Pazartesi Cenevre’deki bir otelde akşam yemeğiyle başlayan salı günü BM merkezindeki tarafların pozisyonlarını sunmasıyla devam eden ve Genel Sekreter Guterres’in inisiyatifiyle gerçekleşen “gayriresmi” Kıbrıs görüşmeleri bu yazının kaleme alındığı saatlerde henüz sonuçlanmamıştı.
Ama sorunu yakından takip eden kimse sorunun çözümü yolunda ilerleme kaydedilmesini beklemiyordu. Zaten aksi mucize olurdu. 1968’den bu yana farklı içeriklerle süren görüşmeler beşli formatta gerçekleşti diye tarafların pozisyonların taviz verip bir kaç saat içinde her konuda anlaşması, eve çözüm paketiyle dönmesi mümkün değildi. Önemli olan buluşma, ortada çözüm iradesi olduğunu dünyaya göstermekti.
Cenevre’de bu sağlandı. Tüm tarafların çözüm istediği, statükodan memnun olmadığı tescillendi. Ancak çözüm yöntemi üstünde anlaşıldığı kadarıyla bir mutabakat sağlanamadı. Rum tarafı karşısındakinin tanınmamış dahi olsa bir devlet başkanı olduğunu kabüllenemedi, siyasi eşitlik belli ki fikrini reddetti.
Çok olasıdır ki Rumlar Crans Montana’dan geldiklerini, 2017’de bıraktıkları yerden başlamak istediklerini vurguladılar, Türkler ise mümkünse iki devletli, değilse konfederal bir çözümü istediklerini anlattılar. Buna varmak, içerikli müzakereler başlamak için öne sürdükleri koşullarını tekrarladılar. Rumlar da “Türkler rahatlar çözümden kaçar” gerekçesiyle karşı çıktılar.
Ama umutlar bence bu kez de sönmedi, söndürülmedi. Kıbrıs sorunu ne BM’nin ajandasından çıktı, ne de bu iş buraya kadar dendi. Büyük olasılıkla müzakereler bundan sonra da sürecek, suni teneffüsle yaşatılmaya çalışılan bir arada olma iradesi yine canlı tutulmaya çalışılacak. Tüm taraflar da çözüm istiyormuş gibi yapacak.
Oysa 1964’den bu yana ayrı yaşayan iki toplumu birleştirmek için çaba harcamak anlamsız. Artık ne birbirlerini anlıyorlar, ne de ortak bir dil konuşuyorlar. Onları birleştiren tek şey sağdan direksiyonlu arabaları ve İngiliz sistemli elektrik fişleri. 2004’de dünyanın en kapsamlı federasyon planını reddeden Rumların bugün benzerine razı olmasını beklemek hayal.
1977 ve sonra 1979’da iki toplum lideri temel çözüm parametresi olarak federasyonu kabul etti diye BM’nin hala federasyon fikrini desteklemesi de gerçekçi değil. Annan Planın ötesinde hangi çözüm bulunacak da iki toplum bir arada yaşamaya, toprak ve mülk başta olmak üzere tavizler vermeye, birleşme gerçekleştikten sonra çıkacak siyasi krizleri birlikte aşmayı başaracak.
Unutmayalım Kıbrıs Almanya gibi aynı dili konuşan, ortak tarihe ve tarih anlatısına sahip olan bir ülke değil. Almanya birleşti diye Kıbrıs’ın da birleşmesi gerekmiyor. Ayrıca 1960 Cumhuriyeti Kıbrıslıların istemesi yüzünden kurulmadı. Onlara, özelliklere de Rumlara rağmen NATO üyesi iki ülke karşı karşıya gelmesin, Kıbrıs hezeyanına gelip çatışmasın diye Türkiye ve Yunanistan’ın rızasıyla kuruldu.
Bugün Türkiye ve Yunanistan ne kadar birleşebilirse Kıbrıs’ın iki kesimi de o kadar birleşebilir. Olsa olsa AB çatısı altında bir araya gelebilir. Zor olmakla birlikte dünyaya bu gerçeğin anlatılması, birleşmenin çözüm demek olmayabileceğinin tartışılması şart. Çekoslovakya bölündükten, Kosova bağımsızlık kazandıktan sonra KKTC neden bağımsız, daha doğrusu ayrı bir devlet olmasın?
Eğer ille de tek bir devlet çatısı altında yaşayacaklarsa, egemenliği paylaşacaklarsa, o zaman bu iki toplumun en az temas edeceği, iki kesimin kendi sorunlarına çözümler üreteceği, birinin yaşadığı siyasi değişim ya da krizden diğerinin en az etkilenebileceği şekilde olmalı. Yani Kıbrıs’ta konfederal bir yapı kurulmalı.
Fakat BM’den de bu gerçekler ışığında bir karar kolay kolay çıkmaz. Korkarım Guterres de ondan sonra gelecek Genel Sekreterler de tıpkı öncekiler gibi imkansızı aramayı sürdürür, Kıbrıs’ın iki tarafındaki iyi niyetli insanlar günün birinde birleşebileceklerine, geçmişin yaşanmamış nostaljini gelecekte yaşayabileceklerine inanmaya devam ederler.
Geriye toprak ve mülkiyet konuşmak, geçmişin yaralarını sarıp iki toplumun yan yana yaşamasını sağlamak, Türkiye ile Yunanistan arasındaki en ciddi sorunu çözmek yerine güven arttıracağı varsayılan önlemleri almak, çözmeden çözüyormuş gibi yapmak kalır. Ve paradoksal bir şekilde bu dahi Türkiye de dahil tarafların üstündeki siyasi yükün hafiflemesini sağlar…