Yüzyıllar içindeki tecrübelerden süzülerek gelen bilgilere bakarak söylemek gerekirse, insanoğlunun tarih boyunca verdiği mücadele, aklın üzerindeki baskının kaldırılması mücadelesidir aynı zamanda.
Çünkü insan fıtraten özgür yaratılmış bir varlıktır. Gerek bilimsel gelişmelerin, gerekse derinlikli kültürel birikimlerin oluşabilmesi için, üzerinde korku ve vehim bulutlarının dolaşmadığı özgür düşüncelere ihtiyaç vardır.
Biliyoruz ki fıtrat dini olarak nitelendirilen İslam, saf aklın üzerine kurulu bir dindir. Kuşkusuz İslam’dan söz ederken, günümüz Müslümanlarının zihin dünyalarını kuşatan dinden bahsetmiyorum, Kur’an’ın tarif ettiği dini kastediyorum.
Abdurrahman el-Kevakibi’nin de ifade ettiği gibi, Kur’an’ı doğru bakış açısından inceleyen herkes görür ki Kur’an insanı hiçbir zaman aklın alamayacağı bir doktrini kabule zorlamaz. Tam aksine onu uyarır, başkasının görüşüne uyarak ya da atalarının izinden giderek inanmaktan men eder. (Despotizmin Doğası, s.180)
Bu sayede insan, aklın rehberliğinde herhangi bir gücün tahakkümüne asla teslim olmaz. Böylece insan, fıtratının da gereği olarak ne halifeden, ne sultandan, ne melekten ne felekten, ne veliden, ne büyücüden, ne cinden ne de kahinden herhangi bir medet ummak durumunda kalmaz.
Ama şu bir gerçek ki gerek Hristiyan gerekse Müslüman dünyada bazı din pazarlamacıları ve de saltanatını tahkim etmeye çalışan despotik krallar, sultanlar, hem bu dünya hayatında hem de ölüm sonrasında insanları bir tür ceza ile tehdit edip korkutmaktan vazgeçmemişlerdir.
Çünkü müstebit siyasetçiler politikalarını bu stratejiler üzerine bina etmek durumundadırlar. “Onlar üstünlük ve yücelik duygusuyla halkı korkutur, zorbalık, cebir ve şiddete boyun eğdirirler. Bu şekilde halkı terbiye ederek kendilerine muti hale getirirler; artık halk onların çıkarlarına hizmet eder ve sadece onları memnun eder hale gelir. Zamanla bir tür sürüye dönüşürler; efendileri sütlerini sağıp içerler, etlerini yerler, sırtlarına binerler ve onların varlıklarıyla övünürler.” (a.g.e, s.78)
Tarihin tanıklığına başvurduğumuzda görürüz ki hemen bütün müstebit yöneticiler, otokrat liderler hakkın ve özgürlüğün düşmanı olmuşlardır. Dahası, kitleleri kontrol altında tutmada en büyük gıdaları dindir.
Oysa Allah insanı aklın rehberliğinde hür yaratmıştır. Ama ne yazık ki insanoğlu çoğu zaman bu akıl nimetini görmezden gelerek, cehaletin rehberliğinde köleliğe razı olmuştur.
Batı toplumları, bir milleti çöküşe sürükleyen bu despotizm kelepçesini kırmayı başarmıştır. En önemlisi de despot rejimlere karşı sarsılmaz duvarlar çekip sağlam temeller üzerine anayasal demokrasiler inşa etmeyi başarmışlardır. Yasama yetkisini millete devrederek ‘hukukun üstünlüğü’nü esas bir hukuk sistemine kavuşmuşlardır. Hakimi de mahkumu da eşit şartlarda yargılayan yargı sistemleri oluşturarak iktidarları denetleyen mekanizmalar kurmuşlardır.
Ama aynı şeyi Müslüman dünya için söylemek ne yazık ki pek mümkün değildir. Maalesef Müslüman toplumlar, despotik yönetimlerin kalıntılarından henüz kurtulabilmiş değil. Elbette zaman zaman hukuk ve demokrasi girişimleri olmuş, ancak her seferinde akamete uğramıştır.
Bu açıdan bakıldığında Müslüman ülkelerin yaşadığı tecrübeler bağlamında, en dikkate değer ve hatta en başarılı ülke Türkiye’dir. Çok istenilen düzeyde olmasa da diğer Müslüman ülkelere nazaran, modernleşme ile erken tanışan Türkiye, ciddi bir demokrasi müktesebatı kazanmış ve önemli bir mesafe kaydetmiştir.
Ancak alınan bütün bu mesafelere rağmen, henüz gerçek manada bir hukuk devleti olmayı başaramamıştır. Çünkü Türkiye’nin hem geleneksel İslam kültüründen devraldığı kutsal miras hem de Cumhuriyet’in kuruluş ideolojisiyle oluşan otokrat bagaj, evrensel normlara dayalı bir hukuk devletinin oluşmasında önemli bir engel teşkil etmektedir.
Bu yüzden, mevcut anayasanın bile uygulanmadığı 21. Yüzyıl Türkiye’sinde hala yeni anayasa yapma tartışmalarını yaşıyoruz. Aslında söylem düzeyinde hemen bütün siyasal aktörler ‘yasaklardan arındırılmış’ bir anayasa talep ediyor ama kimse özgürlükçü bir anayasa için öncelikle evrensel hukuk normlarına ayarlı bir zihniyet değişimine ihtiyaç olduğunu görmüyor ya da görmek istemiyor. Çünkü ülkedeki bütün siyasi aktörlerin, ideolojik mahallelerin zihin dünyaları otokrat ve kutsal devlet ideolojisinden arındırılabilmiş değil.