Ortadoğu-Türkiye savruluyor mu?

Başta Suriye olmak üzere Ortadoğu’daki gelişmeleri kaygıyla izlemeye devam ediyoruz. İsrail’in; ABD’nin açık, Arap ülkelerinin de örtülü desteğini alarak Suriye’de giderek etkinleşmesi doğal olarak Türkiye’yi rahatsız ediyor. Türkiye’nin kendi güvenliği için aldığı önlemler ise İsrail’i rahatsız ediyor. Öyle ki, dış politika aktörleri artık Türkiye’nin fiilen İsrail ile sınır komşusu olduğunu dillendiriyor.

ABD fiilen bölgede olmamakla beraber, Suriye’de ana aktör olmaya devam ediyor. Yeni Suriye yönetiminin (Colani – HTŞ) SDG ile aynı masaya iki eşit güçmüş gibi oturtması Suriye’de örtülü de olsa, özerk bir Kürt yapılanmasının fiilen gerçekleştiğini gösteriyor. Ayrıca PYD, silah bırakmadan silahlı yönetimin bir parçası haline geliyor. Böylece ABD, BOP bağlamında bir taşla iki kuş vurup, amaca ulaşmanın önemli bir adımını daha atmış oluyor. AB Temsilcisinin Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ile görüşmesini iptal etmesi, İsrail’in Suriye’deki havaalanlarını bombalayarak Türkiye’ye gözdağı vermesi ve Trump’ın Erdoğan’a yönelik övgü dolu açıklamalarını (07 Nisan 2025), Türkiye, Trump ve Netanyahu ekseninde sessizce varılan bir mutabakatın işaretleri olarak da okumak gerekir.

EŞBAŞKANLIKTA SONUÇ ALMAK…

Erdoğan 04 Mart 2006’da yaptığı bir konuşmada “BOP’un Eşbaşkanı” olduğunu itiraf etmişti. Erdoğan daha sonra üstlendiği bu eşbaşkanlık görevini övünerek mitinglerde, grup toplantılarında defalarca dile getirdi. Ancak bugün geldiğimiz nokta şu: Türkiye; bugün itibariyle BOP’un hem hedefi hem de uygulayıcısı rolü verilen bir aktörü konumuna aşama aşama ve bilinçli politik tercihlerle getirilmiştir. Trump boşuna “Suriye’nin anahtarı Türkiye’nin elinde” demiyor. Çünkü eşbaşkanlık görevi Erdoğan’da…

Bu amaca ulaşmak için önce Türkiye’de Erdoğan’a “BOP Eş Başkanlığı” unvanı ve görevi verildi. Ancak bu görevin Türkiye’nin o günkü idari yapılanması içinde yerine getirilmesinin zorlukları vardı. Örneğin 25 Şubat 2003’te TBMM’ye sunulan ve “1 Mart Tezkeresi” olarak adlandırılan “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması için Hükûmet’e yetki verilmesine ilişkin başbakanlık tezkeresi” Parlamentodan geçememişti. Güçler ayrılığı ilkesi Türkiye’nin çıkarlarının korunmasında en büyük güvenceydi. Ancak bu durum, emperyal güçlerin hedeflerine ulaşmasını zorlaştırıyordu. Dolayısıyla emperyal güçlerin amaçlarına ulaşmaları için yönetim modelinin değişmesi gerekiyordu.

“Tek adam rejimi” olarak adlandırdığımız Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin getirdiği merkeziyetçi ve denetimsiz yönetim modeli, küresel güçlerin Türkiye üzerinden bölgedeki planlarının daha kolay uygulamasını mümkün kılmıştır. Çünkü;

a) Yasama organı yani TBMM, işlevsizleştirilmiş iradesi tümüyle Sarayın kontrolüne verilmiştir. Bir Meclis düşünün, seçilen milletvekilini (Cana Atalay) hapisten çıkaracak güç ve onurdan yoksun bırakılmıştır. Öte yandan Ortadoğu’daki gelişmeleri bütün dünya yakından izlerken TBMM’nin “Güvenlik ve İstihbarat Komisyonu”nun toplanamaması Meclisin Saray bürokrasisini bile aşamadığını ortaya koymaktadır.

b) Yargı organı, siyasi otoriteden aldığı talimatla karar veren bir aparata dönüşmüştür. Anayasa Mahkemesi kararlarının uygulanmadığı bir düzende, hukuk devleti ortadan kaldırılır, ülke emperyal güçlerin oyun alanına döner.

c) Yürütme organı ise, liyakatsizliğin egemen olduğu, tümüyle edilgen, aldığı talimatları yerine getiren bir organ konumuna sokulmuştur. Bakanların istifa etme haklarının bile olmadığı bu garip, garip olduğu kadar da akıldışı bir yapılanma bilinçli olarak oluşturulmuştur.

d) Öte yandan kamu kaynaklarının belirli sermaye gruplarına aktarılması, alt gelir gruplarından bir avuç üst gelir grubuna (5’li çeteler) olağanüstü bir kaynak transferine yol açmış; gelir dağılımında adaletsizlik derinleşmiş, ekonomik eşitsizlik toplumsal barışı tehdit eder hale gelmiştir. Türkiye, küresel sermaye karşısında kırılgan bir ekonomi yapısına bürünmüş, ulusal bağımsızlığımız büyük ölçüde zarar görmüştür.

TÜRKİYE’YE BİÇİLMEK İSTENEN ROL…

Bu yapı oluşturulduktan sonra emperyal güçlerin Türkiye’ye biçtiği rolü şöyle tanımlayabiliriz.

a) Kırılgan Yönetim Modeli: Uluslararası baskılar karşısında dirençsiz, kırılgan bir yönetim modelinin oluşturulması sağlanmıştır. Üzülerek ifade edelim ki bu yapı büyük ölçüde oluşturuldu. Orta Asya Türk Devletlerinin Güney Kıbrıs’ı tanıması, Türkiye’nin Akdeniz’deki haklarını (Mavi Vatan) yeterince savunamaz noktaya gelmesi bu sürecin tipik örneğidir.

b) Bölgesel Manipülasyon Aracı: Türkiye, iç işleyişi manipüle edilerek bölgesel sınır değişikliklerinde bir geçiş kapısı olarak kullanılmak istenmektedir. Bölgesel krizlerin çözümünde değil, krizlerin yönetilmesinde aracılaştırılan bir ülke konumuna itilmiştir.

c) Avrupa’nın jandarmalığı: Türkiye’nin jeopolitik konumu, O’nu küresel siyasette vazgeçilmez bir aktör haline getiriyor. Boğazları kontrol etmesi, Ortadoğu, Kafkasya ve Doğu Akdeniz üzerindeki etkisi ve NATO’nun ikinci büyük ordusuna sahip olması Türkiye’ye büyük bir stratejik avantaj sağlıyor. Ancak Saray yönetimi bu gücün farkında değil… İçine düşürüldüğü ekonomik çıkmaz Türkiye’yi Avrupa’nın jandarmalığına sürüklüyor. Türkiye ile Avrupa Birliği arasında 16 Aralık 2013 tarihinde Ankara’da imzalanan “Geri Kabul Anlaşması” bunun tipik bir örneğidir. Bu anlaşma ile Türkiye, bir “sığınmacı – kaçak insan çöplüğü”ne dönüştürülmek istenmiştir. Oysa bugün AB, Türkiye’ye, Türkiye’nin AB’ye ihtiyacından daha fazla bağımlı hale gelmiştir. Dolayısıyla Türkiye’nin de bu jeopolitik avantajını sadece iç politika malzemesi olarak kullanmak yerine, uzun vadeli bir ulusal çıkar perspektifiyle hareket etmesi gerekiyor.

DİKTATÖRLER YIKIM GETİRİR…

Diktatörler; bireysel zekâları, karizmaları veya kişisel yetenekleriyle değil, onları iktidara taşıyan ve orada tutan iç ve dış güçlerin stratejik tercihi olarak varlık gösterirler.

Tarihteki otoriter liderlere bakıldığında, hiçbirinin kendi başına yükselmediğini, belirli iç veya dış güç merkezleri tarafından desteklenerek meşrulaştırıldığını görüyoruz.

Emperyal güçlerin yarattığı büyük 2001 ekonomik krizi sonucunda iktidara getirilen Erdoğan da bunun tipik bir örneğidir. Küresel sermaye ve Batılı güçler, onu “Ilımlı İslam” modeli, BOP Eş Başkanı olarak desteklemiştir. Kritik zamanlarda kontrollü tansiyon yönetimi ile iktidarını sürdüren Erdoğan’ın arkasındaki iç dinamikler ise sermaye grupları ve cemaat yapıları olmuştur. Ancak unutulmamalıdır ki Erdoğan bir aktör değil, bir araç, bir üründür. Görünen o ki BOP tamamlana kadar da desteklenmeye devam edecektir… (Trump’ın “Suriye’nin anahtarı Türkiye’nin elinde” sözü bu gerçeğin altını çizmektedir.) Çünkü yurt dışındaki malvarlıkları nedeniyle teslim alınanlar, emperyal güçlerin kullanışlı aparatlarına dönüşürler.

Öte yandan, otoriterleşme süreçleri ancak şu üç faktör gerçekleştiğinde kırılabilir:

1.Yeni bir toplumsal mutabakatın oluşması: Toplumsal hareketler ve siyasi aktörlerin (elitlerin) ortak bir düzlemde birleşmesi zorunludur. Millet İttifakının kuruluş amacı buydu. Bu toplumsal ittifakın genişletilerek sürdürülmesi bugün her zamankinden daha büyük bir öneme sahiptir. Toplumsal barışa dayalı demokratik ortak zemin güçlendirilmelidir.

2.Ekonomik krizlerin yönetilemez hale gelmesi: Hızla bu noktaya doğru ilerliyoruz. Salt para politikalarıyla ekonominin yönetilmesi mümkün değildir. Yapısal reformlara ve üretime dayalı kalkınma modeline geçilmesi şarttır.

3.Dış aktörlerin baskısının artması: Dış aktörler, Türkiye’yi kendi bölgesinde etkisizleştirmek için yoğun çaba harcıyorlar. Üstelik bu aktörlerin önemli bir kısmı bize dost olarak gösterilen yapılardır…

Sonuç olarak; Türkiye’nin bu kıskaçtan kurtulması için güçlü bir toplumsal mutabakat, liyakate dayalı devlet yönetimi anlayışı, hukuk devleti ilkesine dönüş ve ulusal çıkar odaklı bir dış politika anlayışı şarttır. Türkiye, kendi halkının refahını ve bölgesel barışı önceleyen çok merkezli, dengeli ve bağımsız bir rota izlemelidir.

Aksi halde, sadece bu düzene uyum sağlamaya çalışan bir aktör değil; onun içinde işlevselleştirilen, ama karar verici olmayan bir “bağlı ülke” haline geliriz.