Türkiye’de siyasetin ve özellikle de siyasi partilerin toplumla olan ilişkilerinin nasıl bir seyir izlediğini doğru analiz edebilmek için, çok partili hayata geçiş sonrasındaki sürece bakmak gerekiyor.
Kuşkusuz bu bakış açısı, tek parti dönemini görmezden gelmek anlamını taşımıyor. Kabul edelim ki ‘tek parti’ dönemi, normal bir siyaset analizinin konusu olmaktan çok, kendine has özellikler taşıyan otokratik dönemin laboratuvar analizi olarak bir değer ifade etmektedir. Dolayısıyla o dönemi, bildiğimiz normal siyasetin dışında değerlendirmekte yarar var.
Çok partili hayata geçişle birlikte ortaya çıkan tabloda herkesin de bildiği gibi solda CHP, merkez sağda ise önce Demokrat Parti, devamında Adalet Partisi ve Anavatan Partisi var. Sonrasında ise bu çizginin sağında ve solunda daha küçük partiler yer alıyor.
2002 seçimleriyle birlikte bu tablo tümüyle değişiyor. CHP geleneksel çizgisinde var olmaya devam ederken, merkez sağın bütün unsurları bir bakıma AK Parti havuzunda toplanıyor. Bu çerçevede merkez sağ anlamında küçük çaplı çıkış hamleleri olsa da hemen hepsi başarısızlıkla sonuçlanıyor. Çünkü AK Parti 2014 yılına kadar uyguladığı kucaklayıcı politikaları ve icraatlarıyla farklı çıkışlara ihtiyaç bırakmadığı için, merkez sağda başka bir arayışa ihtiyaç duyulmuyor. AK Parti mevcut konumunu koruduğu sürece de merkez sağ için başka bir alan açılmayacak gibi gözüküyor.
Ancak AK Parti merkezdeki konumunu özellikle son on yılda çok hoyratça kullanması yüzünden, geniş kitlelerle olan gönül bağlarını kopararak büyük ölçüde merkezi boşaltmış bulunuyor. Dolayısıyla, önümüzdeki dönemde merkez siyasete olan ihtiyaç giderek artacak demektir.
İşte tam bu noktada, 31 Mart seçimlerinde birinci parti konumuna geçen CHP’nin merkez siyaset ihtiyacını karşılayabilecek bir değişimi ne ölçüde gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği önem kazanmış bulunuyor.
Bu çerçevede, CHP’nin bir önceki genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun değişim adımlarının hayati bir öneme sahip olduğunun altını çizmek gerekiyor. Çünkü o güne kadar kimse CHP’nin geçmişiyle yüzleşerek “helalleşme” adımı atmaya cesaret edememişti. Bu bağlamda, CHP’nin özellikle ulusalcı kesiminin Kılıçdaroğlu’nun değişim adımlarına yeterince destek olmadığını da bir yere not etmekte yarar var.
Şimdi CHP’de yeni bir yönetim var. Genel Başkan Özgür Özel’in 31 Mart gecesinde yaptığı konuşmasındaki “Bu seçimi sosyal demokratlarla, milliyetçi demokratlarla, muhafazakar demokratlarla ve Kürt demokratlarla birlikte kazandık” sözleri, bir bakıma merkez siyasete işaret eden bir değerlendirmeydi.
Geçtiğimiz hafta, Ekrem İmamoğlu’nun KARAR’ı ziyaretinde verdiği mesajları da bu çerçevede değerlendirmekte yarar var. Cumhuriyet Halk Partisi’nin politik duruşuyla ilgili olarak, partinin yerinin merkez olarak kabul edilmesi gerektiğini vurgulayan İmamoğlu’nun değerlendirmesi aynen şöyle: “CHP merkezde durmalı tabii, partimiz zaten merkezde duruyor. Bunu sağ ya da sol olarak görmemek lazım. Ben de kişisel olarak merkezi temsil ediyorum; kendimi Türkiye’nin merkezinde görüyorum. CHP tabanı da bizimle aynı düşünceyi paylaşıyor. Bu yüzden hem bana hem de Mansur Bey’e büyük önem atfediyorlar.”
Herhalde CHP’nin merkeze gidişiyle ilgili bundan daha net bir tarif olamazdı. Türkiye’nin toplumsal sosyolojisi dikkate alındığında iktidar hedefi olan bir partinin, kendisini belli ideolojik kalıplara hapsetmek yerine, toplumun sağında-solunda yer alan muhafazakar, milliyetçi, liberal ya da farklı inanç ve farklı kimliklere sahip herkesin kendisini rahat hissedeceği bir merkez tanımına ihtiyaç duyduğu kesin.
Kabul etmek gerekiyor ki CHP’nin merkez siyasetini içselleştirebilmesi çok kolay değil. Zira CHP’nin geleneksel kodları daha çok ideolojik bir şekillenmeye ayarlı ama bu engel, parti yönetiminin kararlı irade koyması halinde aşılamayacak bir engel de değil. Nitekim İmamoğlu “Ben merkezi temsil ediyorum, partim de merkezde” diyerek, bir bakıma partinin önüne net bir hedef koymuş oldu.
Eğer Özgür Özel ve Ekrem İmamoğlu, bu süreci daha da zenginleştiren adımlar atabilirlerse, bugüne kadar eli CHP’ye oy vermeye gitmeyen kesimlerin tercihlerini rahatlıkla değiştirebilirler. Dolayısıyla, geniş toplum kesimlerine ulaşmak, tamamen CHP’nin kendi elinde, ya milletle buluşan bir istikamette yürümeye devam edecek ya da geleneksel kodlarının izin verdiği ölçüde bir siyasete razı olacak.
Ancak CHP’nin en büyük zorluğu, CHP safında duran, onun adına özellikle muhafazakar kesimlere parmak sallayan ideolojik medya ve ulusalcı yapılardır. Çünkü CHP’den çok CHP’cilik oynayan bu zihniyet öbeği, hala CHP konusunda kafalarında soru işaretleri taşıyan kesimleri adeta iten bir görüntü sergiliyorlar.