Erdoğan önüne açılan kimi kapıları açmayı, kullanmayı bilmeyen bir siyasetçi.
2013’ten bu yana aralanan tüm demokrasi ve özgürlük kapılardan korkuyor. Tercihlerini onları kapamak, güvensizlik ve sertlik üzerine kuruyor.
Gezi hadiseleri sırasında bu durumun açık örneğini yaşadık.
Gezi olaylarının temelini, araya kim karışırsa karışsın, durum ne denli tehlike kokan bir iktidar karşıtlığı dalgasına yol açarsa açsın, esas olarak bir gençlik tepkisi, bir katılım talebi oluşturuyordu. Toplumsal bir dalga, bir itiraz ve infilak hali söz konusuydu. Tabi hallerdendi bu. Benzerlerini Gezi öncesi ve sonrası başta Batı, pek çok ülke yaşadı. Yakın dönemde Fransa’daki sarı gömlekliler meselesi, gecekondu isyanları tipik örneklerdendi.
O günlerde Erdoğan’ın önünde iki yol vardı.
İpleri gevşetmek veya germek…
İpleri gevşetmek iktidar için hadiselerin arkasında yatan yeni talep ve girdilere uyum sağlamak, onları yönetmek bakımından bir fırsattı. Önemli bir demokratik deneyime yol açar, muhtemelen itiraz eden kesimle siyasi karar mekanizmaları arasında bir bağ kurulurdu. Bu durum, Türkiye’yi olumlu etkiler, Türk modeli denilen şey tazelenir, tekrar anlam kazanırdı. Kaldı o günler, çözüm sürecinin devrede olduğu, Kürt hareketinin Gezi hadiselerinden özellikle uzak durduğu günlerdi.
Erdoğan bu yolu tercih etmedi.
İpleri germeyi, sertleşmeyi seçti.
Tahrir meselesi, Batı’ya güvensizlik, talepler karşında endişe ve tahammülsüzlük bu tercihte rol oynadı ancak, sonuçları da keskin oldu.
“Çevresine, partisine, hatta devlete güvensizlik”, “beni devrirecekler korkusu”yla Erdoğan o günlerde, hukuk ilkeleriyle, muhalif kesim ve değerleriyle, hatta Batı’yla bağları iyice zayıflatmaya yöneldi. Parti içi tasfiyelerle gelen tek adam hamlesi, etrafına yeni güvenlik duvarı olarak kendi ailesini ve yakınlarını yerleştirmesi, ülkede şahsilik, irrasyonellik ve keyfilik kapılarını açtı.
Sonra, asıl büyük darbe içeriden, Gülencilerden geldi. Bir anlamda demokratik uzlaşmalardan kaçışın, partizanlık ve sadakat takıntısının bedeliydi bu.
17-25 Aralık’ta yine “devrilirim” korkusuyla yolsuzlukla anılan bakanları koruması, Gülen’in darbe girişimini darbesini kamuoyu nezdinde kısmen görünmez hale getirdi, sonuçta onu yalnızlığa ve otoriterliğe biraz daha itti.
Velhasıl Gezi ve o günler bir Erdoğan için bir fırsat kapısı olabilirdi.
Ama tersine darbe girişimine kadar uzanacak, otoriterliği derinleştirecek bir cehennem kapısı oldu.
Cumhurbaşkanın önüne benzer bir fırsat, 31 Mart yerel yönetim seçimlerinden sonra çıktı. Bu seçimler sonrası, Erdoğan, en azından eskisi kadar kucaklayıcı olmadığının, toplumsal muhalefetin güçlendiğinin farkına varmış olmalı. Yumuşama hamleleri, yeni bir siyasi imaj arayışları kanımca bunun, bu ihtiyacın eseridir.
İhtiyaç fırsatla giderilir.
Fırsat ise, Erdoğan’ın mevcut ittifakını koruyarak, kimi esmelere gitmesi, adalet yolunda kimi adımlar atmasıydı. Kobani davası, Gezi ve Kavala davası, bu istikamette yol almak için önemli imkanlardı. Bir dönemler, Kürt hareketine Öcalan sözünü dinleyen diyebilen, bunu milli faydayla açıklayan Bahçeli, aynı milli fayda gerekçesiyle bu fırsatların kullanılmasına itiraz etmezdi.
Olmadı.
Erdoğan ipleri gergin tutmakta inat etti, inat ediyor.
Kavala davası örneğin, dün, son fırsat da harcandı.
Osman Kavala’nın kanun yararına yeniden yargılama talebi reddedildi.
Reddeden makam Adalet Bakanlığı, yani yürütme, Erdoğan’la ilişki çok yakın…
Kararda şöyle diyor:
“Dosya kapsamına, dayandığı gerekçeye ve mahkemenin takdirine nazaran, İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesinin 25/04/2024 tarihli ve 2024/65 değişik iş sayılı kararı aleyhine kanun yararına bozma yoluna gidilmemiştir…”
Adalet örseleniyor, Kavala ve arkadaşları bir ideolojik takıntının bedelini ödüyorlar ve Erdoğan bindiği dalı kesiyor.
Not. Tatil nedeniyle yazılarıma bir süre ara veriyorum.