Türkiye’de son yıllarda hukuku yoran, vicdanları yaralayan öylesine yargı faciaları yaşanıyor ki doğrusu bunları yazmak bile her seferinde insanın yüreğine dokunuyor. Sansasyonel davaların neredeyse tamamı, göz göre göre hukuksuzluğa taraf olanlar hariç hiçbir şekilde vicdanları tatmin etmiyor. Mesela suçsuzluğu apaçık ortada olduğu halde Osman Kavala tam 2 bin 458 gündür cezaevinde bulunuyor.
Zaman zaman avukatları aracılığı ile Kavala’dan mektuplar alıyorum, aynı şekilde ben de mektuplar gönderiyorum. En son on beş gün önce, yeni çıkan kitabımla ilgili bir mektup gönderdi. Kuşkusuz bunu bir mektup olarak değerlendirmek doğru değil, kelimenin tam anlamıyla bir kitap incelemesi.
Bu vesileyle bugünkü köşemi Osman Kavala’nın “Müslüman Sokağında Demokrasi Hayal mi?” kitabımla ilgili değerlendirmesine ayırmak istiyorum.
“Yazdıklarınız benim için çok öğretici, zihin açıcı oldu. Demokrasinin İslam’a aykırı bir kavram, bir uygulama olmadığını anlatmanız, ‘dinin evrensel mesajını modem dünyada insan hakları temelinde ortaya çıkan hukukun üstünlüğü ve demokratik değerlerle birlikte’ düşünülmesi gerektiğini güçlü biçimde vurgulamanız çok önemli” cümlesiyle başlayan Kavala’nın inceleme notları şöyle:
“Kitabınıza başlamadan önce orta çağ döneminde Papalık ve teokratik krallık kurumları ile ilgili bir çalışma okumuştum. Beşinci yüzyıla uç veren, sekizinci-dokuzuncu yüzyılda yaygın hale gelen teokratik-siyasi anlayışa göre krallar ve imparatorların, hükümranlık yetkilerinin kaynağı halk değil Isa peygamber, Tanrı.
Kitabınızda Muaviye’nin “insanlardan aldığım şeyler benim zaten hakkımdır. Onlara bıraktıklarım şeyler ise benden onlara bağış sayılır... Bu (saltanat), bize Allah vergisi gelmiş olan bir güçtür.” sözlerini aktarmışsınız. Batı’daki Hıristiyan teokratik krallıklarda da aynı anlayış görülüyor. Kral Tanrı’nın muhatabı, hatta sesi. Halk hiçbir siyasi hakkı olmayan bireylerden oluşan bir tebaa haline geliyor. Adeta, Tanrı yönetmesi için halkı krala teslim etmiş. Kralın tebaasına sağladıkları, halkın hakkı olan şeyler değil, kralın onlara yaptığı bağış, cemile! Halkın ne istediğini, halk için neyin yararlı olacağını bilebilecek merci kral ya da imparator. Hükümdarın halk ile arasında halkın kendisini denetlemesine yol açacak bir sorumluluk ilişkisi söz konusu değil. Bu durumda hükümdara direnmek, onu eleştiren şeyler söylemek, yazmak ciddi bir suç.
Kitabınızda demokrasiyi reddeden, siyasi hakimiyetin halktan kaynaklanamayacağını ileri sürenlerin Maide ayetini delil olarak gösterdiklerini belirtmişsiniz. Avrupa siyasetinde belirleyici bir işleyişi olan Papalık kurumu ve buna paralel olarak gelişen teokratik krallıklar otoritelerini Aziz Pavlus’un sözlerine dayandırmışlar: Hıristiyan teokrasisi de Isa peygamberin değil, aziz olarak kabul edilen Pavlus’un söylediklerini temel almış: “Herkes baştaki yönetime bağlı olsun yönetime karşı direnen, Tanrı buyruğuna karşı gelmiş olur.” (Romalılar’a Mektup 13:12)
Ancak, 16. yüzyıldan itibaren Lutherci ve Kalvinci akımların da etkisiyle Tiran haline gelmiş olan yöneticinin tanrısal yetkiyi kullanabilme yeteneğini kaybettiği, bunlara karşı direnmenin meşru hatta gerekli olduğu değerlendirmeleri yapılmış, daha sonra da dünyevi işleri yürütmekle mükellef olan kralın, yöneticinin otoritesinin kaynağının yönettiği halk olduğu görüşü ağırlık kazanmış.
Kitabınızda çok önemli gördüğüm bir diğer nokta dinin siyasal bir ideolojiye dönüştürülmesine dikkat çekmeniz, ‘ideolojik İslam’ın Kur’an’ın hürriyet ve adaletle ilgili mesajlarını perdelediğini, “çatışmacı bir siyasi kültür yarattığını” önemle vurgulamış olmanız. Anlayabildiğimiz, Müslüman dünyada da Hıristiyan dünyada da ahlaki değerleri geliştirmeyi, derinleştirmeyi amaçlayan dini ilkeler siyasi amaçlara hizmet eden ideolojiler oluşturmak için kullanılmışlar. Modern dünyada da siyasi örgütler ve kurumlar düşüncelerin ve inançların ideolojilere dönüşmesini kolaylaştırıyorlar. İdeolojiler de toplumsal sorunların yarattığı rahatsızlıklardan ve demokrasi kültürünün zaaflarından yararlanarak yaygınlaşıyorlar, sorunların çözümü ile ilgili bireylerin analiz etme, çözüm arama ehliyetlerinin daralmasına, kalıplara sıkışmasına yol açıyorlar. Yaratılan duygudaşlık ilişkisi de farklı düşüncede, ‘karşı tarafta’ olanları ötekileştirme, onların sorunlarına duyarlı olmama, onlarla empati ilişkisine girmeme gibi davranışları güçlendiriyor.
İdeolojik düşünme ve davranma eğiliminden korunmak için eleştirel aklın yanı sıra sanat ve edebiyatla canlı bir ilişki içinde olmanın gerekli olduğu düşüncesindeyim. Empati yeteneğimizi bu şekilde geliştirebileceğimize inanıyorum. Sizin de yazdığınız gibi entelektüel dünyanın eleştirel düşünce ile birlikte sanat-edebiyata değer veren bir vizyona sahip olmasının hayati derecede önemli olduğuna inanıyorum.
Tekrar bu değerli kitap için sizi tebrik ediyorum, yazdıklarınızın hem Müslüman hem ‘seküler’ mahallede zihin açıcı bir etki yaratmasını temenni ediyorum.”