Terör “şeysi” ve Suriye’deki gelişmeler

Suriye’den son günlerde gelen kötü haber Lazkiye ve Tartus’ta Nusayrî katliamına dönüşen kanlı olaylardı. İyi haber ise Şara ile Mazlum Abdi’nin el sıkışıp anlaşmasıydı. Elbette ikisi birbiriyle bağlantılı. İki gelişmenin arkasında Türkiye ve İran’ı teşhis edince taşlar yerli yerine oturuyor. Türkiye barıştan yana yapıcı bir rol üstleniyor, İran ise kaybettiği itibarının peşinde ortalığı kana buluyor. Şam yönetiminin Kürt bölgesini sisteme entegre etmesi anlamına gelen Şara-Abdi anlaşması, dördüncü maddede açıkça belirtildiği üzere ihtilaf konularını kökünden çözmüş. Üstelik bu anlaşma, Suriye’nin Akdeniz sahilinde İran’ın kışkırttığı ayaklanma teşebbüsüne bir cevap niteliğinde.

Şara ve Abdi sorunu tek hamlede neticeye bağladılar

Sezgilerinizle içeriğini zenginleştirebileceğiniz bir gelecek hızla gözlerimiz önünde inşa ediliyor. Kürt siyaseti, neredeyse tam kadro tarihin barış ve refahtan yana olan tarafında kök salıyor. Bahçeli’nin ve Erdoğan’ın açıklamaları, Tuncer Bakırhan’ın cevabıyla geçen haftanın gündemi YPG’nin silah bırakmasıydı. Görüyorsunuz Şara ve Abdi, sorunu tereyağından çeker gibi tek bir hamlede neticeye bağlamış oldular. En önemlisi tehdit yok, baskı yok, pazarlık yok. Anlaşma maddelerinin ruhu, kader birliği etmiş bir halkın karşılıklı güven esası içinde ortak geleceğe dair irade beyanlarını yansıtıyor.

Sadece Suriye’de değil, Kürt coğrafyasının tamamında Kürtler enerjilerini medeni ve barışçı bir gelecek inşa edecek fırsatların peşine takmışlar. Adeta ortak bir akıl devrede. “Şu konuda yanlış yapıyorlar veya yaptılar” diyebileceğiniz tek bir ayrıntı bile yok. Şu Süreç adı verilen akışın tarafı olarak kusursuz ve eksiksiz bir sorumluluk sergiliyorlar.

Karar alıcılardan endişe dolu mesajlar ve “İç Cephe” edebiyatı

Sorun devleti yönetenlerin ve söz sahibi siyasetçilerin kuşkularla, endişelerle dolu mesajlarında. Çoğu zaman sözler ve tutumlar maksadı aşıyor, havayı zehirliyor.

Şu “İç Cephe” edebiyatı mesela. Ne cephesi? Ülkemiz savaş alanı mı? Cephelerin, mevzilerin, hamasetin olduğu yerde “kardeşlik” dediğimiz kader birliği nasıl gerçekleşir? Hemen yanı başında zamanın ruhuna aykırı terör retoriğinin bıkkınlık veren klişeleri tekrarlanıyor.

Ön yargılardan, klişelerden, alışkanlıklardan vazgeçmemizi gerektiren bir dönemeci aşıyoruz.

En başta da terör hakkındaki basmakalıp yargıları ve bu kavram üzerine inşa edilen yöneten-yönetilen ilişkilerini gözden geçirmeliyiz.

Terör silahı

Terör silahı kimin elinde olursa olsun, bir hükmetme tekniğidir. “Halk ya terörle, ya da erdemle yönetilir” diyordu, bu kavramı ilk defa icat eden Robespierre. İktidar rekabetinden bu aracı çekip çıkardığınız zaman, oyuncağını kaybetmiş çocuklar gibi perişan olan siyaset esnafının ve savaş ağalarının sudan çıkmış balık gibi nasıl kıvrandıklarını görebilirsiniz.

Terör siyasî bir meta. Baksanıza ne kadar rahat kullanılıyor:

Yıllardır terörle yatıp terörle kalkıyoruz.

“Terörsüz Türkiye”, şu yaşadığımız sürecin resmi adı.

Öcalan’ın çağrısından sonra bir terör örgütü olarak PKK’nın silah bırakmasını ve kendini feshetmesini bekliyoruz.

Terörün yerini kalıcı bir barışın almasını hep birlikte umut ediyoruz.

Kuzey Doğu Suriye’nin Şam yönetimine entegre olması, yüreğimize su serpiyor, terör endişesini azaltıyor.

Bu sefer terörün çirkin yüzünü, Suriye’nin Tartus ve Lazkiye şehirlerinde yakalıyoruz.

Bölgesel sorunlarımızın âkibeti bile terörün serencamına bağlı.

Her şey terörle açıklanıyor, hayatımızın, geleceğimizin merkezinde o duruyor.

Peki doğru mu? Akla ve tecrübeye uygun mu? Ne kadarı abartı, ne kadarı gerçek?

Algılarımızda, anladıklarımızda, dolayısıyla beklentilerimizde aksayan bir şeyler var. Çok kolay kabul ettiğimiz kalıplar iş görmüyor, durumlarla eşleşmiyor. Herkes kestirmeden alış-verişe girişti, ama yanlış giden şeylerin tepesinde “terör” kavramı üzerine inşa edilen kağıttan bir kale duruyor. Üstelik bu abartılar, karşılıklı anlaşmamızı, uzlaşmamızı engelliyor, kendisi başlı başına bir soruna dönüşüyor.

Ben buna “terör şeysi” adını veriyorum.

“Terör şeysi” dediğimi ciddiye almalısınız.

Konuştuğumuz şey terör değil, başka bir şey.

Terörün metalaşmış, şeyleşmiş hali.

Gelin şu terörün ontolojisi ile şu şeyleşmiş halini ayırmayı deneyelim.

Şeyleşme

“Şey” (Latincesi “res”) felsefede teknik bir kavram olarak kullanılır. Şeyleşme (reification) toplumsal ilişkilerin gölgeler altında kalan çok kritik bir alanını açıklayan bir deyim. Marksizmden ilham alan bu kavram, Lucas tarafından başlı başına bir teoriye dönüştürüldü. Bu teori, insanî olan duyguların ve duyarlılığın bir metaya, doğrudan bir “şey”e dönüşmesini konu ediyor. Nitekim Lucas, Marx’dan aldığı “meta fetişizmi” kavramını bir “şeyleşme” teorisi haline getiriyor. Bu deyim, insanın kendine ve çevresine yabancılaşmasının mekanizmalarını açıklıyor. Duygu bir “şey”e dönüşünce, ete kemiğe bürünmüş somut karşılıkları ortalıkta dolaşmaya başlıyor ve bu duygular sonunda bir bedel ödeyerek alınıp satılan bir meta haline geliyor.

Belirtmeden geçmeyelim: Bizim gündelik dilde en sık kullandığımız Arapça “şey”in çoğulu “eşya”dır. İslâm düşüncesinde Tanrı’nın “şey” olup olmadığı bile uzun süre tartışılmıştır. Kelamcıların ekseriyeti Tanrı’yı “şey” olarak görür. Yani bu “şey” kelimesini basit bir “şey” zannetmeyin.

Duyguların ve duyarlılığın metaya dönüşmesi, somut varlıklar gibi şeyleşmesi siyaset piyasası için de geçerli.

Baş köşede “terör şeysi” kavramı saltanat sürüyor.

Terör kelimesi, aslında somut bir durumu değil bir duyguyu, hatta çok yoğun bir duyguyu ifade eder. Türkçede tam karşılığı “dehşet”, korkunun en ileri halidir. Latince kökenli bu kelimeyi siyasi bir kavram olarak ilk defa kullanan Fransız ihtilalinin eli kanlı liderlerinden Robespierre, 1792’de giyotin sürekli çalışırken toplumu dehşet (terör) duygusuna sürükleyerek yönetmekten bahsederken, kelime evrensel kavramlar arasına giriş yapıyor. 1980’lerden sonra Türkçede yaygın kullanıma geçiyor, daha önceleri “tedhiş” kelimesi kullanılıyor.

Türkçede aynı kelimenin Yunanca karşılığını da benzer ama başka tür bir duyguyla özdeşleştirerek kullanıyoruz: “Fobi” (fobos). Terörün eş anlamlısı olan “dehşet”, Arapça bir kelime ve ne ilginçtir ki Türkçede karşılığı yok.

Kelimelerin fetiş haline gelmesine, can alıp can vermesine, hatta kutsallık zırhına bürünüp dokunulmaz olmasına karşı, foyasını meydana çıkartacak çok ama çok basit bir yöntem var. “Kral çıplak” diyebileceğiniz bir gözlük adeta.

Fetiş haline gelmiş kelimeler yerine eş anlamlısını kullanın. Terör ile aynı duyguyu ifade eden dehşet kelimesini kullanabilirsiniz: Dehşetin sona ermesi, dehşet örgütleri, dehşetsiz Türkiye, dehşetle mücadele kanunları, dehşet suçları vs. Anlam, çağrışımlar ve algılar nasıl da değişiyor, öyle değil mi?

Terör kelimesinin şeyleşmiş (metalaşmış) hali artık bir duyguyu değil bu duyguyu temsil eden somut bir varlık haline geliyor. Devlet terörü dendiği zaman kontrgerilla birimlerini, örgütle birlikte anıldığı zaman kötülük timsali bir iblisi, canavarı ifade ediyor. Çirkin karanlık gözlerle bakıyor, sivri dişlerinden kan damlıyor. Terörle mücadele eden bütün birimler, kanunlar ve cezalar bu somut varlığa göre biçimlenen bir dünyayı oluşturuyor. Neticede koskoca bir iktidar ilişkileri ağının söze ve fiile dönüşen görünür bağları ve yapıları olarak önümüze çıkıyor. Üç yanımız deniz, dört yanımız düşman ve içimizde her yer terörist dolu olunca, iktidarların ve güç sahiplerinin hukuka, akla, kamusal ihtiyaçlara uygun davranmasına gerek kalmıyor. Olağanüstü şartlar, olağanüstü keyfi araçlar yaratıyor; siyasetçi eline geçirdiği bu sopayı zahmet çekmeden sağa sola savurarak hükmünü yürütüyor. Olan bize oluyor, bu metalaşmış terör silahı yolsuzlukların üzerini kapatıyor, temel haklarımız başta olmak üzere bütün vatandaşlık haklarımızı elimizden alıyor. Ülke tımarhaneyi andıran açık bir cezaevine dönüyor. Ortalık terör alıp satan siyaset bezirganlarından geçilmiyor.

Peki şimdi ne oluyor?

Somutlaştırmak için kırık plağın takıldığı yere, yani Suriye’nin Kürt bölgesine bakalım.

Terör “şeysi”

Mümtaz’er Türköne yazdı: Terör “şeysi” ve Suriye’deki gelişmeler

Rojawa-Cezire ve YPG

Rojawa, Kürt milliyetçilerinin Suriye’nin Kuzey Doğusunda YPG-PYD’nin silah gücüyle hâkim olduğu bölgeye verdikleri isim. Pan-Kürdistler için dört parçadan oluşan Büyük Kürdistan’da bulunduğu yeri ifade etmek üzere Kürtçe “Batı” anlamına geliyor. Bu bölgenin tarihi adı ise Cezire veya Kürtçe telaffuzla Cizre. Bu kelime de bölge Fırat ve Dicle arasında kaldığı için “ada” anlamına geliyor.

Cezire, Kürt milliyetçilerinin Bağımsız ve Birleşik Kürdistan idealinin en zayıf halkasıydı, Suriye iç savaşı ve ABD’nin kol-kanat germesiyle bugün Türkiye Kürtleri için en gerçekçi teritoryal hakimiyet alanı haline gelmiş durumda. Bu yüzden kavga burada kopuyor ve Türkiye’de esen barış rüzgarlarının veya “Terörsüz Türkiye” arayışının zembereği tam olarak bu bölgede yer alıyor.

YPG’nin silah bırakması sorunsalı, işte tam olarak benim “terör şeysi” dediğim siyasî yabancılaşma meselesi olarak önümüze kondu. Terör, bir duygu ve bu duyguyu kullanan bir araç olmaktan çıkıp somut karşılığı ile eşleşince, bu sorunsal da anlamsız bir şekilde karşımıza aşılması gereken zorlu bir engele dönüşüyor.

Bu engeli aşmak için, şu büyülü terör kelimesine değil en başta sosyolojiye, sonra tarihe ve coğrafyaya müracaat etmek gerekiyor.

Kürtlerin hiç olmazsa bir kısmının, Pan-Kürdist idealler peşinde Bağımsız-Birleşik Kürdistan hayali kurdukları ortada. PKK, bu idealle beslenerek tam 41 yıldır başımıza terör belasını sararak, bize kan kusturdu. Öcalan, yaptığı çağrı ile Kürtlerin elinden ulus devlet, federasyon, özerklik ve hatta kültüralist çözümleri çekip aldı. Onun bu çağrısını ve olumlu karşılık bulmasını mümkün kılan ise Cezire’de kurulmaya çalışılan statüydü.

Cezire’deki statü, bu yüzden Sürecin en stratejik kısmını meydana getiriyor.

Şiddet veya barışçı çözüm; metalaşmış terörün bizi soktuğu keskin dilemma bu; ama tarihe (bilhassa yakın tarihe), sosyolojiye ve coğrafyaya müracaat ettiğiniz zaman karşınıza o kadar zengin bir dünya ve alternatifler çıkıyor ki.

Bütün halklar gibi Kürtler de homojen değil; sosyolojik olarak aşiret yapısı-töre gibi geleneksel bağların yanında, modernleşmenin getirdiği muhafazakâr-laik, hatta sosyalist-dindar ekseni onları da kamplara ayırıyor. Cezire’de PKK yıllarca Barzani yanlılarına baskı uyguladı. Mişel Temo cinayeti unutulmadı. Şimdi farklı kamplarda yer alan Kürtleri uzlaştırmak için Barzani, DEM temsilcileri, Nakşi Tarikatının Halidî kolunun saygın temsilcisi Mürşid Haznevî devrede. Bir uzlaşma sağlanır ve kan davaları sona ererse, bu durum Türkiye’nin de Sürecin de lehine olacak.

Neden?

YPG’nin elinden silahları almanıza gerek kalmayacak. YPG devreye giren sosyolojiye silahlarını zaten teslim etmiş olacak. ENKS saflarında yer alan Kürtlerin özgürce ve hukuk garantisi altında yaşadığı, HÜDA PAR’lıların rahatça dolaşabildiği bir Cezire, hem Suriye merkezî yönetimi hem de Türkiye için güvenli bir alan haline gelecek. YPG adına takılmayın, Kürt silahlı örgütü kendiliğinden, Cezire Kürtlerinin güvenliğini sağlayan ve Suriye merkezi yönetimine entegre olmuş bir iç güvenlik birimine dönüşecek.

Şara ile Mazlum Abdi arasındaki uzlaşma, bu dinamikleri doğruluyor.

Temel insan haklarını güvenceye almış, hukuka ve Suriye’nin toprak bütünlüğüne bağlı birbirine entegre olmuş bir Kürt coğrafyasının, hatta bu coğrafya ile Türkiye’nin açık kapı politikasının hem Kürtlere hem de Türkiye’nin geri kalanına sayısız yararı var.

Bizim bölünme paranoyalarımızın, bölücülük takıntımızın ilacı, örgütlerden ve Türk devletinden önce Coğrafya. Coğrafya bizi kader birliğine mecbur ve mahkum kılıyor. Bu coğrafyada uzlaşamazsak Kürtler yok oluyor, Türkler oyun dışı kalıyor.

Başka şansımız yok.

Bu tablo içinde terör bir dinamik veya aktör olarak yer almıyor. YPG’nin elindeki silahın kendisi değil, bu silahın hangi amaçla kullanılacağı ve nasıl denetleneceği önemli.

İran’ı dışlayan ortak paydada, Suriye’de provokasyon peşinde olan İran’a karşı silahını doğrultacak bir YPG’nin silah bırakmasını kim ister?

Nitekim gelişmeler, bu tercihin haklı ve doğru olduğunu gösteriyor.

“Terör şeysi”nin hala kullanılması geçiş döneminin sancılarının belirtisi

“Terör şeysi” üzerinden, Sürece dair yaptığım bu analizden çıkacak dersle bitirelim.

Kürtler, coğrafi olarak talihsiz bir halk. Enfal ve Halepçe katliamlarını bu talihsizliğin acı örnekleri olarak hatırlamanız durumu anlamak için yeterli. Temel insan haklarına sahip olmak, özgürce yaşamak, hukuk garantisi altında bulunmak gibi, başka toplumlarda doğal karşılanan vatandaşlık hakları Kürtler için yaşamsal mücadele alanı oldu. Böylece yüksek bir hukuk ve temel haklar bilinci geliştirdiler. Talih önlerine ne çıkartır bilinmez, ancak bu konularda donanımlı ve hazırlıklılar. Bu potansiyelleri bölge için her kesimin istifade edeceği bir zenginlik olarak devreye girebilir.

Dikkat çekici bir ayrıntı: Kadın hakları ve kadına yönelik şiddetin engellenmesi konusunda Kürt siyaseti çok yüksek düzeyli bir hassasiyet gösteriyor.

Türk tarafı ise arka planda, daha çok ilgisiz ve mesafeli Sürece bir devlet meselesi olarak bakıyor.

Devlet, görüldüğü kadarıyla yeni durumlara hızla intibak ediyor, esnek davranıyor ve fırsatları değerlendiriyor. Tek sorun iktidar gücünü kullananların eski konforlarından ve siyasî hesaplarından, yani güvenlikçi politikalardan ve toplum iradesini aşan kuşkuculuktan sıyrılamamaları.

“Terör şeysi”nin hala ısrarla kullanılması, bu geçiş döneminin sancılarının belirtisi. Halbuki yanı başımızda değil doğrudan yaşadığımız yerde, içimizde yepyeni bir dünya kuruluyor. Devletin tek ve kalıcı çıkarı sağlam bir hukuk ve temel haklar düzeninden geçiyor.

Hukuk ve özgürlükler düzeni, çoğunluk diktasından çoğulculuğa geçiş yapmış işleyen bir demokrasi Türkiye’nin güvenlik ihtiyaçlarını ve beka sorununun yegâne ilacı. Bu ilacın işe yaraması “terör şeysi” illetinden kurtulmamıza bağlı.