Bir bütün olarak insanlar arasındaki münasebetleri bozan ve hayatın hemen her sahasını zehirleyen böylesine ağır bir çatışmanın ardından barışı kurmak kolay değil. Geçmişin açtığı dertler, bugünden yarına deva bulmaz. Çatışmanın yaratığı yıkımın üzerinden rahatlıkla geçilmez. Yaralar çabucak kabuk bağlamaz. Silahlar sustu diye bugüne kadar birbirlerine -en hafif deyimle- şüpheyle bakan gruplar arasında hemencecik güven tesis edilmez.
Dolayısıyla 1 Ekim’de başlayan ve PKK’nin silah bırakması ve kendini feshetmesiyle somutlaşan süreç karşısında bazı toplum kesimlerinin mütereddit bir tavır sergilemeleri normaldir. İnsanların kafalarına soru işaretlerinin takılması doğaldır. Bazılarının bu süreçten emin olmamaları, sürece dair kaygı ve korku beslemeleri anlaşılabilirdir. Zira hiçbir süreç herkesten destek almaz, alamaz.
Süreç taraftarlarına bu noktada mühim bir vazife düşer; onlar bu endişeleri ve korkuları anlamak ve bunların bertaraf edilmesi için çaba sarf etmekle mükelleftirler. Çünkü yerli ya da yersiz, doğru ya da yanlış da olsa bu kaygıları gidermek ve korkuları dindirmek, insanların süreci daha fazla sahiplenmelerini sağlar. Destekleyenlerinin sayısı büyüdükçe sürecin zemini güçlenir, süreç sarsıntılara ve muhtemel kışkırtmalara karşı dayanaklılık kazanır. Bu da sürecin başarı ihtimalini artırır.
Barışı Kâbus Olarak Görmek
Lakin bir de doğrudan sürece karşıt olanlar var. 1 Ekim’den bu yana yazılıp çizilenlere bakıldığında, karşıtlığın üç kök sebebinin olduğu söylenebilir. İlki, siyasi, içtimai ve iktisadi geleceğini çatışmanın varlığına bağlamaktır. Her çatışma bir ekosistem yaratır. Kimileri bu sistem içinde mümkün olan en büyük faydayı sağlamak için çatışmaya yatırım yaparlar.
Politik, ekonomik ve sosyal pozisyonlarını bu çatışma belirler. Varlıklarının bir mana kazanması, ancak çatışmanın devamı ile mümkün olur. Çatışma büyük bir nemalanma alanıdır; kariyerleri de, maddi kazançları ve manevi itibarları da çatışmanın sürmesine bağlıdır. Eğer çatışma nihayetlenirse, ne halka söyleyecek bir söz sözleri kalır ne de üzerinde siyaset yapabilecekleri bir zemin.
O sebeple bunlar, barışı bir kâbus olarak görüyorlar. İnsanlara durmadan korku pompalıyor, sürekli kapının önünde bizi yiyecek öcülerin olduğunu söylüyorlar. Mağdurların elemlerini istismar ediyor ve timsah gözyaşları döküyorlar. Barış inşası için atılan adımlara en sert tepkiyi gösteriyorlar.
Çünkü barışın varlığının, onların yokluğu demek olduğunu en iyi kendileri biliyorlar.
Kürt’e Eşit Olmak
İkincisi, Kürtlerle eşit olmayı kabullenememektir. Kürtlerin politik ve hak sahibi bir özne, kendisiyle denk bir vatandaş olma düşüncesi, bazılarının korkulu rüyasını oluşturuyor. Mevcut eşitsizlik halinin devamını olması gereken bir durum olarak belleyenler, Kürtlerin hak ve hukuklarının masaya gelmesini bir felaket senaryosu olarak kodluyorlar. Buna tahammül edemiyorlar.
Kürt’ü eşiti gibi görmeyenler, her daim olduğu gibi şimdi de “bölücülük” çubuğunu tüttürüyorlar. Mesela, anadil gibi meşru bir hak talebini, ülkenin dibine yerleştirilmiş bir dinamite benzetiyorlar. Tarihi kaşıyorlar ve tarihi meselelerdeki (misal Lozan Antlaşması ve 1924 Anayasası) kaçınılmaz farklı okumalardan güncel düşmanlıklar üretmeye çabalıyorlar.
Memlekette birtakım demokratik hamleler yapılacaksa, bundan sadece Kürtlerin istifade edeceği gibi bir algı yaratmaya çalışıyorlar. Gündeme gelmemiş mevzuları (bayrak, resmî dil, başkent değişecek vb.) sanki olmuş ya da olacakmış gibi tartışarak, bu süreci Kürtlerin kazancı ve Türklerin kaybı şeklinde kamuoyuna sunuyorlar. Gerçekte imtiyaz kaybından duydukları rahatsızlığı “bölücülük” olarak ambalajlıyorlar ve ayrıcalıklarını yitirmemek için de toplumsal ayrışmayı körüklüyorlar.
İktidar Karşıtlığını Barış Karşıtlığına Çevirmek
Üçüncüsü ise, bu sürecin müspet bir neticeye varması halinde bunun iktidara yarayacağı korkusudur. Birçok muhalif kesimdeki süreç karşıtlığın birincil saiki budur. Buna göre, iktidarın hali haraptır. Seçmenin tercihine yön verecek parametrelerde -özellikle ekonomide- iktidarın kötü gidişatı tersine çevirecek bir imkânı yoktur. Toplumsal desteğini kaybetmiş iktidarın artık bir seçim kazanma olanağı da kalmamıştır.
PKK’nin silah bırakması, müşkül haldeki iktidara atılan bir can simidi olur. Çünkü yarım asırlık bir çatışmayı bitirmek, iktidara hem bir psikolojik üstünlük sağlar hem de 2018’den beri muhalefete kayan Kürt seçmenlerinin tekrardan dönüp iktidara bakmasına neden olur. Sürecin başarısı, hem Kürtlerle iktidar arasındaki mesafeyi azaltabilir hem de Erdoğan’a yeniden aday olma kapısını açabilir. O halde, iktidarın faydasına ve muhalefetin zararına olacak bu sürece muhalefetin arka çıkması düşünülemez.
Bu okumanın birçok hatayla malul olduğu kanısındayım. Evvela, seçmenin kararı tek bir faktörle açıklanamaz, sandığa gittiğinde seçmenin oyunun rengini belirleyen değişkenlerin sayısı fazladır. Ayrıca Türkiye’nin silahlı çatışmadan arındırılması, salt iktidarın değil muhalefetin de yararına olur. Lakin iktidara duyulan büyük öfkeden ötürü bu potansiyel dikkate alınmıyor ve iktidara karşı keskin karşıtlık kendini süreç karşıtlığı olarak açığa çıkartıyor.
Elbette bu üç grup, süreç karşıtlıklarını bu şekilde ifade etmezler. “Çatışma biterse bizim halimiz ne olur?”, “Kürtlerle eşitliği içime sindiremem” ya da “Erdoğan’a yarayacaksa barış olmasın” deme olanağına sahip değiller. Binaenaleyh onlar da karşıtlıklarını -meşreplerine göre- farklı paketlere sarıp sarmalıyorlar. Kimi “Bu çözüm değil, çözülmedir” diyor, kimi “Demokrasi olmadan barış olmaz” ya da “Yolsuzluk, terörden on kat daha tehlikelidir” benzeri ifadelerle karşıtlığını ulvi bir kılıfın içine saklıyor.
Hülasa, sürece dair iki farklı tutum söz konusu: Bir kısım insan özünde sürecin başarısını arzuluyor ama süreç hakkında birtakım kuşkular ve korkular taşıyor. Fakat bir kesim de çeşitli gerekçelerle sürece açıktan karşı. Sürece omuz verenlerin, bu bağlamda, ikili bir sorumluluğundan bahsedilebilir:
Biri, bu iki kesimi birbirinden ayırmak ve her birine karşı farklı bir dil kurmaktır. Diğeri ise, süreç karşıtlığın nedenlerini açıkça ortaya koymak ve bununla mücadele etmektir.