Ne kadar samimi?

Siyasetçi, gözlerini belerte belerte, diyaframı kullanmadan sesi doğrudan ciğerlerden gelen rüzgâra verip titrettiğinde, yüzüne yerleştirdiği masum ve saf ifadede hakikati arayanlar bu soruyu sorarlar. Verilen sözler tutulmadığında, dün söylenenle bugün savunulan pozisyon arasında taban tabana zıtlık olduğunda, düşmanlar ve dostlar habire yer değiştirdiğinde bu soru daha görünür bir haklılık kazanır.

Yanlış ve yanıltıcı bir sorudur bu.

Siyasetçinin samimiyetini ölçemezsiniz, sadece içinde bulunduğu şartlara bakmanız, kafasında dolaşan tilkilerin kuyrukları birbirine değdiği zaman çıkan kısa devre parıltısını görmeniz gerekir. O da kolay görünmez.

“Ne kadar samimi?” sorusu, siyasetçide aradığınız hakikat için bir işaret vermez, sizin de olan biteni çok yanlış bir düzlemde kavramaya çalıştığınızı gösterir. Samimiyet, sözlerle, kavillerle fiiller arasında uyum arayışıdır. Bu soruyu soran duygu dünyasında dolaşır. Hakikatin o dünyada hiç işi olmaz. Bu yüzden, “Ne kadar samimi?” sorusunun yerine siyasetçinin “Bu işten menfaati ne?” sorusunu sorarak, hakikati iktidar rekabetinin yalın çıkar çatışmalarının ya da siyasetin acı gerçeklerinin arasında aramanız gerekir.

Vardığınız sonuç, bu rekabetin dayandığı gerçeklerle uyumlu ise işte o zaman samimiyet testiniz işe yaramaya başlar.

“Milletin Projesi”

Erdoğan’ın süreci “milletin projesi” olarak sahiplenmesi üzerine, samimiyet testine müracaat edenler oldu. Kullandığı kucaklayıcı cümleleri, kararlı ve ısrarlı vurguları ve ses tonunu bu test için yeterli bulanlar mutlaka olmuştur. Yanılmamak için iki taraflı bir süzgece ihtiyacınız var. Birincisi, iç tutarlılık. Dokuz aydır tek başına Bahçeli’nin sarsıcı çıkışları ve liderliği ile süreç bugünlere taşındı. O zaman “Bugüne kadar neredeydin?” sorusu, doğru yolda ilerlemek için iyi bir başlangıç teşkil edebilir. Erdoğan, terörden kurtulma mücadelesi, “kısır çekişmelere, farklı ikbal hesaplarına kurban edilmemeli” vurgusunda bulunurken bu dokuz aylık gecikmeye bir açıklama getirmek zorunda. Dokuz ay zarfında alınacak mesafeyi gözünüzde canlandırın. Mesela bu iş tabiatına uygun şekilde ilerleseydi, bugün Suriye’de yaşanan katliamlar olmazdı, Türkiye zor durumda kalmazdı, diken battığı yerden çıkartılmış olurdu.

“Terörsüz Türkiye için birlik ve beraberlik” söyleminin içine yerleştirilmiş muhalefete sıkı dokundurmaları, bir şüphe işareti olarak ilkinin peşine takabilirsiniz. “Geçmiş günahlarının kefareti olur” diyor Erdoğan, CHP’nin sürece katkıları için.

Hangi günah?

Dolmabahçe Mutabakatı mı?

Erdoğan elbette sadece kapı önüne bırakılmış öksüz bir kedi yavrusunu sahiplenir gibi sürece sahip çıkmıyor. Güç ve hükümranlık asası onun elinde. Karar verecek ve icra edecek. O zaman bu projenin, Cumhurbaşkanlığı makamının da bir parçasını oluşturduğu gerçek anlamda “milletin projesi” olduğuna hükmedebilirsiniz.

Kısaca, sözlerle fiillerin birbirini tutması lâzım.

Suriye kriteri

Benim kısaca “süreç” adını verdiğim, resmî olarak şiddetin sona ermesine vurgu yapan “Terörsüz Türkiye” projesi, neresinden bakarsanız bakın, birbiriyle derin bağları olan iki farklı cephede yürüyor. Birincisi, Türkiye’de süreci tetikleyen ve hâlâ çözülmeyi bekleyen Suriye cephesi. Türkiye, zaman geçtikçe bu cephede güç kaybediyor. Olayların gelişmesi ve yeni dengelerin oluşmasıyla ABD bile dün durduğu yerde durmuyor. Tekrarlayalım: 9 ayda “bitti gitti” denecek kadar mesafe alınacak bu cephede, Saray’ın mesafeli ve ikircikli tutumu yüzünden önemli fırsatlar heba edildi. Vakit geçmiş değil, ama hemen harekete geçmek ve pozisyon almak şart.

Kürt sorununda yeni bir evreye girilmişken, devletin sahipleri eski alışkanlıklardan kolay kurtulamıyorlar. Kürtlerin Türkiye devleti ile savaşı sona ermekle kalmadı, bir barış değil, daha ötede sıkı bir işbirliği ve hatta kader birliği dönemine adım attılar. Bölgedeki Kürtler artık Türkiye’nin kader ortakları. Suriye’de Kürtlerin varlığı ve gücü de öncelikli olarak Türkiye için bir güven kaynağı durumuna geçiş yapmalı. Suriye Kürtleri silahlarını Türkiye’ye doğrultamazlar, Türkiye ile aynı hedefe yöneltirler; bu yüzden SDG’nin, yani YPG’nin, silah bırakması yerine bu gücü Türkiye’ye entegre etmenin yolları aranmalı. Uzun vadede çıkar ortaklığı Araplarla değil, Kürtlerle inşa edilecek. Türkiye’nin tereddütleri, önce İsrail’in iştahını kabartıyor, sonra ABD fikir değiştirmeye başlıyor. Türkiye’yi eski alışkanlıklardan ve kalıplardan uzaklaştıramayan Kürtler, bölgedeki entrikalara daha ne kadar dayanabilir?

Bahçeli, Suriye’deki durumun hassasiyetinin farkında; bu yüzden zaman zaman ince ayarlı uyarılarda bulunuyor, devletin hassasiyetini dile getiriyor. Söylem düzeyinde, devletin zirvesinde de bir yumuşama, PKK–YPG özdeşliği söyleminden uzaklaşma var.

Retorik düzeyinde olsa bile Erdoğan’ın dünkü sözlerini, Suriye konusunda devlet katında kotarılmış ve kendi mecrasında yürüyen projeye destek olarak okumak mümkün. Demek ki rezervler, bariyerler kaldırılmış, yol açılmış.

Ama yeterli değil.

Adına ne derseniz deyin, sürecin yoluna girmesi için bu sorunla özdeşleşmiş bir ismin, Selahattin Demirtaş’ın prangalarının çözülmesi lâzım. “Terörsüz Türkiye” diyorsanız, buyurun size somut karşılığı. Uyulmayan kaç tane yargı kararı var.

Selahattin Demirtaş içerdeyken kimse sürecin yürüdüğünden, ilerlediğinden bahsedemez. Demirtaş, bir kriter ve sembol olarak kayyım meselesini de tek başına temsil ediyor. CHP’li Şişli Belediye Başkanı, herhangi bir yolsuzluk soruşturmasından değil, sadece Kent Uzlaşısı’ndan dolayı tutuklu olarak yargılanıyor.

Kürt sorunu, Kürtlere “lütf-i şâhane”, yani “majestelerinin lütfu” tarzında çözülemez. Lütuf bugün verilir, yarın geri alınır. Kalıcı bir anayasal haklar düzenine ve eşit vatandaşlık hukukuna ihtiyacımız var. Kürtlere, kendilerini eşit ve onurlu vatandaşlar olarak, rızalarıyla yer alacakları ve devletin hissedarları olacakları bir düzeni kotarırken, Kürt siyasetinin önde gelen ismini nahak yere cezaevinde tutamazsınız. Çünkü “perhizinizde lahana turşusunun ne işi var?” diye sorarlar adama.

Ne kadar çok hamaset kokan söz, o kadar şüphe; ne kadar icraat ve fiilî karşılık, o kadar güven. Bu süreç başka türlü yürümez.

Sarayın direnişi nereye varır?

Samimiyet testi yapmıyorum. Sadece iktidar rekabetinin dayandığı gerçeklere bakarak söylüyorum: Saray hâlâ süreci bütünüyle sahiplenmiş değil, sadece Suriye’de yaşadığımız paniğin karşılığı veriliyor. Komisyonun kurulması, gündem olması bile yeterli değil. Demirtaş içerdeyse, süreç yürümüyor demektir.

“Neden yürümüyor?” sorusunun cevabını verelim:

Erdoğan, 23 yılda, bilhassa 2016’dan sonra elinde çok güçlü otorite araçları biriktirdi. Sürecin tutarlı ve netice alıcı şekilde yürüyebilmesi için bu araçları yargıya ve temsil kurumlarına geri verip teslim etmesi, demokrasi ve hukuk sınırları içinde çözüme odaklanması lâzım.

Peki neden yapmıyor?

Çünkü o zaman iktidarı kaybedeceğini biliyor.

CHP’yi tasfiye etmek için kendi dünyasında ve sınırlı imkânlarla tek başına amansız bir savaş veriyor. Sürecin demokrasi ve hukuk şartını yerine getirirse, rakibinin boğazındaki parmakları da gevşetmesi gerekli.

“Bu işten Saray’ın ne menfaati var?” sorusunun cevabı çok açık: Hiçbir menfaati yok ve tersine bu süreç onu iktidardan edecek.

Bu durumda ne bekleyebilirsiniz?

Saray, sürecin hâlâ ana aktörü değil. Süreç, önde Bahçeli’nin çekmesi, arkada Öcalan’ın itmesiyle ilerliyor. Bahçeli, sık vurgularıyla demokrasi ve hukuk ihtiyacının vazgeçilmez olduğunun farkında; Öcalan, sürecin boydan boya “demokratik toplum” ütopyası üzerine inşa ediyor.

Süreç yürümezse, Bahçeli ne yapar? Öcalan ne düşünür?

Vurgulamak ve tekrarlamak bana düşüyor: Erken seçimden başka bir çıkış yolu görünmüyor.

Samimiyet testlerini bir kenara bırakıp iktidar testine, yani seçime başvurmaktan başka çare görünmüyor.