sanmakta, hatta bu yaşta bile yaşamaktayım.
Elbette ben, umudumu hiç yitirmedim. Zira biliyorum ki, “Gerçek, kolay kolay üstün gelmez. Ama zamanla gerçeğe saldıranların soyları tükenir.” (Max Flanck).
Evet, o dönemlerde de şu soruyu sık sık sormuşumdur, kendime: “Acaba yaşanan olgular, Batıdan kopmanın, yönünü yitirmenin, aile içi hastalıklarının yaşandığını mı kanıtlamaktadır?”
Bu sorunun yanıtı, elbette dün de, bugün de “evet”tir.
Bunun temel nedenini de şöyle açıklamıştım o dönemlerde: “Metodik kuşku sürdükçe tartışma ve eleştiri de sürecektir. Oyçokluğuyla tartışma bitseydi, çoğunluk, haklılığın ölçütü olurdu. Oysa her türden ve de özellikle bilimsel etkinlikte ‘çoğunluk haklıdır’ diye bir kural hiçbir zaman olmamıştır. Olamaz da. Nitekim Montaigne’in denemelerinde adı sıkça geçen Romalı taşlama ozanı Decimo Giunio Giovenale’nin (Decimus Junius Juvenalis, MS 55-140) dediği gibi, “Eleştiri, kavgayı bağışlayınca barış güvercini konuk olur. Zira eleştiri, bir görevdir, hak değil.” Üstelik şu ya da bu nedenle görevden kaçmak ise, elbette “yetkiyi saptırma”(abus d’autorité) ya da “yetkiyi kötüyle kullanma”dır.” (TCY, m. 257/1).
“Umudumuz gerçekleşti mi?” sorusunun yanıtı ise, elbette dün gibi yine bugün de “ne yazık ki, hayır”dır.
Kısaca bunları görmenin, insan olarak ben, belirlemenin, yaşamanın acısını günümüzde de çekmekteyim.
İşte o anda da, tıpkı Sabahattin Ali gibi: “Beni en güzel günümde / Sebepsiz bir keder alır. Bütün ömrümün beynimde / Acı bir tortusu kalır.”
Nitekim de kalmaktadır
Öyleyse, lütfen kendimize gelelim.
Çünkü böyle bir düzen, devlet, bırakınız “hukukun üstünlüğüne dayanan devlet” olmayı, aslında artık sıradan bir “hukuk devleti” bile değildir.
Unutmayınız ki, Anayasa’nn değiştirilmesi yasak maddelerinden biri şudur: “Türkiye Cumhuriyeti (…), demokratik, laik, (ve) sosyal bir hukuk devletidir.” (m. 2).
Ancak araştırınız. Göreceksiniz ki, bu dört nitelikten hiçbiri, hiçbir dönemde yaşama geçirilmiş değildir.
Bu yüzden Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, sürekli bu uyarıyı bizlere yapmaktadır. Nitekim insan haklarını çiğnemede sürekli birinciyiz. Neredeyse nüfusu iki katımız olan Rusya’nın iki katını geçmişiz.
Bütün bunlara karşılık en sorumlu kişiler bile, “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, ne derse desin, tazminatı öder geçeriz” diyerek hukuka meydan okumakta, efelenmektedirler.
Hem de bilinçsizce.
Üstelik sorumlu yandaşlarının ve milletin vekillerinin alkışlarıyla.
Çok acı, çok düşündürücü ve çok da utandırıcıdır, bu durum!?
Staj döneminden başlayan gözlemlerime dayanarak ve Yaşar Kemal’in haber gazeteciliğinin başına gelenlerle, Pablo Neruda’nın “Ağır ağır ölür alışkanlığının kölesi olanlar, her gün aynı yoldan yürüyenler, yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenler, giysilerinin rengini (bile) değiştirmeye yeltenmeyenler” dizelerinde belirtildiği üzere hukukumuz, hukuk uygulamasında bilimden uzaklaşan ve “Her gün aynı yolda ağır ağır yürüyenlerin, öykünmenin kölesi olanların, yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenlerin” ellerinde bir oyuna dönüşmüştür.
Bu vesileyle aşağıdaki anımı paylaşmak isterim.
1960 hükümet darbesini, yedek subay öğrencisi ve yedek subay olarak yaşamıştım.
Bu darbe, benim için büyük bir ders ve deneyim olmuştur.
Çünkü o gün Harp Okulu’nun kapısında nöbetçiydim.
Düşürülen iktidarın bütün bakanları ve milletvekilleri bu okula getiriliyorlar ve bilinçsizce dövülüyorlardı.
Gerçekten toplumumuzda yaygın ve kınanası bir alışkanlığa bu darbeyle birlikte tanık olmuştum: Darbeden bir gün önce dışarı çıkmamıza bizlere hakaretler ederek ve de iktidarı savunarak bir dakika dahi izin vermeyenlerin hemen hepsi, darbe olduğu gün ülkeyi kurtaran birer kahraman kesilmiş, düşürülen iktidara sövüyorlardı.
İlk ders, işte buydu: İkiyüzlülüğün sıradanlaşması ve yaygınlaşması.
İkinci ders, darbe öncesi, tir tir titreyenler, darbe sonrası, birer kurtarıcı kesilmişlerdi: Ucuz kahramanlığın sıradanlaşması ve yaygınlaşması.
Üçüncü derse gelince, çok ilginçtir. Zira o dönemde her gün radyolar, “Sanıklar geldiler. Bağlı olmayarak yerlerini aldılar. Açık duruşmaya başlandı” diyerek oturumu açan Başkan Salim Başol’un Yassıada Mahkemesi duruşmalarını veriyordu.
Biz teğmenler, asteğmenler olarak o günlerin birinde Merzifon’dan Amasya’ya gitmiştik.
İlkokul çağı öncesini yaşayan çocuklar, sokakta “mahkemecilik” oynuyor ve Başol’un sözlerini olduğu gibi yineliyorlardı.
Ancak bir terimi yanlış anladıklarından “sanıklar” yerine “sandıklar” diyorlardı.
Evet, görevdeki yargıçlar ile çocuk yargıçlar arasındaki tek başkalık, dikkatinizi çekmek isterim, işte bu “sanıklar” terimi yerine “sandıklar” sözcüğüydü.
Zira öbür sözcükler tıpa tıp aynıydı ve bu durum, sanırım hepimiz, özellikle hukukçular için çok düşündürücüydü ve üçüncü ders de şuydu: Öykünme sonucu yargılama etkinliğinde duruşma aşamasının sıradanlaşması.
Türk uygulamasında günümüzde bile aynı alışkanlık, öncekilere öykünme, ne yazık ve acıdır ki, bütün boyutlarıyla sürmektedir.
Bu yüzden ülkemizde, yineleme pahasına belirtmek gerekir ki, yanlış terimle duruşma, doğru terimle “TARTIŞMA” aşaması, gerçeğin gölgesine bile değil, temel ilkelerinden bütünüyle kopmuş, yerlerde sürünen, bir türlü dik durup ayağa kalkamayan içi, içeriği boş bir çuvala dönüşmüştür.
Böyle duruşmalar sonucu kurulan hükümler ise, elbette adli yanılgılara açıktır.
Unutmayalım ki, her şey karşıtıyla varlık kazanır. Sözgelimi, iddia varsa, elbette savunma da vardır.
Özetle bırakın entelektüel atmosfer içinde entelektüel katkıyı, ülkemizde yargılama etkinliği, zaman zaman ahlaka bile aykırı duruşma anlayışıyla, bu anlayışın ürünü hukuk, hatta ahlak dışı girişimlerle örselenmiş, bizzat hukukçuların çarpık girişimleriyle kaynakları ve varlığı kirletilmiş, bu nedenlerle de kanımca meşruluğu tartışılır duruma gelmiştir.
Bunu en çarpıcı ve sık sık yaşanan örneklerinden biri, sık sık belirtildiği üzere, sözgelimi, gerçek olaylara dayanmayan duruşma yargıçlarına yönelik ret istekleridir.
Bu türden olağan dışı, ayrıksı durumlar, ülkemizde her zaman umur-ı âdiyeden sayılmış, hukuksal ve ahlaksal açılardan üzerlerinde hiç durulmamıştır.
Gerçekten eğer böyle bir istek, sırf davayı uzatmak için yapılıyor, yalanlara dayanıyorsa, her şeyden önce mesleğini hukuk içinde ve Yasa’nın deyişiyle “HUKUKA UYGUN” olarak yürüteceğine ilişkin şerefi üzerine ant içmiş bir avukata bu tutum, elbette hiçbir zaman yakışmaz, yakışmayacaktır da. Çünkü ahlaka aykırı, yalana dayanan bir iftiradır bu; dolayısıyla kesinlikle kovuşturulması gereken bir suçtur (TCY, m. 257).
Ancak ilgili kuruluşlardan, özellikle de barolardan, Barolar Birliği’nden bildiğimizce bu konuda bugüne değin hiç ses çıkmamıştır, çıkmamaktadır.
İşte yaşanan bu gerçekler, bu düş kırıklıkları, kıdemli bir hukukçu olarak beni sürekli düşündürmüş ve çok sarsıp, çok da üzmüştür.
Ve kendime hep şu soruyu sormuşumdur: Acaba bunun nedeni, Arapça “şeref” sözcüğünün, özünde bir ahlak terimi olan bu sözcüğün şiir dili güzel Türkçemizde hiçbir zaman var olmaması mıdır?
Doğrusu bilemiyorum. Ancak sizleri de, özellikle Türk hukukçularını da bu konuda, 10 Temmuzda kutladığımız dünya hukuk gününde öncekilere öykünmeyi bırakıp, bilimsel olarak düşünmeye çağırıyorum.
Bir başka anlatımla, yukarıda değinildiği gibi, insanlarımızı Pablo Neruda’nın “Ağır ağır ölür alışkanlığının kölesi olanlar, her gün aynı yoldan yürüyenler, yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenler, giysilerinin rengini (bile) değiştirmeye yeltenmeyenler”e özenmeyi, onlara öykünmeyi bırakmaya, dolayısıyla öncekilerin öykünmecisi, taklitçisi (mukallit) olmamaya, sorun çözerken bildiklerinden kuşkulanıp birer düşünür (mütefekkir) olmaya çağırıyorum. Dolayısıyla bilgisinden kuşkulanarak bilimsel düşünmeyi, bir kez daha herkese, özellikle de hukukçulara, yargıçlara, savcılara, avukatlara anımsatmayı, hem bir görev, hem de bir ödev biliyorum.
Yaşadığım bir başka düş kırıklığı da, üniversite çıkışlı insanlarımızda bile “demokrasi bilinci”nin eksikliğidir.
Bu eksikliği, çağcıl demokrasiye ağırlık veren 1999 / 2000 yargılama (adli) yılı açış konuşmasından sonra çok somut ve çarpıcı biçimde yaşamıştım.
Gerçekten uygar dünya, “gün ışığında demokrasi”ye (démocratie à ciel ouvert, open-air democracy) doğru koşarken, ülkemiz insanlarının, bu arada hukukçular da dâhil, özellikle yükseköğrenimden geçenlerin bile, inanç ve düşünce özgürlükleri açısından 1930’ların dahi çok gerisine düşmeleri, benim açımdan hem çok acıydı, hem de ağlanası bir durumdu.
Kuşkusuz eğitim ve öğretimimiz açısından ise, hem de çok düşündürücüydü, bu durum.
Üstelik de bu kişilerin hemen hepsi, “Biz öyle bir idare, öyle bir rejim istiyoruz ki, bu ülkede padişahlığa yandaş olanlar bile bir parti kurabilsinler” (Soyak, Hasan Rıza, Atatürk’ten Hatıralar, İstanbul, 2004, s. 61-62) diyen Atatürk’ün kırk yıl değil, günümüzü düşünürsek, altmış beş yıl gerisine düşmüşlerdi.
Zira demokrasi bilincine sahip biri, elbette bir başkasına, “senin bunlara aklın ermez, sen bunları bilemezsin” ya da “ben senden daha iyi düşünürüm, öyleyse düşünmeyi bırak, sadece beni dinle ve dediklerimi yap” deme hakkına dayanarak hiç kimseyi asla küçümseyemez, küçümsememesi gerekir.
Kuşkusuz bunları diyenler, hatta diyebilenler, aslında sadece kendilerinin doğru düşündüklerine inanan, başkalarını ise küçümseyen ve büyüklük hastalığına yakalanmış olan birer bencidirler (megaloman), zavallıdırlar.
Bu kişilerin ise, demokrasinin en sıradan ilkesini, yani eşitlik ilkesini bile bildikleri elbette söylenemez.
Üstelik bunlar, yukarıdaki sözleri söyleyen Atatürk’ü de, aslında hiç, ama hiç anlamamışlardır. Ancak Atatürkçü görüşü tekellerine almakta çok ustadırlar.
İzninizle bu yazımı, bir yanlış Türkçeleştirmeye değinerek sonlandırmak istiyorum: Bu yanlış Türkçeleştirme “YARGITAY” terimidir.
Bilindiği üzere “Danıştay” terimi, Osmanlı Türkçesinde Devlet Şurası (Almanca Staatsrat, Fransızca Conseil d’Etat, İngilizce Council of State, İspanyolca Consejo de Estado, Portekizce Conselho de Estado, İtalyanca Consiglio di Stato) olarak adlandırılmaktadır.
Dikkat edilirse, Anglo-Sakson hukuk terimi dâhil, burada ortak terim, “danışma”dır (conseil, council, consejo, conselho, consiglio). Dolayısıyla Devlet, bir hukuksal işlemi yaparken danışma kurulu olan Danıştay’ın görüşünü almakta; bireyler ise, Devlet’in yaptığı işlemleri yeniden gözden geçirmesi için gerektiğinde bu Kurul’a başvurmaktadır. Bu açıdan böyle bir organa Danışma Kurulu denmesi, kuşkusuz daha doğru olurdu. Ancak “Danıştay” terimine de, bütünüyle karşı çıkmamak gerekir.
“Yargıtay” terimine gelince, bu terim, kuşkusuz Türkçedir. Tek özelliği de budur. Ancak anlam açısından yetersiz, hatta yanlıştır. Çünkü Yargıtay, Danıştay gibi bir danışma kurulu, hatta kurumu değil, her şeyden önce kendine özgü nitelikleri olan bir mahkemedir (Cour, F. ve İn, cour). Tartışılamaz özelliği ise, bütün Kara Avrupası ülkelerinde ve de bu ülkelerin hukukundan esinlenen ülkelerde, denetimini maddi, eylem açısından değil, yalnızca salt hukuk açısından yapan, ilk ya da istinaf mahkemesi kararları doğru ise, temyiz edilen kararı onaylayan değil, temyiz isteğini sadece reddetmekle yetinen bir mahkemedir. Özetle Yargıtay, kararı asla onaylayan bir mahkeme, bir merci değildir. Olamaz da. Zira özü açısından Yargıtay, bir yargılama, özellikle de asla ilk mahkemelerin yaptığı anlamda bir duruşma (tartışma) yapmamaktadır. Dolayısıyla bizim de içinde bulunduğumuz Kara Avrupası hukuk dizgesinde yanlış Türkçeyle bu mahkeme, Yargıtay değil, temyiz isteğini ya reddeden ya da sadece kararı bozan, dolayısıyla sadece bozma kararı verebilen bir mahkemedir. Bu nedenle özellikle Latince ana dilini benimsemiş olan, hatta İngilizce konuşan Batı ülkelerinde bile adı, “bozma mahkemesi”dir (A. Kassationsgerichtshof, F. Cour de Cassation, İ. Corte di Cassazione, İs. Tribunal de Casación, Pr. Tribunal de Cassação).
Bütün bunlar birlikte ele alındığında kanımca “danışma kurulu” olması gereken “danıştay” teriminin doğru, buna karşılık “yargıtay” teriminin kesinlikle yanlış olduğu, doğru terimin Latince diline dayanan Kara Avrupası ülkelerinde görüldüğü üzere “Bozma Mahkemesi” olması gerektiği açıktır.
Bir zamanlar, Kırşehir'in 35 kilometre doğusunda 15 km² alana sahip, denizden 1080 metre yükseklik, 10 km uzunluk ve 5 km genişlikteki 152.200 hektarlık ovada bulanan Seyfe Gölü, aslında doğanın canlılara, özellikle de insanlara unutulamaz bir armağanı, tektonik bir masal gölüydü. Burası aynı zamanda dünyada özellikle kuşakları azalan flamingolar başta olmak üzere çeşitli türden kuşların barındığı ya da konakladığı bir göldü de. Dili geçmiş zaman kullanıyorum. Çünkü bu gölü bizler, evet biz insanlar, günümüzde artık kurutmuş bulunuyoruz. Tıpkı olmazsa olmaz bütün ilkelerinden soyutlayıp kuruttuğumuz tartışma (duruşma) aşaması gibi. Bu yüzden ülkemizdeki bu aşama, artık doğru yargıların (hüküm) değil, tıpkı Seyfe gölü gibi kuru, çorak, kısaca hukuka aykırı yargılamaların kaynağı olup çıkmıştır.
İşte bütün bunları gözeterek daha önce yayımlanan “Ahlak ve Suç Hukuku” kitabımı şöyle bitirmiştim: “Her hukukçu, ahlak ve adaleti dayanan yasa üstü hukuka bağlı olmak zorundadır (…) Roma hukukundan bu yana hukuk ve devlet insan içindir (..) Dolayısıyla “hukuk, ahlaka dayanmak zorundadır.” (Ahlak ve Suç Hukuku, Ankara, 2023, 420, 421).
Elbette bunu yalnızca ben söylemiyorum. Ahlak ve ahlakı destekleyen İslam da böyle söylemektedir: “Tutarlı olmak istiyorsak Kur’an’ı, indiği ortamın ışığında yorumlamalı, görünüşte dinî, mezhebî, siyasal, etnik vb. kaygılarla lafızcı, işine gelen ve parça parça algılayıcı okuma ve yorumlama yöntemlerinden vazgeçmeliyiz. ‘Elçilerimizi açık kanıtlarla gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye yanlarında Kitabı ve mîzânı (hak ve adalet ölçütünü) indirdik’ (Hadîd 57/25) âyetini unutmayalım. Ancak böylelikle âdil ve dürüst birey, toplum ve yönetime ulaşabiliriz. Gerçi ‘şûrâ’, ‘siyaset-i şer‘iyye’ gibi kamu hukukuyla ilgili bazı terimler üretilmiştir, İslam dünyasında da. Fakat fıkıhta ‘şûra, kamu hukuku meselelerinde ortak görüş sağlama; siyaset-i şer‘iyye, kamu otoritesinin özellikle kamu hukuku alanında dinin genel ilkelerine ters düşmeyecek düzenlemeler ve bu çerçevede uygulamalar yapma yetkisi”dir (Çağrıcı, Mustafa, Kur’an’ı Lafızcı Ve Parçacı Anlama, Bunun Günümüze Yansımaları, Karar, 16/07/2025).
Ancak ülkemizde hemen her gün yazılı ve görsel basın, bilindiği üzere, inanılamaz ve şerefleri örseleyici yolsuzluk haberleriyle doludur. Sanki yurdumuzda dünyanın en büyük hırsızları olan erkekler ile yine en büyük hırsızları olan kadınlar, evlenmişler ve birer bebekleri olmuş da, bu bebeklerin sağ ellerinin avuçları kapalıymış. İncitmeden bebeklerin avuçlarını açan ebeler, onların içlerinde kendi yüzüklerini bulmuşlar (Parlak, Mesut, Her Şey Pazara Düştü, Ampul Karardı, Sözcü, 11.8.2025).
İşte bütün bu yolsuzlukların doğru olup olmadığını dedikodulardan arındırılmış yargılamalarla, doğru duruşmalarla sonuçlandırmak zorundayız.