Yüzyıllık Yorgunluk ve Yeni Suriye

29 Kasım 1924’te, Milletler Cemiyeti’nden alınan icazetle, Sykes-Picot anlaşmasının inşa ettiği zeminde, Osmanlı Mezopotamya’sını paylaşanlardan Fransızlar, Suriye’ye Yüksek Komiser olarak General Maurice Sarrail’i atadılar. Suriye’nin kadim siyasal ve toplumsal kumaşını ifsat eden Sarrail’den tam yüzyıl sonra, 29 Kasım 2024’te, Suriye muhalefeti Esed rejimine karşı iki gün önce başlattığı taarruzla, Şam’ın kapısını aralayacak olan Halep’i tekrar özgürleştirdi. Suriye’de azınlık rejimi yıkıldı. Fransız sömürgeciliğinin açtığı jeopolitik fırsattan doğan bir anomali ortadan kalktı. Yarım yüzyıl boyunca saf bir işkence düzeni üzerine kurulu Esed ailesinin iktidarı, Soğuk Savaş’ın Fransız sömürgesi döneminde atılan tohumların yeşermesine imkân sağlamasıyla varlığını sürdürebildi. Aynı dönem İsrail merkezli Ortadoğu düzeninin oluşmasına da denk gelerek, bu azınlık yönetiminin ömrünü 21’inci yüzyıla taşımasına imkân verdi. 8 Aralık’ta Beşar Esed’in Suriye’den kaçmasıyla sadece Baas rejiminin havsalaya sığmayan işkence rejimi yıkılmadı, yüzyıllık azınlık düzeni de çökerek Osmanlı sonrası çözülmenin eşiğine Suriye’yi tekrar getirdi. Bir asır önce azınlıkların, manda yönetiminin, farklı dinî ve mezhebî grupların ne olacağının tartışıldığı Suriye’de, sahici bir jeopolitik ve siyasal düzeltmenin önü yüzyıl sonra tekrar açıldı. Suriye, bir yönüyle, 2024’te asırlık tecrübeyle 1918’e geri döndü.

Yaşanan devrimin önemi ve büyüklüğü ilerleyen yıllarda daha iyi anlaşılacaktır. İslam’ın tarihsel muhayyilesinin, siyasal hafızasının, Mezopotamya’nın ve Akdeniz dünyasının merkez üssü olan Suriye’nin ikinci bir Endülüs’ü yaşamasının engellenmesinin artçı sarsıntılarını ilerleyen yıllarda daha iyi görmemiz mümkün olacaktır. Yarın tarih yazıldığında, Suriye’de asırlık istikrarsızlığın ve yarım yüzyıllık vahşi bir rejimin ardından, nasıl kırılgan hatta kısmen kaotik bir dönem yaşanırsa yaşansın, Suriye’de bir asır önce inşa edilen tarihsel anomalinin ve tekrar yeşerme ihtimalinin kuvvetli şekilde ortadan kalkmasının sonuçları bugünden daha iyi anlaşılacak ve değerlendirilecektir. Suriye’de tarihsel anomalinin son bulması yeni bir başlangıç ve barış düzeni için umut verici olacaktır. Başka bir ifade ile Suriye’de sancının merkezi paradigmatik bir değişimle artık nasıl kapsayıcı bir yapının kurulacağıdır. Azınlık rejiminin yarım yüzyılı aşan vahşetinin ardından, tartışmanın ana ekseni veya muhtemel kırılganlıkların ana üssü kapsayıcılık olacaktır. Bir arada yaşama imkânını güçlendiren yaklaşımlar için meşruiyetin kaynağı artacakken, tersini zorlayan her aktör için azalacaktır. 

Esed’in son bir yıl içerisinde yeniden meşruiyet transferine mazhar olduğu, Türkiye dışında bölgesindeki bütün ülkelerle diplomatik ilişkilerini yeniden tesis ettiği bir dönemin, Baas rejiminin ortadan kalmasını arzulayanlar açısından açık bir mağlubiyet ve tarihin donduğu hissini yerleştirdiği anda zuhur eder devrimin önemi de kıymeti de paha biçilmezdir. Bu yönüyle çöken rejimin enkazı altında kalanların yaşadığı travmanın büyüklüğü ile son sekiz yıl boyunca Suriyelilerin yaşadığı hayal kırıklığı mukayese edilemez. 

Bu durumu daha iyi anlamak için, Suriye’den Türkiye’nin umudu kestiği bir senaryoyu akıllarda canlandırmak yeterlidir. Tarih elbette böyle yazılmıyor ve hayat bu şekilde akmıyor. Ancak yine de 2012 ve 13’lere gidelim. Bir yandan bulunduğu coğrafyaya ve içinden geldiği tarihe açıkça lanet edememenin sancısını, kendi kendisini tatmin eden kurgu bir tarihin eşliğinde gidermeye çalışan envaiçeşit ulusalcılığın siyaset zannettiği kinin içinde oluşan dili hatırlayalım. Ortadoğu’yu bataklık gören, I. Dünya Savaşı korkularıyla yüzleşmek yerine travmatik bir romantizmle adeta dünyanın başka bir yerindeymiş gibi davranan, bataklık dediği bölgenin, ülkenin 2.750 km’lik kara sınırlarının 1.850 km’sini oluşturduğu gerçeğinden ziyadesiyle huzursuz olan aklın etkili olduğunu düşünelim. Bu aklın aynı yıllarda Suriye’ye giden MİT tırlarını durduran odakla yaptığı nikâhı da hatırlayalım. Mezhepçi kinini realist Ortadoğu siyaseti diye dillendiren ve o dönem neredeyse parti ayrımı olmaksızın bütün muhalefetin de diskurunu şekillendirdiğini de unutmayalım. Bütün bu tablo içerisinde, DAİŞ belasının da küresel düzeydeki jeopolitik tüketiminin ülke içerisindeki söylemle birleşen baskı fonksiyonunu da denklemimize ekleyelim. Yukarıdaki en azgın kadronun, vesayet rejiminin en güçlü odağı olan orduda buluştuğunu da görelim. Başka bir ifade ile Suriye’de, yüzyıl sonra ikinci kez Sykes-Picot düzlemi farklı aktörler eliyle gözümüzün önünde kurulurken, bu yeni düzenin Türkiye’ye ve bölgeye oluşturacağı tehditlerle yüzleşmek bir yana, bölgeyi bataklık gören akılla MİT tırlarını DAİŞ operasyonu yapıyoruz diyerek Batı’ya servis eden aklın aynı yerde buluştuğunu hatırlayalım.

1.000 kilometreye yakın sınırının öte yanı altüst olurken, “olaylara karışmayalım” yaklaşımıyla insanlık felaketini seyredebileceğini düşünenler, yıllarca müstehzi “Suriye politikamız” girişiyle başlayan kibir cümleleriyle, Suriye krizini yönetmeye çalışan aklı aşağıladığını düşündü. Birçoğu başka başkentler adına, bazıları yerli muhbir tadında Batı’dan duyduklarını dragomanlık yaparak, bir kısmı da mezhepçi fanatizmlerini jeopolitik analizlerle perdeleyerek “Suriye politikası…” cümleleri kurup durdular. Ne Baas rejiminin akıl almaz vahşetini umursadılar ne de Türkiye’ye yönelik risklerin nelere yol açabileceğini. Sonuçta, bu akla teslim olunsaydı neler olabilirdi? Bu, üzerine kafa yormaya değecek bir soru. Türkiye’nin pasif bir şekilde seyrettiği Suriye, son 10 yıldır yaşadığımız mülteci krizinin belki de iki katından daha büyük bir insanlık trajedisine dönüşmesine yol açabilirdi. Türkiye bölgesindeki jeopolitik düzende en etkisiz be belki de en anlamsız aktöre dönüşebilirdi. 

Halep’in düşmesinin ardından Astana sürecinin de meyvesi olan bir İdlib sığınağı olmasaydı, Suriye demografisi bir daha düzelmemek üzere baştan aşağıya etnik temizlik yaşayabilirdi. 59 yaşındaki Esed’in azınlık rejimi hem “azınlık” özelliğini değiştirecek Tahran’ın demografik müdahaleleri için açık bir alana dönüşebilirdi hem 15-20 yıl iktidarını sürdürecek ve ailesinden birisine devredecek bir düzen kurabilirdi hem de Rusya’nın birkaç askeri üssün ötesinde Suriye konumlanmasının önü açılırdı. PKK’nın nasıl bir konuma oturacağı, bu durumun Irak’a nasıl yansıyacağı gibi başlıklar da olmaz denilen birçok şeyin hayata geçebileceği bir düzlem inşa edebilirdi. Böylesi bir Suriye’nin bölgemizi nasıl dönüştüreceği, İsrail’in nasıl tahkim edileceği de tartışmaya değerdir. Hasılı kelam, 8 Aralık’ta sadece Suriye’de bir devrim gerçekleşmedi, Türkiye’yi yukarıdaki kaosun ve risklerin dünyasından uzak tutan yaklaşımın meyvesini de gördük. 

İstanbul, 8 Aralık

Suriye Turnusol Testi

Suriye hem ahlaki hem de jeopolitik bir turnusol testiydi. Çok az kişi geçebildi. Üstelik her iki başlıktan birisinden, en azından ahlaki imtihandan birçok kişinin geçmesi beklenirdi. Yap(a)madılar. Suriye ahlaki testini geçecek kadar vicdan sahibi olamadılar. Vicdanlarını bastırmak için kof jeopolitik klişeleri kullandılar. Yıllarca tüketilen Suriye “mitleri ve klişelerini” sırf mazlum Suriyeliler güçsüz düştüğü, zemin ve mevzi kaybettiği için hakikat zannettiler. Direniş ekseni dediler, büyük İsrail projelerinden bahsettiler, Rusya’nın her şeyini ortaya koyacak kadar rejimin yanında olduğunu söylediler, Suriye karışırsa bütün bölgenin altüst olacağını iddia ettiler, kâh Esed’i Batı devirmek istiyor kâh İsrail devirmek istiyor dediler. Bir türlü mazlum Suriyelilerin Baas işkence düzenini yıkmak istediğine ikna olamadılar. 

Türkiye, içeride, başka hiçbir meselede yan yana gelmeyen kesimlerin Suriye konusunda inşa ettikleri kötülük ekseninin baskısına rağmen Suriye’den vazgeçmemesinin ödülünü aldı. Özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan, bir taraftan Suriyeli mülteciler konusunda güçlü ırkçı baskıya direnirken diğer yandan Suriye içerisinde 8 Aralık’ta Şam’ı özgürleştiren zemini korumak için gösterdiği çabanın karşılığını aldı. Erdoğan’ın Suriye’den vazgeçmemesi, sadece kendi iktidarı döneminde bölgemizde görülen bir istisna değildir. Bu yönüyle, kendi tarihimizin çözülme ya da “çekilme” yıllarının başladığı son iki yüzyılın da kayda geçen istisnalarından birisidir. Diğer yandan, MİT tırları marifetiyle doğrudan hedef aldıkları Hakan Fidan da 13 yıl boyunca motivasyonunu kaybetmeyerek, neredeyse bütün kariyerini şekillendiren oldukça zorlu bir jeopolitik hassas denge içerisinde, muhalefetin bir şekilde korunmasını sağlayarak, Suriye’de devrimi gerçekleştiren zemini ve zaferi inşa etti. 

Elbette Esed sonrası birçok kırılganlığı ve riski içerisinde barındırıyor. Ancak Suriye için önümüzdeki hiçbir dönem Baas işkence düzeninin Suriye’de ortaya çıkardığı yıkımdan daha kötü olamaz. Buna en başta Suriyeliler ikna olmuş durumda. Gelinen noktada, Suriye için açık dört risk alanı ve bir kırılganlık dönemi ihtimali bulunuyor. Kırılganlık ihtimali her devrimden sonra beklenen kaotik dönem anlamına geliyor. Henüz bir ayını doldurmamış olan Suriye devriminin verdiği ilk işaretler, Suriye’de yüzyıllık yorgunluğun, kırılganlıkları kaosa dönüştürecek güç ve motivasyonun hiçbir kesimde bulunmadığını gösteriyor. Üstelik Esed rejiminden kurtulmanın oluşturduğu sevincin, ortaya çıkabilecek yeni terör görüntülerini bastıracak enerjiye sahip olduğu hissini de veriyor.

Kahire, 19 Aralık 2024

Kahire, 19 Aralık 2024

Suriye’de Risk Alanları 

Suriye için dört risk alanından birincisi, 14 yıl önce başlayan Arap İsyanları’nın değişim arzusunun ağır bir bedel ve açık bir zaferle Şam’da hayata geçmesiyle “statüko ekseninin” yeniden oluşmasıdır. Tıpkı bundan 13-14 yıl önce, bölgedeki değişim baskısı karşısında statükoyu ayakta tutmak için yan yana gelen aktörler, tekrar aynı tedirginliğin içerisindeler. İsrail’den İran’a, Mısır’dan Körfez’e, Amerika’dan Ürdün’e varıncaya kadar bölgenin köhne jeopolitik düzeninin farklı motivasyonlarla ayakta kalması adına panik tepkiler verebilirler. Ancak bu tepkilerini Suriye içerisinde taşıyacak aktör bulmakta zorlanacaklardır. 13 yıl önce Suriye’de; İsrail’le İran’ı, Rusya ile Amerika’yı, Irak’la Ürdün’ü aynı hatta sokan dinamikler de taşıyıcı unsurlar da bulunmuyor. Aksine, Suriye devriminin hayata geçmesinde etkili olan iki dinamik var. Birincisi, Türkiye’nin diplomatik, askeri, ekonomik ve devlet kapasitesi desteğiyle korunmuş bir bölgeyi ayakta tutmayı başarmasıdır. Bu korunmuş bölgenin içerisinde Suriye muhalefeti yeşerirken Suriye rejimi de aynı dönemde çürüyordu. Bu yeni dinamik, 12-13 yıl öncesinde Esed rejimini ayakta tutan unsurları bugün fiilen anlamsızlaştırmış oldu. 

İkinci dinamik ise Esed rejimini ayakta tutanların yine bizzat rejimin çöküşünün zeminini de oluşturmalarıdır. 2022 sonrasında, Suriye’ye müdahil olan beş aktörün dördü (İran-İsrail, ABD-Rusya, İran-ABD) birbirleriyle savaşır duruma gelerek sahada jeopolitik ve askeri statükoyu değiştirdiler. Rusya, Ukrayna işgaline başladığı gün Suriye dosyasında jeopolitik kasları zayıflamaya başladı. İran, Hizbullah ve kullandığı diğer milis unsurlarıyla, ilk kez Suriye ölçeğinde büyük bir maceraya girerek, yıllardır koruduğu örgüt ciddiyetini kaybederek dağınık mezhepçi lejyonerlere dönüştü. Hizbullah bu dönemde İslam dünyasındaki bütün kredisini tüketirken farkında olmadan örgütsel gücünü de dağıttı. Bu çözülmenin boyutu İsrail saldırıları karşısında daha açık görüldü. İsrail, yıllardır “konforlu düşmanı” olarak konumlandırdığı, hatta Esed sonrası ortaya saçılan resmî belgelere bakınca, İsrail ordusunun sıradan bir aracı haline gelmiş olan Şam yönetiminin, Tel Aviv için, Hamas ve Hizbullah’ı gözetlemek adına kullanışlı bir aparattan ibaret olduğu görüldü. İsrail, Gazze soykırımına devam ederken savaşı Lübnan’a taşımasıyla Hizbullah’ın Suriye’deki varlığı da doğrudan etkilendi. İran açık bir konvansiyonel savaşı göze alamayacağını fiilen kabul ederek, yıllardır üzerine yatırım yaptığı “Direniş Ekseni”nin, karşısında sivil ya da zayıf askeri bir güç olmadığında fonksiyonsuz olduğunu görmenin yanında ağır askeri, ekonomik, diplomatik ve jeopolitik maliyetini de yaşadı.

Benzer şekilde İsrail, fiilen uyguladığı bütün “komşularım otokrasi olmalı” politikasının çökmesini gördü. Amerika’nın tamamen İsrail’e endekslediği ve Suriye’de olduğu gibi bölgede de jeopolitik perspektifinin tamamen iflas ettiği bir döneme girmiş oldu. Amerika’nın Suriye’deki son büyükelçisi Robert Ford ve özel temsilcisi Frederic Hof’un bu iflası aleni bir şekilde “Amerika’nın Suriye politikası savunulamaz” diyerek dillendirdiklerini hatırlatmak, Washington’ın içine düştüğü durumu anlamak için yeterlidir. Ancak Washington, Amerika içerisinde yaşanan siyasal istikrarsızlığın arttığı bir dönemde, üstelik bu istikrarsızlığı ortaya çıkaran Trump’ın taç giymesine 50 gün kala yakalandığı Suriye krizi karşısında, politika geliştiremeyerek sürece teslim oldu. Yıllardır üzerine yatırım yaptığı PKK’nın, Suriye devrimi karşısında ne toplumsal ne de askeri olarak duramayacak bir aktör olduğunu bildiğinden “bekle gör” politikasını tercih etti. Dolayısıyla Washington açısından PKK artık bir imkândan veya araçtan ziyade üzerinden atması ya da taşıması gereken bir yüke dönüşmüş durumda. SDG’nin, “Suriye”sinin artık olmadığı, tek meşruiyeti silah olan bir aktörün zaten “Demokratik” sıfatının imkânsızlığı ve PKK dışında aktörler olduğu imajını korumak için icat edilen “Güçler” tanımlamasının da Arap unsurların çekilmesiyle anlamsızlaştığı bir denklemde korunması mümkün değildir.

Yukarıdaki kaotik tablonun Suriye için riskler üretme potansiyeli bulunmaktadır. Bu risklerin bazıları kendisini terörizm olarak bazıları da Suriyeli farklı kesimlerin geçiş sürecini darboğaza sokacak adımlar atması şeklinde ortaya çıkabilirler. İsrail, bütün aktörlerden önce davranarak, yeni Suriye’nin demokratik bir dönüşüm yaşamasının ve istikrara kavuşmasının geciktirilmesi için hem işgalini genişletti hem de kendisine asla tehdit oluşturamayacak çürümüş Esed askeri kapasitesinden kalanları büyük ölçüde tahrip etti. Suriye’ye coğrafi sınırı olan Ürdün ile Körfez’in, İsrail’le aynı çizgide, Suriye’de halk rızasına dayalı bir meşru yönetiminin bölgesel yansımalarından ürktükleri bilinen bir sırdan ibaret. İsrail’in istikrarlı bir Suriye korkusunun bir süre sonra Körfez’le ve Esed rejiminin batık hisselerine yıllarca yatırım yapmış Tahran’la 13 yıl önce olduğu gibi buluşma ihtimali de bulunuyor. Ancak Suriye ölçeğinde bir ülkede ve kriz alanında, bu “tahrip ekseninin” işi 13 yıl öncesinde olduğu kadar kolay değil. Avrupa’yı yeni bir göç dalgasıyla tehdit etmenin zorluğu, Şam’daki yeni yönetimin hem kendi ülkesinde hem de bölgedeki halklardan gördüğü açık destek, İran’ın her geçen gün artan iç krizi ve ilan edil(e)meyen sessiz değişiminin derinleşmesi, Türkiye’nin aktif bir şekilde aktarmaya devam ettiği devlet ve güvenlik kapasitesi, Irak’ın artık en az Suriye kadar yorgun halde olması ve Lübnan’ın büyük bir kriz sarmalı içerisinde bulunması tabloyu ve hesapları ciddi şekilde değiştirmektedir. Basit bir şekilde söylemek gerekirse: Esed ve düzeni yıkılırken kurtarmayanlar, Esedsiz bir Esedizm için güven transfer edebilecekleri ve kullanabilecekleri unsur bulmakta zorlanacaklardır.

Şam, 22 Aralık 2024

Şam, 22 Aralık 2024

Suriye’de PKK Sorunu

Üçüncü risk alanı ise Amerika kaynaklıdır. Amerika’nın hâlâ Suriye’de ne yapacağı bir bilinmezlik içerisindedir. Daha birkaç yıl öncesine kadar Senato’da Amerikan savunma bakanına agresif bir şekilde PKK terör örgütünün nasıl Amerika’nın ortağı olabildiğini soran ve sert eleştiri getiren isimler, bugün eğer PKK’nın kılına zarar gelirse Türkiye’ye karşı sert bir ambargo rejimi uygulamak için iki-partili kanun teklifini Amerikan meclisine sunuyorlar. Benzer şekilde Ocak ayının üçüncü haftasında başkan olacak Trump’ın ne yapacağını kestirmek de zor. Olumlu senaryo, Trump’ın birinci döneminde başaramadığı ve belki de yarım kaldığını düşündüğü Suriye’den çekilme politikasını hayata geçirmesi. Ancak bu senaryo hayata geçmediğinde, Esed rejiminin ayakta kalan son aparatı olarak PKK’nın, Suriye’de istikrar istemeyen bütün aktörler için kullanışlı bir unsura dönüşeceğini akıldan çıkarmamak gerekiyor. PKK teolojisinin en güçlü fonksiyonu olan “devre mülk örgüt tabiatını” hesaba katınca, bu durumun hem Suriye hem de Türkiye için riskler barındıracağını söylemek mümkün.

Suriye’de yıkılan Baas işkence düzeninin ardından Esed ülkeyi terk etti. Baas unsurları ise şimdilik pasifize oldular. Esed onursuz bir şekilde ülkeyi terk ederken, kendilerini ortada bırakan bir yönetimin adına ne yeniden konvansiyonel bir şekilde sahneye çıkacak güçleri var ne de cesaretleri. Üstelik Suriye devrimi, Baas rejiminin vahşetine karşı gösterdiği sabırla, geçiş adaleti yerine tarihsel adaleti tercih ederek bu unsurlara çok daha büyük bir darbe vurmuş oldu. Ancak Esed rejimiyle birlikte olmasına rağmen Esed’in yıkılmasıyla ortadan kalkmayan Baas’ın eski bir unsuru bulunuyor. Bu, PKK’dan başkası değil. Baas’ın 40 yıllık ideolojik ve araçsal ortağı PKK, Esed rejimiyle açıktan iş birliği yapmış olmasına rağmen devrim sonrası Suriye’de var olmaya devam eden tek unsur konumunda. 

Suriye gerek nüfusunun ölçeği ve yapısı gerek toplumsal dinamikleri gerekse de Osmanlı sonrası asırlık tecrübesinin ardından anayasal vatandaşlığa dayalı yeni bir toplumsal, siyasal ve idari sözleşmeden başka çıkış yoluna sahip görünmemektedir. Ne Lübnan’daki gibi aleni kota sistemiyle ne de Irak’taki gibi fiili paylaşım düzeniyle Suriye’de istikrarın yakalanması mümkün değildir. Üstelik Suriye devriminin parçası olmayı reddetmiş, liderinin 79 Temmuz’unda gittiği Suriye’de, Baas rejiminin en ağır zulmü ve aşağılanması altında on yıllardır yaşayan Kürtleri bir kez bile umursamadan, Esed rejiminin Muhaberat’ının kanatları altında yıllarca bulunmaktan hiçbir sakınca görmemiş PKK’nın, Suriye’de Kürtler adına konuşma zemini olmadığı gibi, yeni Suriye’nin kaderini teslim alma hayalinin oturduğu bir zemin de bulunmamaktadır. Daha sarih bir ifade ile Esed rejiminin dayandığı Alevi azınlık bile -hangi gerekçe ve motivasyonla olursa olsun- devrimin saflarında görünmek için çaba sarf ederken, on yıllardır bütün Suriye’ye Sednaya hayatı yaşatan bir işkence düzeniyle hiçbir sorunu olmayan, özellikle de son yedi-sekiz yılını, tıpkı 1999 öncesinde olduğu gibi aktif bir iş birliğiyle geçirmiş bir örgütün Suriye denkleminde var olabilmesi mümkün değildir. 

Ancak sahadaki bu durum, yıllardır siyasallaşma sancısı çeken PKK’nın jeopolitik bir hayal dünyasında yaşadığı gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Bütün Suriye, Türkiye, Ortadoğu ve küresel jeopolitik matrislerini naif bir yaklaşım olarak bile kabul edilemeyecek aktivist ciddiyetsizlik içerisinde değerlendiren bu bakış açısının kısa vadede sorun üretme kapasitesi bulunsa da orta vade de sürdürülebilir bir pozisyona oturmayacağı aşikardır. Suriye’nin ezici çoğunluğunun anayasal vatandaşlık çerçevesinde yeni bir sözleşme imzaladığı bir ortamda her türlü dış askeri ve jeopolitik desteğe rağmen, PKK gibi bir yapının oturabileceği bir zemin kalmayacaktır. 

Ancak Suriye devrimi ve Türkiye için bu tehdidin bertaraf edilmesinin diğer bir ayağı da Ankara’da atılması gereken adımlardır. Son dönemde radikal bir tartışma ekseninde başlayan girişimlerin, derli toplu bir siyasete dönüşmesi gerekmektedir. Bu ihtiyaç sadece PKK tehdidini ortadan kaldırmak için değil, aynı zamanda Türkiye’nin Suriye’deki politikası ve varlığı açısından da hayati önemi haizdir. Zira 10 küsur yıldır Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye konusunda karşısına aldığı azgın bakış açısı, Türkiye’deki demokratikleşmenin gerçekleşmesini de engelleyen yaklaşımdır. Türkiye, sahici bir demokratikleşme çerçevesinde hem Kürt meselesini çözerken hem de hukuk devletini mümkün olan en iyi seviyede tesis etmelidir. Bu, Türkiye için basit bir tercih değildir. Suriye’de istikrarın sağlanması ve muhtemel bir demokratik dönüşümün yaşanması, Ankara’nın jeopolitik, güvenlik ve ekonomik çıkarlarını maksimize etmesi için hayati bir meseledir. Bu dönüşüm iki kilidin açılmasıyla mümkündür. Suriye’de Esed’ten kurtularak, dönüşümün ilk kapısı aralanmıştır. Türkiye’de demokratikleşmeyi engelleyen zihniyetin de hitama ermesi gerekmektedir. Türkiye bu zihniyetin yükü altında istese de orta ve uzun vadede Suriye dosyasında arzuladığı başarıyı elde edemez. Zira ülke içerisinde demokratik açık verirken, dışarıda jeopolitik fazla vermek mümkün değildir. 

Suriye’de azınlık rejiminin yıkılmasının ardından, yeni bir toplumsal sözleşmede, nüfusun ezici çoğunluğunun karşısına temel insan hakları ve bazı grup hakları (dil) dışında idari haklar ile çıkmanın gerçekçi bir tarafı bulunmamaktadır. Zira arzu edilen naif beklentinin gerçekleşmesi istense bile zaten Suriye genelinde sınırlı olan Kürt nüfusunun ilgili bölgede ciddiye alınacak bir yönetim için yeterli olmadığı da ortadadır. PKK tahakkümü altındaki bölgede Kürtlerin cüzi bir kısmı yaşamaktadır. Ya bu bölgelerde silah zoruyla bir azınlık yönetimi kurulmaya çalışılacak ya da anayasal vatandaşlık içerisinde yeni Suriye’nin bir parçası olunacaktır. Bir asır önce 1920’lerde kurulan Şam, Halep, Alevi, Büyük Lübnan, Cebel el-Dürzi devletleri ve İskenderun Sancağı birkaç yıl içerisinde dağıldılar. Suriye ana gövdesinin hilafına kâğıt üzerinde yapılan hesaplar “bölünemeyen Suriye” gerçeğiyle karşılaştı. Zira tıpkı Irak gibi Suriye’de de etnik hatlardan bölünme dinî duvara, farklı dinî ve mezhebî hatlardan bölünme ise coğrafi ve ekonomik kaynaklar duvarına çarpmaktadır. Türkiye’de demokratikleşme sancılarını hatta Kürt meselesini unutup, Baas rejiminin azınlık algoritmasını kendi içerisinde modelleyenlerin elinde Kürt meselesini 2013’ten itibaren taşıyamayacakları bir jeopolitik soruna dönüştürenlerin, bugün kendi inşa ettikleri tuzaktan da girdaptan da çıkmalarının tek yolu Suriye’de yeni dönemin Türkiye’de demokratikleşmenin aktif bir unsuru haline gelmeleridir. 

Suriye için dördüncü risk alanı ise yeni yönetimin nasıl şekilleneceğidir. Yüzyıllık sancılardan dersler çıkarılması durumunda hem Suriye içerisindeki aktörlerin hem de dışarıdaki güçlerin, ortaya çıkan yeni pozitif siyasal ve jeopolitik enerji karşısında -bozguncu girişimler olsa bile- uzun süreli bir direniş imkânları olmayacaktır. Yeter ki yeni Suriye’yi kuracak olan unsurlar, aktörler ve liderler geçmişten almaları gereken en önemli dersi alsınlar. Zira yıktıkları rejim ve düzenin ana zemini de işlevi de “azınlık” üzerine kurulu olmasıydı. Bugün her anlamda bir “azınlık yönetimi” tehlikesinden uzak duracak yaklaşım, eksikleri ve hataları olsa bile Suriye’yi istikrara ulaştıracak yegâne yoldur. Yeni dönemde “azınlık tehlikesinin” iki temel dinamiği olacaktır. Birincisi, çoğunluğun gücüne yaslanan bir dar bakış açısının oluşturacağı ve nihayetinde tersten bir azınlık tarzı üretecek olan yaklaşımdır. İkincisi ise yanı başındaki Lübnan ve Irak’a benzer bir şekilde, üstelik 1920’lerde manda yönetimi altında tecrübe edilmiş olan, farklı formlardaki parçalı yapıların gündeme gelmesi, tekrar aynı krizleri üretilmesini mukadder kılacaktır. 

Son olarak, Suriye’de diğer bir gerilim alanı, devrimi gerçekleştiren unsurlar arasında yaşanabilir. İktidar içi tabii gerilimlerden ayrı olarak, Suriye devrimini iki ana damar iki ayrı dönemde gerçekleştirdi. Birinci damar, Mart 2011’de Dera’da başlayarak bütün Suriye’ye yayılan Esed rejimine karşı isyanı şekillendirdi. Devrimin birinci dönemini hayata geçiren geniş kitleler de liderliği de çok ağır bedeller ödediler. Aynı dönemde farklı kesimlerden Suriye devrimine liderlik eden oldukça güçlü ve liyakatli kadrolar da ortaya çıktı. Bu kadroların bir kısmı hayatını kaybetti, bir kısmı da dünyanın farklı yerlerine dağılmak zorunda kaldılar. Halep’in düşmesi sonrası başlayan ikinci dönemin aktörleri büyük ölçüde değişti. Birinci dönemde daha fazla sivil, entelektüel ve siyasetçiden oluşan liderlik kadroları yerini silahlı mücadele veren isimlere bıraktı. Nihayetinde devrimi zafere bu kadrolar ulaştırdı. Yeni dönemde Suriye’de değişimi başlatanlarla zafere ulaştıranlar arasında siyasal bir köprünün kurulması, hatta bu iki ayrı dönemin iki ayrı kadrosunun ortak bir zeminde buluşması önemli bir başlık olacaktır. Suriye’de yeni yönetim bir yandan bütün Suriye’yi kucakladığı oranda başarılı olabilecekken, diğer yandan bizatihi devrimin farklı dönemlerindeki liderlikleri de iktidarda buluşturduğu oranda yönetim kapasitesini tahkim edebilecektir.