CHP içinde hala kavgayı, didişmeyi tercih edenlerin dikkatine...
Yeni çıkan kitabım Zamane Diktatörleri
kitabımın sayfaları arasında dolaşırken
CHP'ye rastladım.
Günlüğümün, İstanbul 27 Haziran 2018
tarihli sayfasına şu başlığı koymuşum:
Yine CHP,
günahlarıyla,
sevaplarıyla...
Şöyle akıyor:
CHP’yi, Cumhuriyet Halk Partisi’ni düşünüyorum
bugünlerde. Yarım yüzyıllık gazetecilik hayatım
CHP ile geçti sayılır. 1960’ların başında Mülkiye’ye
girdikten sonra hep CHP ile haşır neşir oldum.
Ama CHP’li olmadım.
Bazı seçimlerde CHP’ye oy attım.
Siyasete girmeyi hiç düşünmedim.
Bir kere, o da 1991 seçimleri öncesinde Erdal
İnönü bana CHP’den milletvekilliği teklif etmiş,
nazikçe geri çevirmiştim. Seçimlerden hemen
sonra Cumhuriyet vazosu kırıldığı günlerde de
rahmetli İnönü, o kendine özgü hafif alaylı diliyle
bana şöyle demişti:
“Bak milletvekili olsan, ne senin ne de
Cumhuriyet’in başına bütün bunlar gelirdi.”
CHP’de Ecevit’i de, Deniz Baykal’ı da, Erdal
İnönü’yü de, Murat Karayalçın’ı da, son dönemde
Kemal Kılıçdaroğlu’nu desteklediğim zamanlar
oldu.
Yıllar içinde CHP’ye alternatif partiler de kuruldu
ama kalıcı olamadılar. Hepsi siyaset sahnesinde
yitip gittiler hayal kırıklıklarıyla... CHP ise ayakta
kaldı.
Kaldı da ne oldu diyebilirsiniz.
Evet, tek başına seçim kazanamadı. Tek başına
hükümet olamadı. Ben de yıllar yılı, desteklediğim
zamanlarda da CHP’yi birçok konuda eleştirdim.
Kurtulamadığı, bir türlü yüzleşemediği
“Kemalizm’in günahları”ndan dolayı eleştirdim.
“Kürt sorunu”ndan dolayı eleştirdim. Kemalizm-
milliyetçilik-demokrasi üçgenindeki yanlışları
konusunda eleştirdim.
Bütün bu yanlışlarla CHP’nin gerçek bir sosyal
demokrat parti olamayacağının altını da sürekli
çizdim. Yine bu yanlışlarla, CHP’nin seçmen
tabanını büyütemeyeceğini ve tek başına seçim
sandığından çıkamayacağını belirttim.
Ama aynı zamanda CHP’yi önemsedim.
Önemsedim, çünkü Türkiye’nin Batı’ya dönük
yüzü deyince, demokrasi ve laiklik deyince,
CHP’nin önemini dün olduğu gibi bugün de
koruduğunu düşündüm.
Bu bakış açıma dün de, bugün de karşı olanlar var
elbette. CHP’den ne köy olur, ne kasaba diyenler
ya da yeni parti isteyenler...
Hele yeni bir parti hiç kolay değil.
12 Eylül sonrası, 1990’lar bir film şeridi gibi
gözümün önünden geçip gidiyor. Kaç parti vardı.
Necdet Calp’ın, Aydın Güven Gürkan’ın HP’si,
İnönü’nün, Karayalçın’ın SHP’si... Baykal’ın
CHP’si... Ecevit’in DSP’si... Neler yaşandı. Sonunda
yine ayakta kalan “CHP markası” oldu.
Soğuk Savaş döneminin Batı Almanyası’nda Willy
Brandt’ın sosyal demokrat partisi SPD’yi hatırlıyorum.
Kendi içinde kaç parça olan bir partiydi.
Bir yanda kısa adı JUSO olan Genç Sosyalistler
vardı. Partinin radikal kanadıydı. Ekonomide
devleti savunan, pazar ekonomisi deyince fena
olanlar bu radikal kanatta toplanmıştı.
Genç Sosyalistleri düşman gören kanat da varlığını
koruyordu SPD içinde. Sendikacı kanat da vardı,
ekonomide piyasa deyince tüyleri diken diken
olan...
Willy Brandt, 1960’larda SPD’yi ufak ufak
“merkez”e doğru çekti. Ekonomide devlet
saplantısını kırdı. Ülke içinde ve dışındaki bütün
muhalefete rağmen, totaliter rejimlerin hâkim
olduğu Doğu Almanya ve Sovyetler Birliği ile Batı
Almanya’nın ilişkilerini normalleştirmeye başladı,
yani “Doğu’ya açılma” politikasını, Ostpolitik’i
uyguladı. Ülkesinin geçmiş günahlarıyla da
yüzleşti Willy Brandt. Batı Alman kamuoyunun
yüzde 65’inin karşı çıktığı bu hesaplaşma
çerçevesinde, Varşova’da 1970 yılında, Yahudi
Soykırım Anıtı’nın önünde diz çöktü. Willy Brandt,
iktidardaki muhafazakârlara karşı partisinin
“iktidar yürüyüşü”nü başlatırken dikkat ettiği iki nokta daha vardı:
1. SPD içindeki farklı kanatları, farklı siyasal
çizgileri aynı çatı altında tuttu, bu açıdan bir
ustalık, bilgelik sergiledi.
2. Farklı kanatların parti içinde yarattığı
dinamizmden SPD’nin iktidar yürüyüşünde
yararlandı.
Biliyorum, Almanya’yla Türkiye farklılığını...
Örneğin Ecevit, benim de genç bir haberci olarak
izlediğim o 1975’teki Bonn ziyaretinde, Brandt’ın
SPD’siyle CHP arasında ilişki kurup Sosyalist
Enternasyonal’e adım atarken, komünizm çağrışımı
yapar diye kökü komünist harekete uzanan
“sosyal demokrat” isminden bile uzak durmuş,
“demokratik sol”u tercih etmişti. Bugünkü CHP de,
yukarıda eleştirdiğim bazı tabularını hâlâ kıramıyor,
bazı korkularından hâlâ kurtulamıyor,
kendi geçmişine eleştirel bakamıyor.
Bunları kıramadığı, bunlardan kurtulamadığı için
de, seçmen tabanını büyütemiyor, bir türlü seçim
kazanamıyor.
Kendi elini kolunu bağlayan kısırdöngüyü
kıramadığı ve parti içi demokrasiyi de tam olarak
kuramadığı için Türkiye’de “demokrasinin
bayraktarlığı”nı hâlâ yapamıyor.
CHP, demokrasinin
önüne Erdoğan’ın heyula gibi diktiği “duvar”ı
hâlâ yerle bir edemiyor.
***
Aradan altı yıl geçti
ve CHP, bu "duvar"ın yıkılabileceğini
31 Mart 2024'te gösterdi.
Halk Partisi, 31 Mart yerel seçim zaferiyle
bu ülkede demokrasi ve hukukun önüne,
bir "zamane diktatörü"nün,
Tayyip Erdoğan'ın diktiği
heyula gibi duvarın, halkın oylarıyla
seçim sandığında yıkılabileceğini gösterdi.
31 Mart Türkiye'nin önünde,
bütün dünyaya örnek olabilecek
bir umut penceresi açtı.
Eyy Halk Partililer!
Ve eyy CHP'nin önde gelenleri!
Kendi "iç kavgaları"nıza değil,
iktidara karşı demokrasi mücadelesine
odaklanın, hedef küçültün!