Yüz yıllık Cumhuriyet hayatımız sessiz sakin, ferah fahur geçti mi? Geçmedi. On yılda bir sabah yeni bir darbe ile uyanmak derli toplu bir politik hayat geçtiği mesajı vermiyor. Bu "kesintiler", bu inişler, bu çıkışlar her şeyden önce Cumhuriyet rejimini oturtmak üzere yapılmıştı. "Artık bu arızalı gidişin sonu geldi mi?" diye düşünürken iki binli yıllarla AKP'li politik döneme girdik. Bu dönem, batılılaşma/modernleşme çabalarıyla geçen bütün yılların karşıtıydı. "Cumhuriyet değerleri" bir türlü yerleşemeden o değerlerin karşıtını savunan bir rejime yerini bıraktı -yani bıraktığı izlenimini veriyor.
Böyle bir tarihi seyir olabilir mi? Olabilir. Nitekim, oldu.
Peki, şöyle diyebilir miyiz? "Bir topluma alışık olmadığı bir kostüm giydirmeye çalıştılar. Olmadı. Bünye reddetti. Sonra, bildiği kostümü giyenler "başa geçti"; toplum huzur buldu."
Hayır, diyemeyiz. Toplum huzur bulmadı. Tersine tarihinin en huzursuz evresine girdi. Söz konusu olan iki karşıt güçten hiçbirine bağıtlanmadan olayı izleyen birinin vereceği hüküm herhalde bu olacaktır. Çünkü şimdiye kadar "baskın" olagelmiş "batılılaşmacı/modernleşmeci akım da yapay bir yama değildir, bu topluma özgü birtakım dinamiklerin ürünüdür. Oradan gelen direnişin de otantik temelleri var.
Yani, yüz yıllık tarihimizin asude bir biçimde geçtiğini söyleyemeyiz ama şimdiki dönem kadar sorunlu bir ortamda kalmamıştık. "Sorun" dediğimiz şeyler alışık olmadığımız şeyler denebilir: Anayasa Mahkemesi'nin terörizmle suçlandığı bir dönem hatırlamıyorsunuz. Buna benzer daha neler var, neler oluyor, ama bu örnek durumun vahametini açıkça ortaya koyuyor.
"Alışık olmadığımız sorunlar"... Evet, hayatımızı karartan politik gidişatı ve bundan sorumlu olan politik kişileri görüyoruz, bunlarla mücadele ediyoruz, etmeye çalışıyoruz, ama tam olarak neyle karşı karşıyayız, muhalefet ettiğimiz toplumda nerelerden güç ve destek alıyor, bilmiyoruz. Kutuplaşmanın temelinde yatan şey, son analizde, bir sınıf mücadelesi mi, yoksa bir kimlik kavgası içinde miyiz? Olayları izliyoruz, anlamlandırmaya çalışıyoruz, ama toplumun davranışlarını anlamakta zorluk çekiyoruz. İktidar dört elle kendi zenginlerini daha zengin ve güçlü kılmaya çalışıyor. Bu politikalar altında ezilen yoksul kesimler oylarıyla AKP'yi iktidarda tutuyor. Hâli vakti yerinde kesimler "sol" olduğunu iddia eden partilere oy veriyor, yoksul kesimler AKP'nin güdümünde. Yığınla şaşırtıcı örnek sayılabilir.
Bu ortamda Mehmet Yılmaz'ın ve Bekir Ağırdır'ın yazıları dikkatimi çekti. Mehmet, bütün bu şaşırtıcı fenomenlerle birlikte sonuçta bir "sınıf kavgası" içinde olduğumuzu söylüyordu; Bekir kavga konusunun kimlik alanında koptuğunu ileri sürüyordu. Derken Mehmet politikada bütün büyük çapta mücadelelerin üleşimden alacağı payı büyütmeye çalışan sınıfların mücadelesi olduğunu açıklayan bir yazı yayımladı ki bunun yanlış olduğunu iddia etmak mümkün değil.
Evet, öyle. Ama Türkiye'nin yakın tarihinin kendine özgü bir "biçim alışı" süregiden mücadeleye kendi mührünü de vuruyor. Burada batılılaşma/modernleşme sürecinin oynadığı rol önemli ve iki mücadele üst üste gelmiş durumda. Tayyip Erdoğan'ın "destekçisi" dediğimiz zaman burada MÜSİAD'ın üyesi ya da sempatizanı olan, "muhafazakâr" olduğunu söyleyen kesim belirleyici bir rol oynuyor; ama gelir düzeyi düşük bir kesim de öteden beri AKP'nin ya da AKP benzeri siyasi hareketlerin tabanını oluşturuyor. Bu taban, paralısı, parasızı, AKP'ye ya da onun gibi partilere bağlanmasının gerekli olduğuna inanmış ya da inandırılmış. Tayyip Erdoğan'ın çelişik tavırlarını hatırlayalım, Sisi, Suudi cinayeti, yığınla örnek. Muhalefet bu çelişkileri sergilemeye çalışıyor ki elbette çalışacak. Ama bunu yapmakla ne olduğunu anlayamayan kitlelere olayın içyüzünü açıklamış olduğunu sanmasın, diyorum. Sanmasın çünkü o kitle bunu anlayamamış değil. Anlıyor ve sindiriyor. Çünkü söz konusu kitle Kaşıkçı cinayetinin mahiyetini merak etmiyor. Arabistan Prensi bir siyasi muarızını bu yöntemle yok etmeye karar vermişse, bunun "meşruiyet"ini de tartışmıyor: "siyaset bu. Yapar mı yapar!" Söz konusu kitle Tayyip Erdoğan'ın niçin böyle çelişik tavırlar aldığını merak etmiyor; pozisyon değiştirmekteki ve üstte kalmaktaki maharetini alkışlıyor.
Çünkü bu iktidardan alacağı ya da alacağını umduğu şeyler var. Bütün bu olanlardan sonra, böyle şeyler ummak (tabii öncelikle yoksul kesimi kastederek söylüyorum) hâlâ gerçekçi görünüyor mu? Pek sanmıyorum. Tayyip Erdoğan rejimi başarılı olmayı başaramadı. Sanırım sadık izleyicileri de bunun farkında. Ama, "Peki kim düzeltir?" sorusu ortaya atıldığında "Falanca düzeltir" cevabı da bulunamıyor. Muhalefet ya da muhalefetin bir kısmı "Biz düzeltiriz" dediğinde inandırıcı olamıyor. Geçen yılın "altılı masası", masanın bugün aldığı şekil ve daha birçok etken burada rol oynuyor. Var olan siyasi partilerin ya da kişiliklerin geçmişte gösterdikleri "performans" da göz doldurmuyor. Onun için Türkiye çok ciddileşebilecek bir politik krizin eşiğinde (ekonominin sefaleti, Cumhuriyet'in iyi kötü kurduğu yapının, kurumların, AKP saldırıları karşısında durum da cabası).
Dolayısıyla mücadele çetin geçecek. Toplumun tamamının ya da bir çoğunluğun AKP tarafına geçeceğini sanmıyorum. Onun için bu mücadelenin modernleşmeden yana kesimler için yenilgiyle sonuçlanacağına inanmıyorum. Ancak bu mücadelenin kolayca kazanılacağı anlamına da gelmiyor. Sınıf kavgasının kimlik sorunlarıyla iç içe geçtiği bir mücadele bu; onun için, muhalefeti ilerletirken, bunların ikisini birden gözetmek durumundayız. Birinden birini ihmal etmek muhalefetin gücünü ve etkisini zayıflatır.