Esad’ın kaçıp, Rusya’ya sığınmasının ardından sosyal medyada dolaşan bir espri var: “Göz hekimliği ihtisası yaptı ama başına geleceği göremedi!”
Dün de Süleyman Demirel’in benzeri bir sözünü hatırlatmıştım; “Orta Doğu’da diktatörler devrileceklerini beş dakika önce anlarlar!”
Aslına bakarsanız bu sadece Orta Doğu diktatörlerine özgü bir durum da sayılmaz.
Diktatör olmanın doğasında bu var: Yaklaşanı görememek!
Yakın çevresindeki kimse bir diktatöre gidip de “patron kaybediyoruz, toplanmaya başlayalım” diyemez.
Bunu demeye cesaret edecek olan, kellesini kaybedebileceğini de düşünür çünkü.
Saddam da ordusunun neredeyse kurşun atmadan ABD’ye teslim olacağını görememiş, savaştan önce kendisine sunulan “ülkeyi terk etme fırsatını” kullanmamıştı.
Onun için Esad’ın gelmekte olanı görememiş olması ve pılısını pırtısını toplamak için muhaliflerinin Şam’ın kapısına dayanmasını beklemesi normal.
Ve unutmamak gerekiyor ki yaklaşan şeyin ne olduğunu göremeyen sadece Suriye diktatörü değildi.
Bunu başta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere Dışişleri Bakanı Hakan Fidan da görememişti.
PKK – PYD’nin, Suriye’nin kuzeyindeki faaliyetini tehdit olarak değerlendiren Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Suriye’nin toprak bütünlüğünü korumak amacıyla” Esad ile görüşebilmek için birçok çağrı yaptı.
Bu konudaki son çağrısı 13 Kasım günüydü. “Ben hâlâ Esed'den umutluyum” demişti.
HTŞ, Suriye rejim ordusunun bir direnişi ile karşılaşmadan Halep’e doğru yürürken, 29 Kasım gecesi Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Öncü Keçeli, Türkiye’nin dikkatinin İdlib’teki gelişmelere yoğunlaştığını anlatıyordu.
Sözcü, Astana’da mutabık olunan İdlib Gerginliği Azaltma Bölgesi’nde ateş kesin ihlal edildiğini, Türkiye’nin bu saldırıların durdurulması gerektiği uyarısının dinlenmediğini anlatıyordu.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, 2 Aralık günü İranlı bakan Abbas Arakçi’nin Ankara ziyareti ardından düzenlenen basın toplantısında “iç savaşın tırmanmasını istemiyoruz” diyecekti.
Esad yönetimine muhaliflerle “uzlaşma” çağrısını tekrarlayan Fidan, Astana sürecinin yakın zamanda tekrar hayata geçirileceğini söylemişti.
İktidar ortağı MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, 3 Aralık’ta Beşar Esad’ı “Türkiye ile ön şartsız temas ve diyalog kurmaya” çağırıyordu.
CHP’nin pozisyonu ise herkesten kötüydü.
CHP Genel Başkanı Özgür Özel “HTŞ gibi terör örgütlerinin Suriye’yi geriletme çabalarına temkinli yaklaşılmalıdır” diyecekti.
Yani gelmekte olanı göremeyen sadece Esad değildi.
Bahçeli ve Özel’i geleni göremedikleri için eleştirmiyorum. Sonuç olarak yönetme yetkileri yok, devletin istihbaratına sahip değiller.
Ancak Cumhurbaşkanı ve Hakan Fidan, olup bitenleri bizlerle aynı anda öğrendiler ya, işte bu da gösteriyor ki Türkiye’nin istihbaratı da uyumuş.
Erdoğan yönetimi, aylardır bizlere Türkiye’nin güvenliği için Suriye’nin toprak bütünlüğünün ne kadar önemli olduğunu anlatıyordu.
Hatta bir ara bu işe İsrail’i de sokmuşlar, “vaat edilmiş toprakların” Türkiye’ye dayandığından bile söz etmişlerdi.
Bu ikincisinin bir “öcü fantezisi” olduğunu o vakitler konuşmuştuk.
Ancak Türkiye’nin güvenliği için en önemli tehditler sıralamasında birinci sırada saydıkları Suriye’nin toprak bütünlüğü meselesi bir fantezi değil.
Böyle düşünen bir yönetimin bütün istihbarat gücüyle Suriye’de ne olup bittiğini, rejimin ve muhaliflerin güç dengesini, kimin kimlerle irtibat halinde olduğunu, herkesin kafasında hangi planlar olduğunu ve bu planları uygulama kabiliyetlerinin derecesini tespit etmesini beklememiz gerekirdi.
Gördük ki Türkiye’yi yönetenler de haberleri televizyondan izliyor!
Suriye ordusunun ve rejimin dayanma gücünün bittiğini, bir tokatta yıkılıp gidebileceğini ilk fark etmesi gereken ülke her halde Rusya ve İran ile birlikte Türkiye olmalıydı.
Esad, durumun erken farkına varıp, Türkiye’nin kendisine sunduğu “iktidarda kalabilme” fırsatını değerlendirebilseydi, ne olurdu?
Türkiye, Esad’ın ve rejiminin gerçek durumunu zamanında öğrenebilmiş olsaydı, Esad’ın peşinden bu kadar koşturmasına gerek kalır mıydı?
Bu gelişmeyi öngörebilecek istihbarata sahip olsaydık, arkasında durduğumuz Suriye Milli Ordusu’nun Tel Rıfat ve Münbiç ile oyalanmak yerine “büyük balık” Şam’a yönelmesi daha akıllıca olmaz mıydı?
MİT ve Fidan’ın kendisi için Dışişlerinde kurmaya çabaladığı “özel istihbarat birimi” bu olaydan kendilerine bir ders çıkardılar mı bilmiyorum.
Unutmayalım ki bu Suriye ile ilgili ikinci istihbarat fiyaskosu.
2011’de Esad rejiminin bu kadar direnebileceğini öngörememişlerdi, bu sefer de hiç direniş gösteremeden yıkılıp gidebileceğini öngöremediler.
Elbette bunun bir sonucu olmayacak.
Zamanında elde edilmiş doğru istihbaratın ne kadar hayati sonuçları olabileceğini bir kez daha görmüş bulunuyoruz ama sonuç değişmeyecek.
Bizimki gibi ülkelerde bu tür görevler liyakate göre değil, yukarıya bağlılık derecesine göre dağıtılıyor.
Ama şunu da sormadan edemeyeceğim:
Gelişmeleri biz sıradan fanilerle aynı anda öğrenmek “ayakta kalmış iki dünya liderinden biri olan” Reis’e yakıştı mı?