Asgari ücreti unutun, Kudüs’ün fethi yakın!

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, partisinin grup toplantısını Fetih Suresi ile açtı.

Arapça telaffuzu hakkında bir fikrim yok.

Prompterdan okuyor olsa da metni sanki çok iyi biliyormuş ve doğru telaffuz ediyormuş gibi yaptığı için bu konuların cahili olan geniş kitlelerin beğenisini kazanmış olmalı.

Bizim memlekette Arapça bir gazete kupürünü yolda bulsa, kutsal metin zannederek öpüp başının üzerine koyacak çok insan var. Öyle bir kitleyi mutlaka etkilemiştir.

Cumhurbaşkanı’nın partisinin grup toplantısını böyle açıp, “Türk milletini de Şam’ın fethi sevincine ortak ettiği için Allah’a hamdüsenalar etmesi”, bir gece önce açıklanan “asgari sefalet ücreti” nedeniyle hayal kırıklığına uğramış kitleleri ne kadar etkilemiştir, bunu bilmiyoruz.

Asgari ücretin açıklanmasından sonraki politik dengeyi gösterecek araştırmalar yayınlanınca öğreneceğiz.

Ancak şurası belli ki Esad’ın kaçarak ülkesini terk etmesi ve HTŞ’nin Şam’da geçici bir yönetim kurması bir fetih ya da devrim gibi sunulacak ve bu durum, iktidar ortaklarının Türkiye’de siyaset sıkışmışlıklarından kurtulmak için kullanılmaya çalışılacak.

Nitekim bunun ilk ileri adımını atan Erdoğan yönetiminin küçük ortağı MHP lideri Devlet Bahçeli oldu.

Partisinin “siyaset ve liderlik okulu” sertifika töreninde önce İsrail’e ayar verdi:

“Şam’a gözünü diken Tel Aviv, Kudüs’te Osmanlı şamarını yer” dedi.

Orada duramadı, kendi sesinin gazıyla hazır fethe çıkmışken Kudüs’ü de almaya karar verdi:

“Tarih bize diyor ki Kudüs’ün ilk durağı Şam’dır. Şam güvendeyse Kudüs de güvende olacaktır. Şam fethedilmişse Kudüs’ün fethi de yakındır” da dedi.

Türkiye’nin gerek bugünkü ekonomik gücüyle ve gerekse askeri kapasitesiyle “Kudüs’te Osmanlı şamarı atacak” bir olanağı olmadığını, hele Kudüs’ü fethetmenin hayalini dahi kuramayacağını kuşkusuz ki Bahçeli de biliyordur.

Ama bunu biliyor olması parti kürsüsünden bunları söylemesine de engel olmuyor.

Çünkü bu sözlerin muhatabı İsrail filan değil doğrudan doğruya “aziz Türk milleti”!

Belli ki iktidar koalisyonu Esad’ın devrilmesinden siyasi kazanımlar elde edebileceğini düşünüyor.

Önümüzdeki aylar boyunca bu konuda hamasete gaz verilecek, dini ve milli duygular köpürtülecek.

Bu politika, Erdoğan yönetimine, ekonomideki beceriksizliklerini örtmek için ihtiyaç duyduğu illüzyonu sağlayabilir mi? “Tarihin doğru tarafında durarak Esad’ı yenip Şam’ı fetheden, İsrail’e parmak sallayan, Kudüs’ün fethi için de hazırlıklarını sürdüren bir kahraman” rolü oynamaya çalıştığına göre bu politikanın hedefine ulaşacağını düşünüyor olmalı.

* * *

Erdoğan’ın en büyük arzusu

Erdoğan'ın en büyük arzusu ve duası Rabbinin karşısına çıkarken "kul hakkı" taşımamaksa hâlâ gecikmiş sayılmaz. Ama hapislerde süründürülen, açlığa mahkûm edilen insanları unutmasın. Unutursa, ruz-i mahşerde hatırlatırlar

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, iki hafta önce Saray’ında düzenlenen bir toplantının açılış konuşmasında “en büyük arzusunu” açıkladı.

Konuşmasının bu bölümü tam olarak şöyle:

“Yarın ruz-i mahşerde Rabbimizin huzuruna alnımız ak, başımız dik, gönlümüz mutmain bir şekilde çıkmanın derdindeyiz. Yarın arkamızdan bir Tayyip Erdoğan vardı, dürüst, ahlaklı, mert, vicdanlı, merhametli bir adamdı, milletine ve memleketine çok sevdalı adamdı denilmesi en büyük arzumuz, duamız, Rabbimizden en samimi niyazımızdır.”

Kendini “inançlı” olarak tanımlayacak bir kişinin en büyük arzusunun bu olması normal tabii.

Erdoğan’ın dürüstlüğü ve ahlakı üzerine söz söylemek bana düşmez. Kendisini o kadar yakından tanımıyorum.

Ancak yaşadığımız ülkeye bakarak kendisini “merhamet ve vicdan” konusunda uyarmak isterim.

Madem ki gelecekte “merhametli ve vicdanlı bir kuldu” diye anılmak istiyor, o zaman tedbirini bugünden almasında yarar var.

Sadece siyasi görüş ayrılıkları nedeniyle hapiste tutmak konusunda kararlı olduğu insanların durumunu gözden geçirerek işe başlayabilir.

Mesela Osman Kavala, Can Atalay, Tayfun Kahraman, Mine Özerden ve Çiğdem Mater Utku ve Yiğit Ali Ekmekçi niye hapiste sorusunun yanıtını kendi vicdanında aramalı.

Bu insanlar emir ile mahkûm oldular, Can Atalay hakkındaki AYM kararı bile emir ile uygulanmadı.

15 Temmuz darbe girişiminin ardından ilan edilen olağanüstü hâl durumundan yararlanılarak onlarca üniversite hocası işten atıldı, çoluk çocuklarıyla açlığa mahkûm edildi.

Ben de dahil olmak üzere sayısız gazeteci kendisinin bir işaretiyle işten atıldı.

Fetullahçı çetenin kendisini “aynı menzili maksuda yürüyoruz” diye kandırdığı günlerde hapislerde süründürülen, mesleğini yapamaz hale getirilenlerin sayısını bilmiyoruz bile.

KPSS sorularının çalınmasına göz yumduğu ve sorumlularını cezalandırmaktan siyasi nedenlerle imtina ettiği için memuriyete girme hakkı kazanamayanların sayısını da!

Oysa o günlerde kendisini az uyarmamıştım.

Bunlar neresinden bakarsanız bakın “kul hakkı” ihlali!

En büyük arzusu ve duası Rabbinin karşısına çıkarken böyle yükler taşımamaksa hâlâ gecikmiş sayılmaz.

En azından helallik isteyecek hale gelebilmek için hâlâ vakit varken bu hatalı kararların yol açtığı mağduriyetleri gidermenin çaresini bulabilmeli.

Dediğim gibi benim işim uyarmak, doğru yolu göstermek.

Kendim için bir talebim yok, benden helalliğini aldığını varsayabilir.

Ama hapislerde süründürülen, açlığa mahkûm edilen insanları unutmasın. Unutursa, ruz-i mahşerde hatırlatırlar.

Aman diyeyim!