Bahçeli’nin Tutumu İkinci Yüzyılın Anahtarı Olabilir mi?

Türkiye’de aktörlerin sıra dışı çıkışlarıyla siyasi hayatın yön değiştirdiğine defalarca şahit olunmuştur. Yakın tarihimizin en dikkat çekici örneklerinden biri ise şüphesiz Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’nin “Terörsüz Türkiye” çağrılarıyla yeni bir dönemin kapısını aralamasıdır.

1 Ekim 2024 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) MHP lideri Devlet Bahçeli’nin DEM Parti sıralarına uzattığı el ve devamında Öcalan’a, örgütüne silah bıraktırma yönündeki çağrısıyla gelişen süreç, amaçları ve yöntemi açısından tarihi bir girişimi temsil etmektedir. Yüzyıllık devlet geleneğine eş, 40 yılı aşkın süredir şiddet ve terörle örülmüş bir sorunun çözülmesi yalnızca iç barışı sağlamakla kalmayacak; aynı zamanda Türkiye’yi ekonomik, diplomatik ve siyasal açılardan dünyanın önde gelen ülkeleri arasına taşıyacaktır. İçeride sağlanacak dönüşüm ile Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına geçiş, dışarıda ise uluslararası ve bölgesel krizlerde güçlenecek bir ülke için kritik bir eşikteyiz. 

Süreci dikkat çekici kılan yalnızca olası beklentiler ya da sonuçları değil, aynı zamanda yöntemidir. Çatışma çözümü örnekleri açısından bakıldığında, içinde bulunduğumuz süreç; Güney Afrika’dan Filipinler’e, İspanya’dan İrlanda’ya kadar bilinen hiçbir uluslararası deneyimle örtüşmeyen, atipik bir örnektir. Aynı şekilde, Türkiye’nin geçmişte denediği 13 farklı çözüm arayışından da ayrışan, kendine özgü bir yapıya sahiptir.

Bu özgünlüğün en önemli sebebi, sürecin bizzat Sayın Bahçeli tarafından sahiplenilmesi ve sistematik bir biçimde yapılan açıklamalarla diri tutulmasıdır. 

Bahçeli’nin PKK’nın silah bırakması için Öcalan’a yaptığı çağrı sürece aleniyet kazandırmış, DEM Parti’ye de referans ile birlikte muhataplık ve meşruiyet tartışmalarını sonlandırmıştır. Ancak daha da önemlisi bu yazıda ayrıntılı olarak ele alınacağı üzere yasal ve anayasal reform çağrıları ile bir paradigma değişimi talebini ortaya koymuştur. Bu çıkışın gündem değiştirme veya ittifaka bir kez daha seçim kazandırma amacına matuf olduğu eleştirilerini kuvvetli bir şekilde zayıflatacak istikrarlı söylem ise; 22 Ekim ve 5 Kasım 2024 tarihli TBMM konuşmalarında ipucu verilen, ama esas olarak Türkgün gazetesinde kaleme alınan iki makale ve bazı açıklamalarla ortaya konmuştur. “Toplumsal rıza”, “TBMM’nin merkezi rolü”, “demokratikleşme ve reform paketleri”, “siyasi alanın genişlemesi”, “güçler arası denge”, “yargının tarafsızlık ve bağımsızlığının tesisi”, “siyasi partiler yasasında değişiklik” gibi konu ve kavramlar, Bahçeli’nin çözüm sürecine yaklaşımının felsefi ve siyasi arka planını göstermekte, ikinci yüzyıl için Cumhuriyet’in dönüşümü talebini ortaya koymaktadır. 

Nitekim 15 Ekim 2024 tarihinde yapılan “tek taraflı silah bırakma çağrısı”ndan Türkgün köşe yazılarında dile getirilen “vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes eşittir” söylemine uzanan çizgi, sadece tek yönlü siyasal bir retoriği değil, aynı zamanda planlı ve kademeli bir siyasal evrimi göstermektedir.

Henüz bu tutarlı ve derinlikli çizgi ortaya konmadan, çağrı ilk gündeme geldiğinde toplumun geniş bir kesiminde Erdoğan ve Bahçeli’nin ayrı ayrı siyasi hikâyeleri ve ittifaklarının ülkeyi yönetme tarzının böyle bir süreçle ne kadar uyumlu olup olmayacağı konusunda sert eleştiriler yapılmış idi. Liderleri böyle bir çıkışa ve dönüşüme ikna eden gerekçelerden ve güven gibi duygu ve hafıza dünyasından beslenen kavramlardan bağımsız olarak ifade etmek gerekir ki; benzeri süreçlerin güvenlikçi aklı temsil eden aktörler tarafından başlatıldığına dair dünyada yeteri kadar tecrübe mevcuttur. Çözüm ve barış gibi pragmatik kararların “savaşan” liderler tarafından verildiğine dair Kolombiya (Santos), Güney Afrika (De Klerk) örnekleri verilebilir. Kolombiya ve Güney Afrika demokratik bir hukuk devlet olmadığı gibi, Santos ve De Klerk de demokrat liderler değillerdi. Ama bu kararları verip, ciddi bir dönüşümü gerçekleştiren liderler olarak tarihe geçtiler.

Niçin Yazdım? 

Bu makalede, 1 Ekim 2024’ten bugüne Sayın Bahçeli’nin siyasi açılımlarını ele almayı ve Bahçeli’nin pozisyonunu değerlendirmeyi amaçlıyorum. Asıl yazma motivasyonum ise, barış ve çatışma çözümü pratiğine uygun şekilde, Sayın Bahçeli’nin örgütün kendini feshini güçle elde edilmiş bir zafer ve final değil, devletin gerçek anlamda dönüşümü için bir başlangıç olarak kodlamasının, sürece dair rolünün ve mesajlarının hak ettiği değerde ve derinlikte konuşulmamasıdır. 

Doğru anlaşılmam için iki konuyu önden belirtmem gerekir ki; bu yazı sürece dair bir değerlendirme değildir. Sayın Bahçeli’nin konuşma ve yazlarındaki “kendi dinleyicisine hitap” ve “ittifak ortağına dair hassasiyetleri” gözeten kısımlar değil, bu iki kısım, yani retorik ayıklandıktan sonra geride kalan, sürece dair ve “yeni” olan sözleri değerlendirme konusu yapılmıştır. 

Bu kapsamda, bu makalenin tam tekmil bir süreç analizi olmadığının ve sürece de etki eden otoriterleşme ve yargısal problemleri kapsamadığının, amacımın Sayın Bahçeli’nin süreç yönetimindeki bütünlüklü tutumunun kayda geçirilmesi olduğunun altını çizmek isterim. 

Kişisel hikâyesi ve temsil ettiği fikri ve sosyolojik değerler itibarıyla tutarlı, derinlikli Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına yakışır bir muhasebe ve yenilik getiren metinlerin, sosyal medya çağında popülist birkaç manşetle sınırlı olarak görülmesi, metinlerin satır araları, arka planı, işaret ettiği yenilikçi yaklaşımın gözden kaçması nedeniyle bu yazıyı yazmak istedim. Açıklamalarda gündelik siyaset ve özellikle CHP ile ilgili kısımlar öne çıkartılmakta iken, koreografi, bütünlüklü yaklaşım, siyasi derinlik ve geleceğe dair perspektif gözden kaçırılmıştır.

Bahçeli’nin sürece dair kurduğu dil, yaptığı çağrılar ve sürdürdüğü ısrar, yalnızca MHP’nin klasik pozisyonu açısından değil, ittifakın tarz-ı siyaseti açısından da şaşırtıcı niteliktedir. Ne var ki bu çıkışların hak ettiği değeri gördüğünü söylemek güçtür. Oysa tartışma ekseninin buraya çekilmesi birçok açıdan siyaset ve ülke için yararlı olacaktır.

Barış kelimesinin, Türkiye’de uzun süredir sadece bir siyasal risk olarak anlaşıldığı, adeta yazılı ve sözlü siyasette yasaklı muamelesi gördüğü bir dönemde, bu kelimeyi doğrudan telaffuz eden ve çatışma çözümüne açık referanslar içeren bir tutumun ortaya konulması, başlı başına dikkate değerdir.

Böyle bir sürece sadece onayının ve rızasının dahi yeterli görülebileceği bir eşikte, Sayın Bahçeli süreci sadece kamuoyuna mal etmemiş, hasta yatağından yaptığı müdahalelerle sürecin katalizörü (hızlandırıcısı) olmuş, birçok konuşmasında ama özellikle Türkgün gazetesindeki iki yazısında da sürecin siyasal hayata, devletin dönüşümüne etkilerine dair çok boyutlu ve çok esaslı mesajlar vermiştir.  

Herkes Sayın Bahçeli’nin sürece desteğinin milliyetçi sosyoloji ve devlet bürokrasisi açısından kolaylaştırıcı rolüne işaret ederken, Sayın Bahçeli sürecin felsefesini inşa etmiş ve sadece Türkler değil, aynı zamanda Kürtler nezdinde de sürecin meşruiyetini, kredibilitesini, güvenini sağlamıştır. Özellikle DEM Parti’ye yönelik mesajları, ikili görüşmelerde kurduğu samimi diyalog ve kendisini adeta bir “garantör” olarak konumlandırmasıyla, sürece dair inşa edilmekte olan meşruiyet zeminine önemli bir katkı sunmuştur.

Bahçeli açılımı olarak da ifade dilebilecek bu yenilik, ittifak dili ve pratiğini katbekat aşmış, tabanını bir dönüşüm sürecine sokmuş, bunu yaparken de Sayın Erdoğan’ı rahatsız etmemeye özel bir çaba göstermiştir. Erdoğan’ı rahatsız ve tedirgin etmeme çabasının, son dönem yargısal faaliyetler ve CHP ile ilgili tartışmalarda Erdoğan’la örtüşme sonucunu ürettiği de söylenebilir. 

Bir iletişim modeli olarak taraflar arasında mutabık kalınan “pazarlık yok” vurgusuna rağmen geleceğe dair hukuki, siyasi ve demokratik bir perspektif üretmesi, bu perspektifin ardına bir ülke tahayyülü koyması elbette tartışmaya değerdir.

Bu nedenlerle, yürütmekte olduğum milletvekilliği ve DEVA Partisi Genel Başkan Yardımcılığı pozisyonundan azade olarak, bir barış gönüllüsü ve demokratikleşmiş bir ülke sevdalısı olarak Bahçeli’nin sürecin yürütülmesindeki ezber bozan çıkışları ve üstlendiği konumu ele almak istedim. Bu yazı aynı zamanda Genel Başkanımız Ali Babacan’ın ve DEVA Partisi’nin sürece dair umudu büyütme, tavsiye ve pozitif eleştirilerle katkı sunma çabasının bir parçasıdır.

Bu tabloda, bu girişimin Türkiye’nin kendi tecrübelerinden ve uluslararası örneklerden ne kadar ders aldığı, meselenin yapısal derinliği ve çözümün asgari koşullarının ne denli doğru analiz edildiğini zaman gösterecektir. Ancak bugün için bize düşen, kaygılarla, önyargılarla sürece mesafe koymak değil, kuvvetli bir umutla süreci desteklemek, eleştirilerimizi, tavsiyelerimizi ve doğru bildiğimizi üslubunca söylemektir.

Stratejik ve Pragmatik Bir Karar

Bahçeli’nin açıklamaları kronolojik olarak incelendiğinde, sürece dair hukuki ve kurumsal altyapıyı da kurguladığı ve bir plan dahilinde kamuoyuna mal ettiği görülebilir.

Bahçeli’nin 1 Ekim’deki “İç cephemizde bir gedik açılırsa bu son derece maliyetli olur, hepimiz kaybederiz”; keza 26 Ekim’de, Türk milliyetçiliğinin ideologlarından Ziya Gökalp’e referansla, “Türklerle Kürtler bin yıllık ortaklık sonucunda maddi ve manevi bakımdan birleşmişlerdir, bugün ise ortak tehlikeler karşısında bulunuyorlar. Bu tehlikelerden ancak ortak bir kararlılıkla kurtulabilirler. O halde büyük bir inançla diyebiliriz ki, Türkler ile Kürtlerin birbirini sevmesi her iki taraf için hem dini hem de siyasi bir farzdır” sözleri dış politik bağlamda değerlendirilmelidir. Bu sözler, dış politik gelişmeler karşısında ulusal ve bölgesel düzeyde Türk-Kürt ittifakına davetiye niteliğindedir. Böyle bir ittifakın Malazgirt’te, Çaldıran’da, Kurtuluş Savaşı’nda ortaya konmuş ve sonuçları alınmış örnekleri hafızamızda mevcuttur. Geleceğe yönelik çizilen bu perspektif güçlü tarihsel referanslara dayandırılmaktadır. 

“Hesapsız, Samimi, İyi Niyetli Bir El”

1 Ekim 2024 tarihinde Bahçeli’nin Meclis’te DEM sıralarına giderek elini uzatmasının, yalnızca sembolik bir jest değil; Türkiye siyasal hayatında yeni bir döneme işaret ettiği daha ilk günden anlaşılıyordu. Takiben Bahçeli, grup toplantısında yaptığı konuşmada İlk Meclis’in tarihi görevine vurgu yaparak, yeni bir dönemin başladığını şu sözlerle ifade etmiştir:

“Dünya görüşleri başka başka olsa da; yöre, köken ve siyasi tasavvur farklılıkları zaman zaman kalın bir çizgi misali ikili ve çoklu diyalog hatlarının üzerini örtse da İlk Meclis’in feragat ve fedakârlık timsali mebusları mukadderat, mukaddesat ve bağımsızlık ortak paydasında cesaretle birleşmişler ve bilenmişlerdi. 

Kardeşçe yaşamak, erdemli bir hayatın izinden yürümek, milli ve manevi hükümler kapsamında yol haritamızı belirlemek varken, birbirimizi hırpalayıp şeytanlaştırmak, çerden çöpten meseleler etrafında savaş boyaları sürmek hiç kimse unutmasın ki, bedeli ve vebali çok ağır olacak bir gaflet, hatta dalalettir. Yol yakınken, henüz vakit geçmemişken, muhtevalı bir vicdan muhasebesinin zarureti, deyim yerindeyse herkesin elini husumet tetiğinden çekmesi samimi niyazım ve iyi niyet beyanımdır.” 

Bu sözler, yeni bir dönemin başlangıcıdır.

Tam bir hafta sonra, 8 Ekim’de yaptığı grup toplantısında Bahçeli, uzattığı elin arkasında durarak ve “Uzattığım el, hesapsız bir eldir. Uzattığım el, samimi ve iyi niyetli bir eldir. Uzattığım el, Türkiye’de birleşelim, Türk milletinde kenetlenelim tebliğidir” diyerek, barış çağrısının samimiyetini vurgulamıştır. Elini sadece bir süreç için değil, kardeşlik ve kaderdaşlık için uzattığını belirtmiş ve bu çağrısını kararlılıkla yinelemiştir.

DEM Parti’ye yönelik “Gelin Türkiye partisi olun, gelin teröre cephe alın, gelin bin yıllık kardeşliğimizde kenetlenenin temenni ve teklifidir. DEM’e evvela düşen sorumluluk, uzanan bu samimi elin kıymet hükmünü anlaması, dahası Türkiye partisi olması yönünde bir eşik olarak algılayıp değerlendirmesidir” sözlerinin ise demokratik siyasetin güçlendirilmesi ve yeni bir dönemin başlangıcı için yapılan kritik bir çağrı olduğu açıktır.

Bahçeli’nin Açıklamalarının Kronolojik Analizi

Bahçeli’nin 1 Ekim 2024’te sarf ettiği “Elimi bir süreç için değil, kardeşlik ve kaderdaşlık için uzatıyorum” ifadesi, bu sürecin sadece bir barış protokolü değil, toplumsal uzlaşma arayışının başlangıç adımı olarak kurgulandığını göstermektedir. Sürecin kamuoyuna ilk sunumu, örgütle müzakere değil; devletin bir üst irade olarak muhataba yeni bir çerçeve sunmasına dayanmaktadır.

15 Ekim 2024 tarihine gelindiğinde yine bir grup toplantısında konuşan ve silahsızlanmayı önkoşul olarak masaya getirdiğini belirten Bahçeli, Öcalan için “Türkiye’ye getirilirken, ‘her türlü hizmete hazırım’ diyen teröristbaşı, buyursun terörün bittiğini, örgütünün tasfiye edileceğini tek taraflı ilan etsin. Ama devletin terörle masaya oturmasını hiç kimse, hiçbir şart altında beklemesin, aklından dahi geçirmesin. Kana değil kardeşliğe susadıklarını göstersinler” ifadelerini kullanmıştır.

Bu süreci en iyi şekilde okumamızı sağlayan ise Sayın Bahçeli’nin 22 Ekim ve 5 Kasım 2024 tarihlerindeki grup toplantılarında yaptığı konuşmalar olmuştur. Her iki konuşmada da çatışma çözümünün temel kabullerine önemli referanslar bulunmaktadır.

22 Ekim konuşması, yeni dönemin iletişim modelini ve yapısal temellerini açıkça ortaya koymuştur.

Konuşmasında, bir yandan bireysel haklara dayalı çözümün zorunluluğuna dikkat çekerken, diğer yandan kolektif kimlik temelinde yürütülecek her türlü siyasetin “vahim bir tehlike” arz ettiğini belirtmiştir. Bu ayrım, yeni sürecin sınırlarını tarif ederek etnik kimlik üzerinden yürütülecek kolektif pazarlıklara kapıyı kapatarak, bireysel haklar ve demokratik reformlara kapıyı açmıştır. Sonraki dönemde bu alan oldukça genişletilecektir. 

Bahçeli’nin, terörle mücadelenin yalnızca güvenlik politikalarıyla değil, aynı zamanda siyasal ve toplumsal mühendislikle desteklenmesi gerektiği yönündeki “tek başına silahlı mücadelenin terörü sona erdiremeyeceği”, “Terörü yaratan ortamın iyileştirilmesi amacıyla demokratik adımları atmaktan imtina edilmesi hatadır”, “Terörle amansız mücadele ederken, diğer yanda demokratik reformların, sosyal ve ekonomik düzenlemelerin yapılması akla en yatkın seçenektir” ifadeleri yeni dönemin demokratik açılımlarına ilk işaretlerdir. 

 “Her fedakârlığı yapmaya, her çileye katlanmaya, lazım gelen her adımı atmaya kararlıyız, inançlıyız” sözleri, bir siyasi pozisyon bildiriminin ötesinde, bir çözüm iradesinin beyanı olarak okunmalıdır. 

“Şayet teröristbaşının tecridi kaldırılırsa, gelsin TBMM DEM Parti grup toplantısında konuşsun. Terörün tamamen bittiğini ve örgütün lağvedildiğini haykırsın. Bu dirayet ve kararlılığı gösterirse, ‘Umut Hakkı’nın kullanımıyla ilgili yasal düzenlemenin yapılması ve bundan yararlanmasının önü de ardına kadar açılsın” ifadeleri ile hem muhataplık ve meşruiyet tartışmaları sona erdirilmiş hem de sürecin gerektirdiği esnekliğe sahip olunacağı mesajı verilmiştir.  

“Tecridi kaldırılırsa, gelsin TBMM DEM Parti grup toplantısında konuşsun. Terörün tamamen bittiğini ve örgütün lağvedildiğini haykırsın” şeklindeki önerisi, yalnızca sembolik bir çağrı olmanın ötesinde, Ceza İnfaz Kanunu’nda yapılabilecek değişiklikler konusunda da güçlü bir sinyal niteliğindedir. Öcalan’ın fiziksel koşullarına ilişkin düzenlemelerin ve “Umut Hakkı” bağlamında yasal çerçevenin genişletilmesinin, bu çağrıya bağlı olarak gündeme gelmesi ihtimali sürecin yapısal dizaynına işaret etmektedir. Aynı zamanda “tecrit kalkarsa” ifadesi, tecridin bitmesi gerektiğine dair açık bir beyan olmuştur. 

Diyarbakır annelerine ve Kürt vatandaşlara yönelik “birlik” çağrısı, bu tarihi hamlenin siyasal ve sosyolojik derinliğini pekiştirmektedir. Diyarbakır anneleri vurgusu özenle seçilmiş olsa da, eve dönüşe dair idari veya yasal düzenlemenin sadece Diyarbakır annelerini değil Barış annelerini de kapsayacağı açıktır. Diyarbakır anneleri tercihi tıpkı terörsüz Türkiye ifadesinde olduğu gibi söylemsel bir tercihtir. “Diyarbakır annelerinin sessiz çığlığı duyulmalı, evlatlarıyla buluşmaları sağlanmalı, hepsinin yüzü güldürülmeli, sorunun kaynağı olanlar harekete geçmelidir” ifadesi ile fesih sonrası eve dönüşün gerekliliği ifade edilmiştir.

Çatışma Çözümü Usullerine Kuvvetli Göndermeler

5 Kasım 2024 tarihli TBMM grup toplantısında yaptığı konuşma, Sayın Devlet Bahçeli’nin çatışma çözümüne dair yaklaşımının daha da belirginleştiği ve derinleştiği bir aşamayı temsil etmektedir. Bu konuşma, yönteme, dile ve toplumsal uzlaşıya dair sistematik bir vizyonun yeniden teyidi niteliğindedir.

Bahçeli bu konuşmasında, 1 Ekim’de başlattığı “Terörsüz Türkiye” açılımının arkasında durduğunu açık bir şekilde ortaya koymuştur. Terör örgütü lideri için sarf ettiği “umut hakkından da istifade etsin” ifadesi, yalnızca bir çağrı değil; aynı zamanda Türkiye siyasi tarihinde tabu addedilen bir konunun meşru siyaset zemininde tartışılabileceğine dair radikal bir öneridir. Bu öneriyle birlikte, örgüt liderinin muhatap alınması ve DEM Parti’nin siyasal temsil kapasitesinin meşru bir kanal olarak kabul edilmesi çağdaş çatışma çözümü literatüründeki bazı temel ilkelerle (muhataplık, temsiliyet, toplumsal rıza) örtüşmektedir.

Konuşmanın dikkat çeken bir diğer yönü ise sürece dair hız ve kararlılık vurgusudur. “Suya yazı yazmakla vakit kaybedenlerden olamayız” ve “günlük ve güdük söylemlere kapılıp karanlık lobilerin eline düşemeyiz” ifadeleri, sürecin zaman kaybetmeden, ulusal bir inisiyatifle ve dış müdahalelere kapalı bir anlayışla yürütülmesi gerektiğini işaret etmektedir. Bu, Bahçeli’nin süreci yalnızca başlatmakla kalmayıp, onu belirli bir siyasi iradeyle yönlendirmeye çalıştığını göstermektedir.

“Anasının dili, kökeni ve yöresi ne olursa olsun hiç kimseyi ayırmıyor, ayrıştırmıyor, öteki görmüyorum” sözleri de silahlı çatışmanın kök sebeplerini ortadan kaldırmaya dair bir niyet beyanıdır.  

Konuşmasında en dikkat çeken bölümlerden biri ise “tabular kalktıkça, ezberler bozuldukça…” diye başlayan paragrafta somutlaşan, psikolojik ve toplumsal engellerin kaldırılmasına yönelik çağrıdır. Burada, çatışma çözümünün yalnızca siyasi aktörlerin değil, toplumsal zihniyetin de dönüşümünü gerektirdiği yönündeki anlayış dikkat çekmektedir. “İnsanlar birbirine dürüst davrandıkça, içlerinden geçeni özgürce söyledikçe…” gibi ifadeler, müzakere ve uzlaşının ancak toplumsal samimiyet ve açıklıkla mümkün olabileceğine işaret etmektedir.

“Özgüvenimizi gölgeleyen ürkekliği bir kenara atarak, mevcut sorunlarımıza kesin çözümler getirmek maksadıyla geçmişle günümüz arasında temas noktaları bulmalıyız.”

“Çatışmaya ve yok etmeye değil, anlamaya ve bir arada yaşamaya dönük bir strateji geliştirmekten ve bu suretle inisiyatif üstlenmekten çekinmemeliyiz. Politik düzeydeki bir hatayı strateji düzeltemez, stratejik düzeydeki yanlışı taktik adımlar tamir edemez. Analitik, ahlaki, akli ve empatik kavrayışla, basiretsiz ve isabetsiz telkinlere, yuvarlak ve yıkıcı ifadelere, olay ve olgularla bağdaşmayan aşırı isteklere kapalı durarak bin yıllık kardeşliğimizi pekiştirmeliyiz.”

Bahçeli’nin 5 Kasım konuşmasındaki en kritik ayrımlardan biri, Kürt kimliği ile terör örgütü arasına net bir çizgi çekmesidir. “Kürtlerle kucaklaşma asıldır, terörle mücadele esastır” ve “Kürtler başka, terör örgütü başkadır” gibi ifadeler, çatışma çözüm sürecinin meşruiyetini toplumsal düzlemde kurma çabasını yansıtmaktadır. Bu söylem, hem güvenlik paradigmasını koruyan hem de etnik kimliği tanıyan çift yönlü bir stratejiyi içermektedir. 

“Çatışmaya ve yok etmeye değil, anlamaya ve bir arada yaşamaya dönük bir strateji geliştirmekten çekinmemeliyiz” ve “politik düzeydeki bir hatayı strateji düzeltemez” gibi söylemler, yalnızca güvenlikçi değil, aynı zamanda yapısal ve stratejik bir çözüm anlayışına sahip olunduğunu göstermektedir. Bu anlayış, toplumsal uzlaşıya giden yolun, yalnızca taktiksel adımlarla değil; aynı zamanda uzun erimli bir zihinsel ve kurumsal dönüşümle mümkün olabileceği yönünde bir kanaati içermektedir.

“Tabular kalktıkça, ezberler bozuldukça, statüko delindikçe, insanlar birbirine dürüst davrandıkça, içlerinden geçeni özgürce söyledikçe, bir anlaşma ve mutabakat noktasından diğerine küçük adımlarla ilerlemek daha kolaydır. Anlaşmazlıkların çözümü milli nitelikli kapsayıcı bir düşünce biçimi oluşturmaktan, sorunlara başka türlü bakmaktan, yapıcı, sahici, olgun ve ikna edici tavır almaktan geçmektedir. Karmaşa çoğaldıkça, kıvrılıp içinden geçebileceğimiz çatlaklar da çoğalacaktır.”

Bu bağlamda, 22 Ekim ve 5 Kasım konuşmaları çatışma çözümü açısından bir siyasal önerinin ötesinde, yöntem, yaklaşım ve strateji sunmaktadır. Konuşmalarda seçilen “tabuların kalkması”, “ezberlerin bozulması”, “statükonun delinmesi”, “mutabakat noktaları”, “küçük adımlarla ilerlemek” gibi kavramlar çatışma çözümü literatüründe sıkça rastladığımız, evrensel ilkelere referans veren terimlerden oluşmaktadır. Kavramsal çerçeve ve çatışma çözümüne ilişkin çok katmanlı ve analitik bir yaklaşımın benimsenmesi, milliyetçi bir siyasetçinin dilinden döküldüğünde daha da çarpıcı hale gelmektedir.

Bahçeli’nin kullandığı “umut hakkı” kavramı ise hem hukuki hem sembolik bir anlam taşımaktadır. Öcalan’a Meclis’te konuşma çağrısı, her ne kadar şartlı ve sembolik bir öneri olarak dile getirilse de çatışma çözümünün aktör tanımına dair paradigmatik bir değişimin sinyalidir. Geçmişte “terörle müzakere edilmez” çizgisinde ısrar eden bir liderin, çatışmanın siyasi aktörleriyle kurumsal zeminde temas kurulmasına kapı açması tarihi öneme sahiptir. Bu söylem, aynı zamanda, çözüm sürecine dair geçmiş deneyimlerin yeniden yorumlandığı, dersler çıkarıldığı ve yeni bir yaklaşımın inşa edilmeye çalışıldığını da göstermektedir.

Başlangıçta Bahçeli’nin samimi olup olmadığı, bunu siyasal mühendislik stratejisinin bir parçası olarak mı yaptığına ilişkin herkesin kafasında bir şüphe oluştuğu açıktır. Erdoğan’ın suskunluğu ve süreci görünür kılma rolünün Bahçeli’de olması birlikte okunduğunda Bahçeli’nin İttifak adına yeni bir pozisyonun ilanını yaptığı anlaşılmıştır.

Nitekim, sağlık sorunları nedeniyle son grup konuşması olarak kayda geçen 26 Kasım’daki son konuşmasında Bahçeli: “İmralı’yla DEM Grubu arasında yüz yüze temasın gecikmeksizin yapılmasını bekliyor, çağrımızı kararlılıkla tekrarlıyoruz. İnandığımız yolda hiçbir baskıya aldırış etmeyiz. Onun bunun tezvirat ve tefrikalarıyla Türkiye’nin hayrına olacak görüş ve düşüncelerimizden kesinlikle vazgeçmeyiz” sözleriyle süreci ikinci aşamaya taşımıştır.

İlerleyen dönemde süreç, İmralı heyetinin ziyaretleri üzerinden ve PKK lideri Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat’ta kamuoyuyla paylaşılan örgüte yönelik silah bırakma çağrısı ile devam etmiştir.

Süreci Hızlandırmak ve Yönetmek 

Bahçeli’nin 1 Mart 2025 tarihli “Terörsüz Türkiye Hedefi Kapsamında Son Gelişmelerle” ilgili yazılı açıklaması, MHP liderinin çatışmasızlık sürecine dair söyleminde yeni bir evreye girildiğini göstermektedir. Sürecin artık ikinci aşamaya geçtiği vurgulanmakta; bu bağlamda, PKK’nın silah bırakması ve örgütsel varlığını sona erdirmesi yönündeki çağrı açık ve net bir biçimde tekrarlanmaktadır. Bu açıklamada dikkat çeken noktalardan biri, Abdullah Öcalan için kullanılan “kurucu önderlik” ifadesidir. Bu ifade, yalnızca sembolik bir göndermeden ibaret olmayıp, yapısal bir açılımın, yani örgüt içi hiyerarşinin meşru bir kaynağa yönlendirilmesi çabasının da sinyallerini vermektedir. Bahçeli, Cengiz Çandar’ın ifadesi ile, “günümüze dek süregelen Kürt isyanları arasında silahlı bir hareketin devlet tarafından bastırılmasının dışında, ilk defa hareketin kurucusu tarafından feshedilmesi olasılığında” kurucu role özel bir vurgu yapmıştır.

Bahçeli’nin açıklamasında geçen “terör örgütünü kuran, feshini istemiştir” cümlesi, liderlik ve örgütsel meşruiyet arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlamakta ve süreci bu figür üzerinden şekillendirme arzusunu yansıtmaktadır. “PKK terör örgütü ve iltisaklı gruplar derhal ve ön şartsız silah bırakmalı, hatta kanlı silahlarını Türkiye Cumhuriyeti’ne teslim etmelidir” ifadesi ise bu yeni dönemin merkezinde mutlak bir silahsızlanma talebinin yer aldığını ortaya koymaktadır.

Özellikle 27 Şubat 2025 tarihinde İmralı’da kaleme alınan ve DEM heyeti tarafından okunan açıklamanın “baştan sona değerli” bulunduğunun altı çizilmiş, Kandil’den gelen destekleyici açıklamalar da “memnuniyet verici” olarak değerlendirilmiştir. Bu noktada Bahçeli, PKK’nın farklı fraksiyonları arasında tutarlılığın sağlandığına dikkat çekmekte ve bu “örgütsel bütünlük” hâlinin çözüm için gerekli olduğunu vurgulamaktadır.

Açıklama, sadece süreci destekleyen aktörlere yönelik bir şükran sunmakla yetinmeyip, süreci baltalamaya çalışan kesimlere yönelik sert bir eleştiri de barındırmaktadır. “27 Şubat çağrısını karalamaya, barış ve huzur adımlarını baltalamaya çalışmaları sinsi bir tertiptir. Terörsüz Türkiye özlemini sulandırmaya, ihtiyatlı iyimserlik ortamını bulandırmaya çaba harcayanlar bilinmesini isterim ki, bölücülüğün değirmenine su taşıyan, terörün kanlı saldırılarının devamından çıkar ikmali yapan taşeronlaşmış gayri milli zihniyetlerdir” diyerek “Ne verildi? Ne alındı?” sorularını yöneltenleri, makuliyet sınırlarının dışına çıkmakla suçlamaktadır.

“PKK’nın kendini feshedecek olmasından dolayı korkuya kapılanların istismar kaynağı kuruyacak, Türkiye yeni yüzyılın rotasında muhteşem bir uyanışa geçecektir. Devletin pazarlık yapmayacağını bilmeyecek kadar fikren, kalben, aklen ve vicdanen kurumuş ve kokuşmuş çevrelerin absürt hamaset tuzaklarına düşmeden Türk ve Türkiye Yüzyılı elbirliğiyle, güç birliğiyle tesis ve temin edilecektir. Terörsüz Türkiye, huzurlu Türkiye, süper güç Türkiye yarın değil, hemen ulaşılacak bir hedeftir ve bizim de siyasi şerefimize emanettir.” 

Terörsüz Türkiye hedefinin, yani örgütün kendini feshetmesinin ardından yaşanması mukadder demokratik reform ve iyileştirmeleri sadece bir hedef değil kendi şerefinin bir parçası olarak tanımlaması, şüphesiz Sayın Bahçeli’nin tarzı kadar sürece dair “garantörlüğü” ifade etmesi açısından anlamlıdır. 

Tasfiye mi, Demokratikleşme mi?

Tarihler 31 Mart 2025’e geldiğinde ise Bahçeli Türkgün gazetesinde yayımlanan “Yeni bir toplumsal hayat ve yeni bir Türkiye için: Tarihi çağrı” başlıklı yazısıyla, sürecin “yeni bir anayasa, demokratik reformlar ve toplumsal uzlaşı” ile desteklenmesi gerektiği belirtmiştir. Mesaj giderek netleştirilmiş, daha önce kullanmaktan kaçınılan “yol haritası” ifadesi kullanılmıştır. “Yol haritamızı bu doğrultuda hukuk, ahlak ve demokratik siyaset çerçevesinde belirleyip iyi niyetle uygulamalıyız.”

31 Mart ve 2 Nisan tarihlerinde Türkgün gazetesinde yayımlanan iki makalesi ile Bahçeli yeni bir aşama başlatarak ne olması gerektiğini ya da ne olacağını açıkça söyleyerek, “Terörsüz Türkiye” sürecini, PKK’nın feshi sonrası için Türkiye’nin demokratikleşme tartışmalarını doğrudan şekillendiren bir pozisyona yerleştirmiştir. Her iki yazı da güvenlikçi perspektifle anılan Bahçeli’nin demokratik reform başlıklarına dair çarpıcı bir çerçeve sunması bakımından oldukça dikkat çekici niteliktedir.

Zira “Tarihi Çağrı” başlıklı ilk makalede önerilen reform hattı, yalnızca bir çözüm süreci pratiği değil, aynı zamanda Türkiye’nin yeni yüzyılında yeniden yapılanmanın nasıl şekillenmesi gerektiğine dair bir çerçeve metni işlevi görmektedir. Bu çerçeve içinde silahsızlanma ve örgütsel tasfiyeye eşlik etmesi gereken siyasi, ekonomik ve toplumsal reformlara sıkça atıf yapılmaktadır.

Bahçeli, bu sürecin uzun vadeli planlarının yanında orta ve uzun vadede atılacak bütüncül bir süreç olarak planlandığını şu şekilde ifade etmektedir.

“Türkiye için tarihi bir fırsat olan PKK’nın silah bırakması ve fesih sürecinin uzun vadeli beklenen başarıya ulaşması için siyasi, ekonomik ve toplumsal açıdan yeni atılımlar ve kapsamlı reformlarla milli birliğimiz daha da güçlendirilmeli, toplumsal uzlaşı, adalet ve eşitlik esas olmalıdır.”

En dikkat çekici bölümlerden biri ise vatandaşlık meselesinde çizilen kapsayıcı ve vizyoner perspektiftir: “Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes, eşit hak ve yükümlülüklere sahiptir.” Bu ifade, Anayasa’nın 66’ncı maddesi için bir öneri üretmenin yanında özellikle birkaç yıldır şeytanlaştırılan anayasal vatandaşlık tanımına işaret etmektedir. Dilerim ki benzer bir ifade Anayasa’nın 66’ncı maddesinde yerini alır yahut Anayasa’nın dibacesine eklenir.

Makaledeki bir diğer kritik başlık ise yargı bağımsızlığı ve hukuk devleti vurgusudur. Bahçeli, yargıya güvenin artırılması, makul sürede yargılama ve adalete erişim gibi temel başlıklarda reform gerekliliğinin altını çizerken, bu ifadeler bugüne kadar MHP literatüründe pek rastlanmamış ölçüde hukuk merkezli bir yaklaşımın habercisi gibi görünmektedir.

Siyasi partiler ve seçim sistemine yönelik öneriler, siyasal temsili genişletmeyi ve siyaset etiğini kurumsallaştırmayı hedefleyen ilkeleri içermektedir. “Siyasi Etik Yasası” çağrısı, uzun süredir Türkiye siyasetinde dile getirilen ancak bir türlü hayata geçirilemeyen yapısal reformlardan biri olarak not edilmelidir.

Bahçeli’nin metninde en çok dikkat çeken tekrar kelimesi ise “uzlaşma”dır. Kutup siyasetine sıkışmış bir Türkiye’de dokuz kez tekrarlanan bu vurgu, milliyetçi gelenekten gelen bir liderin söyleminde yeni bir eksen tanımına işaret etmektedir. “Uzlaşma zemini”, sadece teknik bir terim değil, aynı zamanda yeni anayasa perspektifinin toplumsal rızaya dayanması gerekliliğinin de altını çizmektedir. Söz konusu yazı hacim problemi nedeniyle buraya alınamamıştır ancak okuyucuya tavsiye edilmektedir. 

2 Nisan 2025 tarihinde Devlet Bahçeli, Türkgün gazetesinde yayımlanan “Her parti ‘Türkiye partisi’ olmak zorunda” başlıklı makalesinde, “Terörsüz Türkiye” tahayyülünü şu ifadelerle dile getirmiştir: “Terörsüz Türkiye, terörü geçmişiyle normalleştirmek değil, tüm varlığıyla fiil ve eylemleriyle, katliamlarıyla lanetlemek, hayatın her yerinden ve zihinlerden çıkarmaktır. Tam demokrasi böyle bir zihinsel ve sosyal iklimde istendiği gibi gelişebilecektir.”

Makalesinde Bahçeli, tam demokrasinin ancak terörden arındırılmış bir toplumsal ortamda gelişebileceğini vurgulamakta; demokratik siyaset anlayışını ise evrensel normlar temelinde şu ilkelerle tanımlamaktadır:

* Temsili ve katılımcı demokrasiyi güçlendirmek.

* Farklı toplumsal kesimlerin, inanç gruplarının ve etnik kimliklerin siyasal sistemde temsil edilmesini sağlamak.

* Demokratik çoğulculuğu korumak.

* Yolsuzluğu önlemek ve hesap verilebilir bir yönetim anlayışı oluşturmak.

* Kamu alanında keyfi yönetimi engellemek.

* Kamu kaynaklarının adil ve etkin bir şekilde kullanılmasını sağlamak.

* Ekonomik eşitsizlikleri azaltmak ve fırsat eşitliğini sağlamak.

* Temel insani taleplere duyarlı olmak.

* Eğitim, sağlık, adalet, güvenlik ve sosyal haklara erişimi güvence altına almak.

* Düşünce, ifade, inanç ve örgütlenme özgürlüğünü garanti altına almak.

Bahçeli, makalesinde “Türkiye Partisi” kavramsallaştırmasını ise şu şekilde açıklamaktadır: “Türkiye partisi olmanın siyaset ayağı, sosyal ilişki boyutu, TBMM’ye yansıması, toplumsal uzlaşma ve uyum meselesi siyaset felsefesi yönüyle de ele alınarak değerlendirilmesi gerekli bir husustur.

Türkiye partisi olmak Siyasi Partiler Kanunu’na göre kurulmuş olmakla hukuken sağlansa da ‘Türkiye partisi’ olmak, yalnızca Siyasi Partiler Kanunu’na göre kurulmuş olmanın ötesinde; Türkiye Cumhuriyeti’ne, ortak tarih ve kültüre, ortak yaşama iradesine bağlılık anlamına gelir. Bu doğrultuda, tüm partilerin şiddetten arınması, silahlı örgütlerle ilişkilerini sonlandırması ve demokratik meşruiyet temelinde siyaset yapması gerekir.”

Bahçeli’ye göre Türkiye partisi olmak; bölgesel ya da etnik kimlik temelli bir hareketten ziyade ülke genelinde geniş bir tabana seslenen, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını ve barışçıl siyaseti önceleyen bir yapılanmayı ifade etmektedir. Bu anlayış; etnik ve mezhepsel kimliklerin ötesinde, Türkiye’nin ortak değerlerine dayalı bir çoğulculuğu esas almakta, siyasal temsilde kapsayıcılığı ve toplumsal uzlaşıyı merkeze almaktadır. 

Bahçeli, bu kavramsallaştırmanın somut gerekliliklerini ise şu şekilde özetlemiştir:

* PKK, FETÖ, DEAŞ gibi terör örgütlerini meşrulaştırmamak,

* Kimlik siyasetini geri planda tutarak kapsayıcı Türk vatandaşlığı çerçevesinde bir mutabakat sağlamak,

* Etnik temelli siyaseti çağrıştıran unsurlardan uzaklaşmak,

* Devlet kurumlarıyla işbirliğini ve iletişimi güçlendirmek.

Türkiye Partisi tanımına ilişkin bu açıklamalar tüm partilere standart bir elbise giydirme çabası olarak eleştirilebilse de yaklaşımın, Bahçeli ve MHP siyaseti için yenilikçi yönünün çarpıcılığı ortadadır. 

Makalesinde “toplumsal rızanın” siyasal meşruiyetin en önemli kaynaklarından biri olduğunu vurgulayan Bahçeli, belirli etnik ya da bölgesel kimliğe dayalı bir hareketin, şiddetle ilişkilendirilmesi halinde geniş toplumsal desteğe ulaşılamayacağını belirtmiştir. Ona göre, siyasal temsilin adil ve kapsayıcı olmaması, demokratik sistemin işleyişini aksatmakta ve halkın siyasete olan güvenini zedelemektedir. Bu nedenle terörsüz bir Türkiye’nin inşası, yalnızca güvenlik politikalarıyla değil; kapsayıcı siyaset ve toplumsal uyum politikalarıyla mümkün olabilecektir.

Bahçeli ayrıca, siyasi partilerin kuruluş, program ve faaliyetlerinin Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu felsefesiyle ve Anayasa’nın ilk dört maddesiyle çelişmemesi gerektiğini ifade ederek, siyasal sistemin temel değerlerle uyum içinde yapılandırılmasının önemine dikkat çekmiştir.

“Siyaset müessesesinin başlıca sorumluluğu, Türkiye’nin geçmişten bugüne taşıdığı sorun alanlarını cesaretle ele almak, toplumsal uzlaşıyı sağlamak, katılaşmış diyalogları ve peşin hükümleri aşmaktır.”

Bahçeli, temel hak ve özgürlükler konusunda da şu görüşleri dile getirmiştir:

“Her insanın devredilmez, dokunulmaz ve vazgeçilmez hakları vardır. Bu hakların korunması ve işlerlik kazanması esastır. Siyaset anlayışımızın öznesi insan, nesnesi devlet, yüklemi demokrasi, cümlesi ise millettir. Hür birey, müreffeh toplum ve güçlü devletin inşası, daha insani bir dünyanın gerçekleştirilmesi tasavvur edilmektedir. Yalnızca uzlaşmak değil; adalette, hukukta, ahlakta, vicdanda buluşmak hedeflenmelidir.”

Makalenin sonunda sivilleşme vurgusu yapılmakta, terörün militarist anlayışından uzaklaşmanın ve şiddetten arındırılmış bir siyasal kültürün inşasının zaruri olduğu belirtilmektedir. Bu bağlamda, silahlı örgütlerle ilişkili geçmişe sahip yapıların hem söylem hem de örgütsel yapıları itibarıyla sivilleşmeleri gerektiği ifade edilmektedir. Yurttaşlık bilincinin gelişimi de bu dönüşümle mümkün olabilecektir.

Bahçeli ayrıca kimlik tartışmalarına ilişkin olarak, Batı’daki ve Türkiye’deki kimlik tanımlarının farklılıklarına dikkat çekerek, bölgeciliğe dayalı etnik siyasetin aşılması gerektiğini belirtmiş ve “kimlik” kavramının siyasetin öznesi haline getirilmesinin yanlışlığına işaret etmiştir. Ona göre, “denge sağlama” adı altında bölgesel ayrışmaları olumlayan yaklaşımlar terk edilmeli; millet olma gerçeği ve demokratik kültür doğrultusunda kimlik temelli siyasetin sınırlandırılması gerekmektedir.

Bahçeli makalesinde son olarak yapılması gereken düzenlemeleri şu şekilde vurgulamıştır:

“İlk somut düzenleme Siyasi Partiler Kanunu’nun yenilenmesi olabilecektir. Mevcut kanunda milli devlet niteliğinin korunması başlığında bölgecilik ve ırkçılığı reddeden 82’nci maddeye ilave olarak milli devletin korunmasının her türlü vandalizmin reddi ile mümkün olabileceği ile ilgili bir ekleme yapılabilecektir. Bu aynı kısımdaki 79’uncu maddede bahsedilen devletin tekliğinin korunması ile de ilişkilidir. Devletin bütünlüğü için siyasi partilerin şiddet eylemlerinden uzak durmayı net bir biçimde taahhüt etmesi ve bunun yaptırımlarının artırılması gerekmektedir.

İkinci gerekli düzenleme ise bir siyasi etik yasası çıkarılmasıdır. Toplumsal kaynaşmanın ana sütunlarından birisi de temsildir. Modern sonrası dönemde ise temsilde ‘dışlanma’ duygusu yaygınlaşmış, özellikle ‘kimlik’lerin kamusal ve siyasal alanda daha yoğun bir biçimde görünürlüğünün artması, temsilde adalet ilkesinin yorumlanmasını gündeme getirmiştir.

Temsil edilmediğini düşünen kişiler/gruplar/kesimler, dışlanmışlık hissiyle ya apolitize olacak ya da tam tersi bir istikamette aşırı politize olarak sisteme ve mevcut yönetime karşı gerçekçi olmayan sübjektif değerlendirmelerde bulunabilecektir. Dolayısıyla dışlanma duygusunun azaltılması için, vatandaşı ilgilendiren konularda daha açık, adil ve etkili politikalar geliştirme zorunluluğu yanında temsil biçimlerinin geliştirilmesi ve uygulamaların da bu doğrultuda olması gerekmektedir.”

Bahçeli, 11 Nisan 2025 tarihinde “Terörsüz Türkiye Hedefi Kapsamında” yapmış olduğu basın açıklamasında Terörsüz Türkiye gayesinin daha fazla uzamadan gerçekleşmesi, on yıllara sâri terör melanetinin ortadan kalkması gerektiğini yinelemiştir.

Önümüzdeki günlerin oldukça kırılgan ve nazik olduğunun altını çizen Bahçeli, “27 Şubat İmralı çağrısı karşılık bulmalıdır. Cumhur İttifakı olarak samimi, sabırlı, duyarlı, dürüst, yapıcı mahiyetli siyasi ve milli duruşumuzun son etabı ülkemizin terör kamburundan tamamen kurtulmasıdır. Sayın Cumhurbaşkanımızın Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde DEM Parti heyetiyle yaptığı görüşme hem içerik hem ilerleyiş hem de simgesel ifade bakımından takdire şayandır” diyerek meselenin sahibinin Türkiye Cumhuriyeti devleti olduğunu bir kez daha vurgulamıştır.

Bahçeli’nin şu mesajları ise yukarıda altını çizdiğim gibi dış politik gelişmeler karşısında stratejik hamlesinde ısrarlı ve tutarlı olması açısından dikkate değerdir: 

“DEM Parti’nin tutarlı açıklamalarına ve gerçekçi adımlarına Sayın Cumhurbaşkanımızın müstesna, muteber ve mütekâmil şekilde muamelede bulunması terörsüz Türkiye umutlarını çok daha güçlendirmiştir. Elbette PKK terör örgütünün kongresini toplayarak Siyonist ve emperyalist komploların devreye girmesine fırsat vermeden silah bırakması ve örgütsel feshi sonuçlandırması kısa süre içinde temin edilmelidir.

Üçüncü tarafların suyu bulandırmasına, akılları çelmesine, nifak kazanını ateşlemelerine azami düzey ve ölçüde hazırlıklı olmanın yanında tedbir ve temkini elde bırakmamak esasen ve usulen zorunluluktur. Karşılıklı güven, empati ve hoşgörü çemberinde terörsüz Türkiye vuslatının şafağı sökmelidir.

Milliyetçi Hareket Partisi ve Cumhur İttifakı egemenliğin kayıtsız şartsız milletimizde olduğuna tam inanç ve bağlılık göstererek küllerinden doğan Anka Kuşu’nun cihana kanat açmasına, kutlu ülkülerimize adım adım ulaşılmasına sonuna kadar hizmet edecek, destek olacaktır. Bu bizim için siyasi bir konudan öte vatan görevi, çiğnenmesi mümkün olmayan milli bir yemin bahsidir.”

Bahçeli’nin değineceğimiz son yazısı, 14 Nisan 2025 tarihinde “Cumhuriyet Halk Partisi’nin Kriz, Kaos ve Kargaşa Siyasetiyle İlgili” yapmış olduğu basın açıklamasıdır. Bahçeli “Siyasetin dost-düşman kategorisine tasnif ve teşmili yapılarak icrası, milli ve manevi değer yargılarının aleyhine ikmali, anayasa ve yasaların bağlayıcılığını ihlal ederek ilerleyişi hukuk ve demokraside devasa çatlaklara, hatta vahim çarpıklıklara sebep olacaktır. diyerek başladığı açıklamasında, “Terörsüz Türkiye’nin bahar ve barış iklimi adım adım tesis ediyorken, dünyanın diplomasi nabzı Antalya’da atıyorken, bölge ve küresel siyasette sözü dinlenen bir irade devamlı yükseliyorken CHP’nin bozguncu siyaseti husumet ve huşunetin sonucudur. diye devam ettirmektedir. Açıklamanın en dikkat çekici bölümü ise şurasıdır:

“İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni saran hırsızlık, rüşvet ve yolsuzluk iddialarından dolayı Silivri Cezaevi’nde bulunan zanlı Ekrem İmamoğlu’yla ilgili mahkeme süreçlerinin ivedilikle görüşülüp karara bağlanması gerekmektedir. Tanık ifadeleri, sarih ve sahici delillerle birlikte diğer sair bilgi, belge ve bulguların dava dosyasına eksiksiz ilavesinin yapılması suretiyle kovuşturma etapları tamamlanmalı, şayet zanlı Ekrem İmamoğlu suçsuzsa beratı, değilse tecziyesi maşeri vicdana muvafık halde mutlaka ve olabilecek en kısa sürede temin edilmelidir.”

Sayın Bahçeli’nin bu açıklamasının doğrudan muhatabının Erdoğan olduğu açıktır. Bahçeli tarafından, kendisi ve MHP için varoluş sebeplerinin güncellendiği, paradigma değişikliğinin yaşandığı, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılı için yeni önermelerin yapıldığı bir dönemde gündemin bu şekilde meşgul edilmesine adeta tepki gösterilmiştir. 

Nasıl Bir Türkiye Yüzyılı?

Bahçeli’nin her iki makalesindeki ifadelerine bütünlüklü bir çerçeveden baktığımızda; silahlı mücadelenin sona erdirilmesi ve örgütün kendi iradesiyle feshedilmesinin bir son değil başlangıç olarak kabulü, pazarlıksızlık vurgusuna rağmen sivil siyasetin güçlendirilmesiyle birlikte toplumsal uzlaşıya dayalı yeni bir anayasa hazırlanması, demokratikleşme adımları olarak yeni anayasa aracılığıyla kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı ve denetim mekanizmalarının güçlendirilmesi, siyasi partiler yasasının değişikliği, Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesin kültürel ve diğer haklarının güvence altına alınacağı vurguları aslında “örgütün feshini” aşan “yapılsalcı ve yenilikçi” bir çözüm iradesine işaret etmektedir.  

Bu yol haritası, teorik düzlemde Türkiye’nin demokratikleşme sürecine dair kayda değer bir vizyon sunmaktadır. Ancak bu vizyonun en zayıf halkaları, uygulamaya dair mekanizmaların henüz belirsiz oluşu ve toplumsal temsiliyetin sınırlılığıdır.

 “Türkiye Yüzyılı” sloganıyla, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılı için yüzyıllık bir projeksiyon ileri süren Cumhur İttifakı, Cumhuriyet’in Kürtlerle kurduğu ilişkiyi yeniden tanımlama anlamına gelen bu reformları hayata geçirecek midir? Bahçeli bu iradesini koruyup hayata geçirmesi durumunda sadece terörü bitirmekteki rolü değil aynı zamanda Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında yapısal bir dönüşümün de tetikleyicisi ve icracısı olarak kayda geçecektir. 

Bahçeli, Erdoğan ve Öcalan’ın liderler seviyesinde yürüttüğü bu süreç ancak çok yönlü bir toplumsallaşma ve siyasal mekanizmaların kurulması ile gerçek bir dönüşümü sağlayabilir. Liderlerle sınırlı bir çerçevede, toplumsal meşruiyet üretimi eksik kalacaktır. Bu nedenle sürecin, yalnızca yukarıdan aşağıya değil; aynı zamanda aşağıdan yukarıya akan bir toplumsal müzakere zeminiyle desteklenmesi elzemdir.

Bahçeli’nin önerdiği reform çerçevesi, yalnızca çözüm sürecinin sağlıklı neticelenmesinin değil, Türkiye’nin içinde bulunduğu çok katmanlı krizden (ekonomik kırılganlık, hukuki çöküntü, toplumsal kutuplaşma, dış politika izolasyonu) çıkışın da anahtarı olabilir. Bahçeli böylelikle inşasında başat rol oynadığı Başkanlık sisteminin hastalıklarından arınmasını sağlayabilir. Bizim tercihimiz elbette ki parlamenter sisteme dönüştür, siyasi hedefimiz budur. Ancak ittifakı açısından sistemin reforme edilmesi birçok krizi sona erdirebilir. 

Devlet Bahçeli’nin işaret ettiği reform hattı yalnızca bir güvenlik meselesi olarak değil, bütüncül bir siyasal yeniden yapılanma çağrısı olarak okunabilir. Nitekim Bahçeli’nin 66’ncı maddeyi çağrıştıran ifadeleri ancak böylesi bir tartışma içinde anlamına kavuşabilir. Eğer bu perspektif samimi bir iradeye dönüşür ve süreç sivil aktörlerle birlikte yürütülürse, Türkiye’nin siyasi tarihi açısından bir kırılma anına şahitlik ediyor olabiliriz.

Şu aşamada kimse bu sürecin nereye evrileceğini kesin olarak öngöremez. Ancak ortada olan şudur: Türkiye’de barış arayışlarının devlet aklıyla buluştuğu her teşebbüs tarihi fırsatlar barındırmaktadır. Bahçeli’nin çağrısı ile birlikte artık bir yol haritasına dönüşen süreç de tam da bu bağlamda, ikinci yüzyılın yönünü belirleyebilecek bir eşik olabilir.