İfade özgürlüğü ve iktidar – Önce kendinizle barışın!

AK Partisi gücünü tahkim ettiği andan itibaren “ifade, medya özgürlüğü” diye bir şeyin sözkonusu olmadığını ilk tecrübe edenlerden biriyim. Dikkat ederseniz medya özgürlüğü “kalmadı” demiyorum. Zira, AK Partililerin deyimi ile “eski Türkiye’de” de medya özgürlüğü yoktu. Ancak hiçbir siyasi güç mutlak kontrolü elinde toplayamadığı için gri alanlar oluşabiliyordu. Sonrası malum; giderek mutlaklaşan bir iktidar, tekelleşen medya ve sınır tanımaz bir tahammülsüzlük.

Sadece, son olarak Halk TV’ye yönelik gözaltıları, tutuklama olayından söz etmiyorum, geçtiğimiz günlerde, dizi dünyasının güçlü ismi olduğu söylenen menajer Ayşe Barım olayı ile bir baraj daha aşılmış oldu. Önce dizi sektöründe tekelleşme yarattığı iddiası ile gündeme gelen Barım, işin sonunda Gezi olaylarının planlayıcılarından olduğu ithamı ile tutuklandı. Dizi dünyasında neler olduğundan haberim yok, ancak tekelleşme diye bir suç isnadı olamayacağını biliyorum. Nitekim, belli ki, konu bu nedenle Gezi mevzusuna bağlandı.

Malum, iktidar Gezi olayları sayfasını bir türlü kapatamıyor veya verimli bir gerekçe olarak kapatmak istemiyor. Barım olayında da asıl mesele belli ki Gezi olayı değil, bu kez dizi dünyası üzerinden kültür- sanat çevresine yönelik bir hamle. Yok, ben TV dizileri dünyasını sanat-kültür dairesinde gören biri değilim, ortada sanat olmadığı kesin, kültürden kasıt da “popüler kültür” ve onun da bir parçası olduğu “kültür endüstrisi.”

Suat Toktaş tutuklandı, Barış Pehlivan ve Kürşad Oğuz serbest bırakıldı

İktidar çevresi bir süredir, “kültürel hegemonya” mevzusu ile meşguldü, hatta Cumhurbaşkanı da, bir konuşmasında “kültürel hegemonya” konusunda başarılı olamadıklarını ifade etmişti. “Kültürel hegemonya” ve “kültür endüstrisi” üzerine uzun uzun yazmak isterdim, ama hiç sırası değil. Zira, gelinen noktada, söz konusu olan daha acil bir konu, iktidarın mevcut “kültürel hegemonya” çerçevesinde gördüğü dizi sektörüne yönelik bir müdahale. Birisi çıkmış, kültür endüstrisine hakim olmak için kaliteli işler üretme yanlısı olan “romantik arkadaşları”nı uyarıyor. Bu alanda da sert kurallar geçerlidir, “parayı veren düdüğü çalar” diyor, Türkiye’nin selameti için “kültür endüstrisinin domine edilmesi gerektiğini” söylüyor. Bu uğurda saçılan paraların neden sonuç alamadığını kurcalamıyor.

“Yeni suçlar icat etmekle meşguller”

Tam da bu nedenle, belli ki, işin parayla olmadığına daha etkili araçların gerekli olduğuna kanaat getirenler, yeni suçlar icat etmekle meşguller. Ayşe Barım’a “Sabataycıların piyonu” diyenden başlayıp, iş “vatana ihanet, casusluk” suçlaması ile yargılanması gerektiğini ileri sürene varıyor.

O nedenle, “Barım olayı ile bir eşik daha atlandı” diyorum. Tehlikeli sular karardıkça kararıyor, yeni suç tanımları, yeni yargılamalar, yeni cezaların önü açılıyor. Sadece haber ve yorum yapmak değil, bu mantığa göre, dizi çekmek de, TV’de sağlık sohbeti yapmak da, günü gelir suç olur hale gelebilecek. Ben faşizm/faşist tabirini, vara yoğa kolay kullanan biri değilim. Ama bu, artık ifade özgürlüğüne karşı “otoriter yaklaşım” değil, düpedüz faşist mantık.

Bu mantık, “ülkemi sadece ben ve benim gibi düşünenler seviyor, o halde ülkenin iyiliği için, neyin olup olmamasına sadece bizim gibiler karar verir ve bir adım ötesinde başka türlü düşünen ve davrananlar cezalandırılır” mantığıdır. Bu mantık, sadece hedef aldığı kişi ve kesimlere hayatı dar etmekle kalmaz, tüm ülkeyi felakete götürür. Eski Türkiye’de kendine laik diyen bir çevreye de derdimizi anlatamadık. Kendileri gibi düşünmeyen, davranmayan insanlar her alanda dışlandı, büyük küskünlükler doğdu. Ben AK Partisi’nin bu zeminden hareket ettiğini ve iktidara gelmelerinin demokrasinin ve hakkaniyetin gereği olduğunu düşünenlerdenim. 

Kültür endüstrisi

Zaman içinde, malum siyasal güç tümüyle ellerine geçti, ekonomik güç bununla birlikte geldi, medya gücünü tekellerine aldılar  yetmedi, tek parti rejimine geçildi. Ama tahammülsüzlük azalacağına arttı, “gözünün üstünde kaşın var” diyene düşman kesildiler. Baskıcı siyaset ve zihniyetin yeni bahanesi, “Türkiye’nin bölgesel güç olma yolunda olduğu”, yeni düşmanları, “Bunu engellemeye çalışanlar.” Ayşe Barım mevzusunun gelip dayandığı gerekçe bu; “kültür endüstrisi”ni bu düşmanlardan kurtarmaya çalışıyorlarmış. Barım’ın hakim olduğu dizi dünyasının ürünlerini de, diğerlerini de, hatta Beyaz Türklerin bayıldığı Netflix dizlerini izleyen beğenen biri değilim. Ama zaten adı üstünde popüler kültür, isteyen onu isteyen bunu izler eğlenir. Bence buradan ulusal güvenlik sorunu çıkarmanın gerisinde, İslamcı çevrenin bir türlü yatışmayan küskünlük, onun ötesinde öfke, onun da ötesinde rövanş alma hırsı var.

Mesele laik çevre ile olan gerilimin devamı da değil. İslamcı çevre, tıpkı Batı dünyasına dair hisleri gibi, “Beyaz Türk dünyası”nı gözlerinde o kadar büyütmüşler ki, bir türlü yenişemiyorlar. Siyaseti, ekonomiyi, medyayı, üniversiteleri ellerine geçiriyorlar olmuyor, sıra dizi sektörüne geliyor. Ergenlerin diliyle söylersek, “eziklik” duygusundan kurtulamıyorlar. Oysa, bırakın ülke için tehdit teşkil edecek bir güç olmayı, “tek dişi bile kalmamış” küçük bir çevreden söz ediyoruz, o kadar. O nedenle, “önce kendinizle barışın”, bunun yapmanın yolu olarak da “kendinize beyaz Türklerin gözünden bakmayın” diyorum.

Diğer taraftan, mesele gözünde büyütmek değil, bir “karşı kültür” alanı kurma çabası ise, yine “kendinizle barışın” diyorum. Bunu yapmanın yolu da, önce şizofrenik ruh halinden kurtulmak olmalı. Bakın, “yozlaşma”, “yabancılaşma” diye başlayıp, buna karşı “ülke müdafaası”na girişenlere. Erasmus proğramı ile yurtdışına öğrenci değiş tokuşunun yozlaştırıcı etkisinden söz eden birinin çocuğu Erasmus proğramına dahil olur. Sabah akşam Batı medeniyeti eleştirisi yapanlar çocuklarını Amerika’da İngiltere’de okutur. Kılığı kıyafeti baştan aşağı çok ama çok pahalı Batı markalar olanlar etkinliklerde Gazze için ağıt yakar. Bazısı Amerikan dizlileri izler ama herkes, Diriliş, Ertuğrul gibi diziler izlesin ister. Bunlar işin en hafif kısmı.

En önemlisi ve acısı, yüksekten atanlar, ahkam kesenlerin kendisi, en ufak bir konforunu feda edemez, ama vatandaş ülkesi için her an canını feda etmeye hazır olsun ister. Masa başında ülkenin selameti adına kim daha çok asar keser, yüksekten atarsa o kadar itibar kazanır, aynı çevrede daha aklı başında, sükunetli düşünüp davrananın da önünü keser. Yine masa başında hakim olur, yargıç olur, yeni suçlar icat eder zaten tahammülsüz bir iktidar yapısına akıl vermeye girişir. Yangına körükle gider.

Yettiniz artık, bir huzur verin, daha doğrusu bir huzur bulun!