FETÖ’ye desteklerinin sonucundan ders çıkarmadılar

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 15 Temmuz’un yıldönümünde yaptığı konuşmada “hâlâ FETÖ virüsünü bünyeden söküp atamadık” dedi.

“Tedbiri elden bırakmayarak, FETÖ’yü, Türkiye için bir tehdit unsuru olmaktan çıkaracağına” da söz verdi.

Darbe girişiminin üzerinden 9 yıl geçti.

Bu süre zarfında hukuken tartışmalı birçok yetki de kullanılarak Bank Asya’nın önüne araba park etmiş olanlar bile soruşturmadan geçirildi.

Ama Cumhurbaşkanı virüsün bünyeden sökülüp atılamadığı kanısında.

Nasıl oldu da bu örgüt böyle dallanıp budaklanabildi?

Fetullahçı örgütlenmenin 1970’lerin başında tek tük açılan Işık Evleri ile başladığını biliyoruz.

Ancak bu örgütün, askeri darbe yapmaya cüret edecek kadar büyümesi AKP iktidarı dönemine rastlıyor.

AKP iktidarı döneminde, Fetullahçı çeteye bağlılıklarını bildirmek için Pensilvanya’ya kadar giden bürokrat, politikacı ve iş adamı sayısının ulaştığı muazzam rakamlar bunun bir göstergesi.

Öyle bir dönem yaşandı ki bu çetenin onayı ya da izni olmadan, devlette kimse iş yapamaz hale gelmişti.

Bunun bir numaralı sorumlusu Recep Tayyip Erdoğan’dan başkası değildi.

20 Mayıs 2014 günü söylediği bu sözde vurguladığı gibi:

“Bu ülkenin başbakanı olarak açıkça ifade ediyorum ki, Dicle’nin kenarında kurdun kaptığı bir koyun bile benim mesuliyetim altındadır.”

Millet onu seçip, ülkeyi yönetme görevini verdi ve o bu görevini yerine getirmek için bu çeteden medet umdu.

“Aynı menzili maksuda yürüdüklerini” zannediyormuş, daha sonra böyle söyleyecekti.

Sonradan “rabbim ve milletim affetsin” dedi ama görüyorsunuz kendisi de itiraf ediyor; darbe girişiminin ardından 9 sene geçti, örgüt hâlâ tamamen sökülüp atılmış değil.

2010 yılında Fetullahçılar, devlet içindeki örgütlenmelerini bir adım daha ileriye taşımak için KPSS sorularını, kendi toplulukları içinde dağıttılar.

Daha önceden beri meğerse devlet içinde bu yolla örgütleniyorlarmış, olay kurcalandıkça ortaya çıktı.

Soru ve cevapların bazı kişilere dağıtıldığı ortaya çıktığında Isparta’da Baki Saçı adlı bir kişi gözaltına alınmıştı. Bu zanlı, ifadesinde sadece KPSS sorularının değil, ALES ve YGS sorularının da “cemaat” tarafından dağıtıldığını açıklamıştı.

O günlerde MİT Müsteşarı ve Emniyet Genel Müdürü de Başbakan’dan aldıkları doğrudan bir emir nedeniyle bu konu üzerine yoğunlaşmıştı. Çünkü Başbakan Erdoğan demişti ki: “Soruları çalanları bulun, dosyayı da önce bana getirin.”

Türkiye’de bu işlerle ilgili herkesin bildiği bir gerçeği Emniyet ve MİT’in bulamaması düşünülemezdi.

Kuşkusuz ki onlar da bu işin Fetullahçı çetenin marifeti olduğunu tespit etmişlerdi.

Ama Başbakan Erdoğan, kılını kıpırdatmadı.

O zaman çalıştığım Hürriyet gazetesindeki köşemde, yıllar boyunca her pazartesi bu soruyu sordum: KPSS sorularını çalanlar ne oldu?

Başbakan Erdoğan oralı olmadı.

Herkesin gözünün önünde binlerce insanın “kul hakkı” Fetullahçılar tarafından yendi ve Başbakan onları korudu.

Fetullahçıların kendi aralarında şifreli olarak haberleşmek için kullandıkları ByLock isimli programın kullanıcı listesindeki 700 kişinin, KPSS şüphelisi olduğu daha sonra ortaya çıkacaktı.

15 Temmuz darbe girişimine katılan subayların 102’sinin eşlerinin de bu sınavda kopyacılar arasında oldukları belirlendi.

Gökçer Tahincioğlu yazdı: 1980’lerden bugüne hedef TSK: Cemaat yurtlarında askeri okul sınavlarının yanıtlarını ezberlettiler, Kuran’a el bastırarak soruları verdiler

O günlerde bu soruşturmanın sonuçları sümen altı edilmemiş olsa, darbeye giden yol o günlerde kesilebilir miydi?

Bunu bilemiyoruz elbette; tarihsel olaylar ‘öyle olmasaydı, böyle olurdu’ diye yorumlanmamalı.

Türkiye’de yargı bağımsız olmadığı için o tarihte bu suça açıkça göz yumanların yargılanmasını beklemiyorum.

Zaten suça göz yumanların önde gidenlerinin dokunulmazlık zırhları da var.

Ama şunu biliyoruz ki bu soruşturmayı örtbas edenler kimlerse, Fetullahçı çetenin neyin peşinde olduğunu hepimizden önce öğrenmişlerdi.

Bunu bile bile bu suç örgütüne göz yumanlar, darbecilik suçunun en büyük ortakları değil midir?

Fetullahçı çetenin AKP ile el ele olduğu günlerde, 14 Haziran 2012 günü Hürriyet’te yazdığım yazıdan bir bölümü aşağıya aktarıyorum:

“Karşımızda neresinden bakarsanız bakın bir “gizli örgüt” var.

Bu örgüt, ortam dinlemesi yapabiliyor, telefonları izleyebiliyor, mesajları, konuşmaları kaydedebiliyor.

Bunlar her aklına esenin kolayca başarabileceği işler değil.

İthali yasal olarak mümkün olmayan alet-edavat kullanmayı gerektiriyor. Bu aletleri kullanacak eğitimli ve deneyimli personel gerekiyor.

Bilebildiğimiz kadarıyla bu tür araçlar, Emniyet’in envanterinde var. Aynı şekilde Jandarma’nın, MİT’in de böyle araçlara sahip olduklarını biliyoruz. Ama biliyorsunuz, yakınlarda yapılan bir düzenleme ile bu işler artık tek elde toplandı.

Buradan tek bir sonuç çıkıyor: Bu gizli örgüt, devletin kurumları içinde örgütlenmiş.

Bazı devlet memurları, kendilerine yasaların tanıdığı bazı olanakları, bu örgütün amacı için kullanmaya korkmuyorlar, çekinmiyorlar.

Onların bu korkusuzluğundan hepimizin korkması gerekiyor. Başta da iktidar partisi mensuplarının!

Nitekim bunlar siyaseti de dizayn etmeye çalıştılar. Bazı MHP’lilerin seçim öncesinde başlarına gelenleri hatırlayın lütfen.

Bazı evlere önceden girdiler, kameralar kurdular, kayıtlar yaptılar, sonra bu kayıtları alıp, kameraları kaldırdılar ve bunları seçim öncesinde MHP’ye zarar vermek için internet siteleri aracılığıyla yayımladılar. Bunun bir örgüt işi olmaması mümkün mü?

Ama her pankartın arkasında bir gizli örgüt bulabilen savcılarımız, bunu göremiyorlar.

Nitekim devletin “ortam dinlemeye uygun” araçlarıyla Anayasa Mahkemesi Başkanvekili’ni bile dinlerken yakalandılar ama görevi kötüye kullanmaktan yargılandılar.

Onlara bu görevi kim vermişti ki bu görevi kötüye kullandılar? Hangi savcı bu görevi istemiş, hangi mahkeme buna izin vermişti? Sorgulanmadı bile. Bir gizli örgüt var. Benden başka böyle bir örgütün varlığından şüphelenen yok mu?”

Erdoğan o gün bu yazıyı okuyup, harekete geçebilmiş olsaydı, önceki gün “hâlâ FETÖ virüsünü bünyeden söküp atamadık” demek zorunda da kalmayacaktı.

Ancak görüyoruz ki bu parti hâlâ bu yaptıklarından ders almamış.

Fetullahçı çeteden boşalan yerleri yine tarikat bağlantılarıyla dolduruyorlar.

Tarikat üyesinin bağlılığı her zaman şeyhinedir.

Günün birinde Anayasa ve kanunlar ile tarikatının çıkarları arasında bir tercihte bulunması gerektiğinde tercihi tarikatı olur, Anayasa ve kanunlar değil.

Tıpkı Fetullahçılarda olduğu gibi!

Bugün bir kez daha uyarıyorum!

Dilerim ki gelecekte “ben o zaman da yazmıştım” demek zorunda kalacağım olaylarla karşılaşmayız.