Çözülen Avrupa

Siyâset aslında çok harâretli bir sâhadır. Siyâset, Tanrı Apollon ile temsil edilen ve her nev’i kurumsallaşmayı karşılayan merkezî düzen fikri ile Tanrı Dionisos ile temsil edilen; her nev’i itirâzî, rafızî (merkezkaç) isyankâr eğilimleri eş anlı olarak ihtivâ eder. İlki ölçülülüğü esas alan akla, diğeri ise taşkın duygusallıklara tekâbül eder. Siyâseti, içinde bu iki zıt kutup arasındaki gerilimleri yansıtan saf, kendinde bir bir olgu olmaktan çıkarıp bir sanât hâline getirmek Dionisosçu harâreti düşürmekle alâkalıdır. Kadim dünyâlarda bu san’atın zirvesine devlet; bilhassa imperium ile ulaştığını düşünürüm. Devamlılığı olan siyâset Tanrı Apollon’a mâl edilen düzen fikrinin diğeri bastırmasını ifâde eder.

19.Asır Avrupa’sı siyâsetin bu iki dinamiğinin derinden çatıştığı bir zaman dilimdir. Bu asrı devrimler ve karşı devrimler şekillendirdi. Destânî (epik) ve duygusal-dokunaklı (patetik) tansiyonlar çok yüksek seyrediyordu. II.Umûmî Harp bu vasatı ortadan kaldırdı. Batı, bilhassa Avrupa, devamlılık iddiasındaki siyâsal sistemleri vücûda getirdi. Son derecede soğutulmuş sistemlerdi bunlar. Bir defâ aşırı unsurlar sistem dışına itilmiş, sistem içi yarışan ılımlı partilere kalmıştı. II.Umûmî Harp esnâsında insanlığa ağır bedeller ödetmiş olan aşırı sağ, yâni koyu jingoiizm, şovenizm ve ırkçılık güden partiler yasaklanmış, tasfiye edilmişti. Buna mukâbil solda I.Enternasyonale bağlı devrimci komünist partiler yer yer sisteme dâhil edilmişti. Ama ipler, bu partilerin devrim dâvetlerini boşa çıkaran Bernsteincı II.Enternasyonalin yeniden bölüşümcü sosyalist ve sosyal demokrat partilerinin elindeydi. Bir zamanların çok kuvvetli bir toplumsal desteğe sâhip olan komünist partilerin radikal fikirlerinin artık hükmü kalmamıştı. Onlar, “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan “kitlelere hitap ediyorlardı. Hâlbuki devir değişiyor, demokratik yeniden bölüşüm kanallarının açılmasıyla orta sınıflaşan; yâni “kaybedecek şeyleri olan” yeni bir işçi sınıfı doğuyordu. Bu sınıfların tercihi ise sistem içi II.Enternasyonelin partileriydi. 1970’lerde ortaya çıkan, Avrupa’nın görece kuvvetli üç komünist partisi olan İtalyan, Fransız ve İspanyol Komünist Partilerini biraraya getiren Eurokomünizm hareketi aslında bir acziyeti ifâde ediyordu. Berlinguer, Marchais ve Carillo, proletarya diktatörlülüğünü reddettiklerini, resmî Sovyet sosyalizmiyle bağlarını ortadan kaldırdıklarını, demokratik seçimleri meşrû kabûl ettiklerini, tabanlarının her nev’i dezavantajlı gruplara açık olduğunu ilân ettiler. Tabiî bu formül de işe yaramadı ve 1980’lerden başlayarak eridiler.

Kurulan Batı tipi siyâsal sistem, evet bir düzen sağlamıştı. Yatırımcı merkez sağ partiler ile bölüşümcü merkez sol partiler arasında emme basma tulumba gibi işliyordu. Kadim dünyâda düzen tutturmak bir san’attı. Modern dünyâda bu mühendislik bir başarıya inkılâb etti. Sistem bir fabrika gibi işliyordu. Girdileri (input), geri beslemeleri (feed back) ve çıktıları(output) vardı.(Talebelik zamanlarımızda,bir ayakları ABD’de olan hocalarımızdan bu modellerin güzellemelerini az dinlemedik) Ama bu mekanik işleyiş içinde siyâset rûhunu kaybediyordu. Devamlılık sağlamak adına siyâsetin ateşi söndürülmüştü söndürülmesine. Ama daha da ileri gidip onu buzluğa kapatmışlardı sanki. Trajik, belki de dramatik 1968 Hareketi, yeniden bir ruh kazanmak adına Avrupalıktan vazgeçiyor; Latin Amerika’dan veyâ Vietnam’dan, Marighella, Che, Castro, Ho Chi Minh gibi kültlerden epik, Hindistan’dan mistik-spritüel ve Maocu Çin’den ise kültür devrimciliği gibi malzemeler devşirmenin derdine düşmüştü.. Nâfile işlerdi bunlar ve sönümlendiler. Geride ciddî bir sosyolojik mesele olarak literatüre giren siyâsetten soğuma ve ilgisizlik (depolitization) kaldı.

20.Asrı fiilen sona erdiren olgu, yâni Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Sovyetlerin çöküşüydü. Bunlarla berâber iki mühim olgu ortaya çıktı. İlki siyâsetin kültürleşmesi ve bürokrasilerin tasfiyesi. Siyâsetin kültürleşmesi, sanki 68’in rûhunu çağırıyordu. Belki öyle de denilebilir. Ama bu defâ, bilhassa 90’larda en plâstik seviyede bir yeni 68 yaşanıyordu. İkinci dalga ise mühendislik ile ekonomiyi harmanlayan teknokrasilerin yükselişiydi. Kültüralizm ve ekonomizm, liberalleşme dalgasının iki yüzüydü. Buna en son olarak teknolojizm de eklemlendi.(Plastiklik zâten bu benzemezleri biraraya getirmekten, kültüralizme ekonomizmin, ekonomiye teknolojizmin zerk edilmesinden doğuyordu). Tabiata, çevreye dâir; etnik, dinsel ve cinsel meselelerin harman edildiği plastik bir yeni 68.. Yeni bir tarz Beyaz Yakalı oligarşiler doğuran tuhaf bir dönüşümdü bu. Bu yeni elitlerin kendilerine biçtikleri misyon gûya bürokratik kapitalizmin verimsizliğini gidermekti. Tekmil kamusal kurumlara ve yerleşik işbölümlerine saldırmak başat mârifetleriydi. Bu saldırganlık yerleşik sağ ve sol partileri birleştirdi. Yeni sağ, meselâ Thatcher bunu açık açık; Tony Blair ve Gordon Brown gibiler ise Üçüncü Yol modellemeleri (güzellemeleri) üzerinden yapıyordu. Tabiî verimlilik artışı sağlanamadı. Tam aksine derinleşti. Modeller tam bir fiyasko ile çöp oldu. Düzelteceğiz derken tam bir yıkıma yol açtılar. (Bu dünyâda Tony Blair gibi yaşamak nasıldır acaba?)

Bu saldırılar yeni oligarşilerde insaf bırakmadı. Kamusal düşüncenin yıkılması, kamusal endişelerin karikatürleştirilmesi ile ucu narsisizme varan duygusuzlaşmaya dayanan, Brian Turner’ın bireysileşme (individuation) dediği bir olgu ile eşleşti. (Sosyal sorumluluk projeleri, aslında kamusal sorumsuzlaşmanın günah çıkarma âyini, plastik bir işlevi ve mahsulüydü).

Son AB Parlamentosu seçimlerinde ortaya çıkan ve aşırı sağın yükselişi olarak tescillenen tablonun derinliklerinde bu oligarşinin mağlûbiyeti yatıyor. Verimlilik iddialarına dayanan ekonomik modelleri çöktü. Yükselen işsizlik ve enflasyon bu çöküntünün neticeleridir. Kültüralizmleri çok kültürlü, hoşgörüşülü toplumlar yerine, M.Featherstone’un işâret ettiği üzere postmodern kabileciliği, T. Eagleton’ın dediği gibi kan dâvâlarını doğurdu. Kafelerde, kampüslerde üretilen hoş teorilerin reel hayatlardaki karşılıklarıydı bunlar. Hâsılı bir enkaz bıraktılar. Bardağı taşıran damla ise Avrupa’yı Rusya ile savaşın eşiğine getirmeleri oldu. Marine Le Pen’in babası Jean- Marie Le Pen daha 1980’lerin sonunda, postmodern kültüralizmleri desteklediğini ifâde ediyor, kültür devrimciliğine varız diyordu; meğer ki her kültür kendi saksısında kalsın; ayrık otlarından temizlensin. Siyâseti ekonomizme ve teknolojizme ircâ edip, bodoslama hesapsız olarak kültürlerle buluşturmanın neticeleriyle yüzleşiyorlar şimdi. Popüler dip dalgaları oligarşilerin yüzünü yalıyor. Evet târih kâfiyeleniyor.. Merak eden Weimar Cumhûriyeti’nin son devirlerine baksın…