7 Ekim 2023 uluslararası siyaset ve hukuk tarihinde dönüm noktalarından biri. Hamas’ın İsrail’e yönelik saldırısının boyutları belki ancak 11 Eylül 2001 terör saldırısı ile karşılaştırılabilecek bir eylem. Bunu mazur gösterecek bir gerekçe olmaz.
11 Eylül sonrasında, uluslararası toplumun büyük çoğunluğu dayanışma göstermiş, BM Güvenlik Konseyi harekete geçerek terörizmle mücadele alanında ilerleme sağlayan önemli kararlar kabul etmişti. BM üyesi tüm devletler için hukuken bağlayıcı nitelik taşıyan bu kararların yol göstericiliğinde terörizmle mücadeleye ilişkin uluslararası normatif yapı geliştirilmişti.
Öte yandan, ABD önderliğindeki koalisyonun uluslararası hukuk yükümlülüklerini görmezden gelerek yürüttüğü işgal operasyonu, barış ve güvenlik açısından yıkıcı sonuçları halen devam eden felakete yol açmıştı.
7 Ekim sonrasında ise uluslararası siyaset farklı parametrelerin etkisinde kaldı. Uluslararası hukuk yükümlülükleri dikkate alınmadı, çifte standart öne çıktı, ikiyüzlülük örneği görülmemiş düzeye ulaştı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan uluslararası güvenlik mimarisine güven ciddi ölçüde sorgulanır duruma geldi.
Bu koşullarda, BM Güvenlik Konseyi dayanışma gösteremedi. Uluslararası barış ve güvenliğin korunması işlevini yerine getiremedi, sınıfta kaldı.
Toplam 15 üye devletten oluşan BM Güvenlik Konseyi İsrail’i koşulsuz destekleyen ABD’nin veto yetkisini kullanmayı tercih etme siyaseti karşısında işlevsiz kalınca, tüm BM üyesi devletlerin yer aldığı BM Genel Kurulu devreye girdi. Ancak, İsrail’in sivil halka karşı yürüttüğü katliamın durdurulmasına yönelik yüksek çoğunlukla aldığı kararlar, hukuken bağlayıcı olmadığından alanda durumun değişmesini sağlayamadı.
Filistin’de katliamın boyutları
İsrail’in 1967’den bu yana Batı Şeria ve Gazze dahil Filistin topraklarını işgalinin uluslararası hukukun ihlali olduğu tartışmasız bir gerçek. Çok sayıda BM kararı da bu gerçeği destekliyor.
Bu durum, bölgesel olduğu gibi küresel kalıcı barışın da temel ön koşulları arasında ön sırada yer alan iki devletli çözümün önünde de engel oluşturuyor.
İsrail’in yalnız Gazze’de değil, Batı Şeria dahil işgal altındaki Filistin topraklarında sürdürdüğü katliamın dökümünü yapmak insanın vicdanını sızlatıyor.
On binlerce masum Filistinli sivil, uluslararası hukuku ve insani değerleri yok sayan korkunç katliamlar sonucunda öldü. On binlercesi yaralandı, engelli duruma geldi, psikolojik travmadan yaşadıkları sürece kurtulamayacaklar. İki milyondan fazla Filistinlinin yaşadığı Gazze tümüyle bir enkaz yığınına dönüştü. Binlerce kişinin halen enkaz altında olduğu da bir gerçek. Tüm Gazze nüfusu bir çok kez zorla yerlerinden edildi. Güvenli bölge ilan edilen yerlerde, hastanelerde, okullarda, mülteci kamplarında İsrail silahlı kuvvetlerinin vahşet eşiğini tarihin en yüksek noktasına çıkaran saldırıları sonucunda katledildiler.
Bitmedi, bunlar tüm dünyanın gözü önünde, uluslararası yargı kararlarına ve siyasi çağrılara karşın devam ediyor. Her gün onlarca, bazı günler yüzlerce bebek, çocuk, kadın, yaşlı ya da genç sivil korkunç saldırılarda katlediliyorlar.
İsrail’in “kendini savunma hakkı” varmış...
İsrail’in “aralarında teröristlerin olabileceği sivil grupları hedef alma hakkı” varmış!
Kurallara dayalı uluslararası düzenden, demokrasiden, insan haklarından söz eden bir süper güç sözcüsünün bu yöndeki beyanlarını kulaklarıma inanmakta zorluk çekerek dinledim.
BM Güvenlik Konseyi’ne sunulan raporlarda, BM Genel Kurul kararlarında, BM İnsan Hakları Konseyi tartışmalarında insanlık dışı katliamların dökümü mevcut.
Her gün dünya televizyon kanallarının canlı yayınlarında, sosyal medyada vahşetin boyutlarını gözlerimiz dolarak, öfkelenerek izliyoruz.
Amerikan, İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan, Rus, Çin televizyon kanallarının, yazılı medyasının tümü yalan söylüyor olabilir mi?
İzlediğimiz canlı yayınlar bilim kurgu değilse, haberler yapay zeka tarafından yaratılmıyorsa, on binlerce masum sivilin vahşice katledilmesinin kabul edilebilir bir gerekçesi olabilir mi?
Buna engel olma yeteneği olan uluslararası aktörlerin durumu “İsrail’in kendini savunma hakkı” olarak sunmaya çalışmaları utanma sınırlarını zorlamıyor mu?
İsrail’in “işgali altındaki topraklarda kendini savunma hakkı” hukuk ve siyaset zemininde açıklanabilir mi?
İsrail’in “kendini savunma hakkı” gerekçesiyle ve “Hamas’ı yok etmek” amacıyla Gazze’ye karşı başlattığı operasyon tanımlanan hedefin çok ötesine geçti. İşgal altındaki Gazze’de yaşayan 2,3 milyon Filistinli’nin yaşam hakkını ortadan kaldıran katliama dönüştü.
Uluslararası hukuk devletlerin terörizm ile mücadelesini yasaklamaz, tersine bunu sorumluluk ve yükümlülük olarak görür. Ama bu sınırsız değildir. Koşul, uluslararası insan hakları hukukunda tanımlanan ölçüde, mücadelenin insan onuruna ve haklarına uyum temelinde yürütülmesidir.
Uluslararası insani hukuk, uluslararası ya da iç çatışmanın kaçınılmaz olması durumunda, uyulması gerekli kuralları belirler. Sivillerin, sağlık birimlerinin, savaş dışı olan ve kalan unsurların hedef alınmasını yasaklar. Hangi silah türlerinin kulanılamayacağını tanımlar.
İsrail’in son sekiz aydır devam eden ve ne zaman sona ereceği belli olmayan operasyonları, uluslararası insan hakları hukukunun, insani hukukun ve mülteci hukukunun ihlalidir.
Bu arada, sorunun kökeninin de tam ve doğru anlaşılması, çözümün ön koşuludur. Terörizm hiç bir koşulda kabul edilemez. Ancak, terörizmle etkin mücadele, onu yaratan koşulların ortadan kaldırılması ile doğrudan bağlantılıdır.
Filistin sorunu 7 Ekim’de başlamadı. İsrail’in Filistin topraklarını işgalini, iki devletli çözüme karşı çıkmasını, uluslararası toplumun geniş tepkisine karşın yerleşimleri genişletmeye devam etmesini, Filistin halkına özgürce yaşama hakkı tanımamakta direnmesini ... doğru tarihi perspektifte değerlendirmek gerekir.
Günümüzde Filistin Devleti’ni tanıyan ülke sayısı 150’ye yaklaştı. BM üye sayısınını üçte ikisinden yüksek bir oran. Son olarak Filistin Devleti’ni tanıyan Avrupa ülkelerine İsrail’in olağanüstü güçlü tepkisi, İsrail’in stratejik hedefi için gösterge olabilir mi?
Filistin BM’de GÖZLEMCİ DEVLET statüsünde, ÜYE DEVLET olması engelleniyor. BM Genel Kurulu, İsrail ve destekçilerinin engelleme çabalarına karşın, Filistin Devleti’nin gözlemci statüsünü bir ölçüde yükseltebildi.
Uluslararası Adalet Divanı (UAD) süreci
İkinci Dünya Savaşı sonrası uluslararası güvenlik mimarisinin merkezinde BM var. Uluslararası düzenin dayanacağı kuralların temel çerçevesi BM Antlaşması ile belirlenmiş. UAD bu sistemin bağımsız yargı organı. BM üyesi tüm devletler UAD Statüsü’ne de taraf.
Güney Afrika tarafından İsrail’e karşı UAD’de açılan davada çeşitli aşamalarda ara kararlar (ihtiyati tedbir kararları) verildi. İsrail’in eylemlerinin soykırım olup olmadığına ilişkin ana karar beklenecek. Ama İsrail’in uymadığı ara kararlarda soykırım iddialarına yol açan askeri operasyonların durdurulması ve insani yardım engellemelerine son verilmesi istendi.
3 Ocak ve 16 Ocak tarihli önceki iki yazımda bu süreci izah etmiştim.
Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) süreci
Devletleri yargılayan ve BM sisteminin parçası olan UAD’nin yanı sıra, uluslararası hukuku ihlal eden bireylerin de yargılanabilmeleri amacıyla 1998’de kabul edilen Roma Statüsüuyarınca bağımsız uluslararası yargı organı niteliği taşıyan UCM kuruldu.
UCM Savcısı, 20 Mayıs’ta yaptığı açıklama ile, üç Hamas yöneticisi, ayrıca İsrail Başbakanı ve Savunma Bakanı hakkında, Roma Statüsü’nde tanımlanan suçlar arasında yer alan savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar işledikleri gerekçesiyle tutuklama müzekkeresi (arrest warrant) çıkarılmasını talep etti. UCM’nin Yargılama Öncesi Dairesi’nin onaylaması durumunda, sözü edilen kişilerin UCM tarafı bir ülkede bulunmaları durumunda tutuklanarak UCM’de yargılanmak üzere Lahey’e gönderilmeleri gerekecek. (Bu konuda daha ayrıntılı değerlendirme için Rıza Türmen’in 24 Mayıs tarihli yazısının okunmasını öneririm.)
İsrail ve başta ABD olmak üzere destekçileri bu girişimi şiddetle eleştirdiler. Savcı’yı ve diğer UCM yetkililerini yaptırım uygulamakla tehdit ettiler.
Oysa aynı Savcı Rusya Devlet Başkanı için de tutuklama müzekkeresi talep etmesi, şimdi eleştirenler tarafından olumlu karşılanmıştı.
UCM Savcısı’nın Ukrayna’ya saldıran Rusya Devlet Başkanı için yaklaşımı doğru ise, Filistin’e saldıran İsrail Başbakanı ve Savunma Bakanı için yaklaşımı da doğru.
İsrail için yaklaşımı yanlış ise, o zaman aynı şekilde Rusya için yaklaşımının da yanlış olması gerekmez mi?
İşin içinde çifte standart ve ikiyüzlülük olunca anlaması da zor, anlatması da...
Böyle olunca kurallara dayalı düzen, hukukun üstünlüğü, demokrasi, barış, güvenlik nasıl sağlanacak? Cezasızlık savunulabilir mi?
Hukuk üstünse cezasızlık olmaz. Cezasızlık varsa hukuk üstün değildir.
Soykırım Sözleşmesi de bu vahşeti tanımlama konusunda yetersiz kaldı
Hiç bir suç önemsiz değil, ama soykırım suçların en büyüğü.
İkinci Dünya Savaşı sonrası kuşak olarak Nazi rejiminin yarattığı vahşeti öğrendik, belgeleri ve belgeselleri inceledik, dehşete düştük.
Yahudi soykırımı suçlusu Naziler 1946’da Nürnberg’de kurulan özel mahkemede yargılanıp mahkum oldular.
Soykırım vahşetinin yeniden yaşanmasına ön alabilmek amacıyla 1948’de “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi”ni (Soykırım Sözleşmesi) kabul edildi. 152 devlet taraf, henüz onaylamasa da 41 devlet imzalamış. Yani evrensel nitelik kazanmış bir belge.
Sözleşme; bir ulusal, etnik, ırksal veya dinsel grubun ortadan kaldırılması amacıyla gerçekleştirilen soykırım kapsamına giren eylemleri tanımlıyor. Soykırım yargısının yetkili bir mahkeme tarafından verilmesini öngörüyor.
İsrail işgal altında tuttuğu Filistin’de sivil halka karşı sürdürdüğü saldırıların savaş suçu ve insanlığa karşı suç kapsamına girdiği uluslararası toplumun geniş kesimi tarafından kabul ediliyor.
Bu suçlamalar UCM’de yargılanabilecek.
Soykırım suçlaması ise UAD’de yargılanacak.
Soykırım yargısını yetkili mahkeme, bu durumda UAD verebilir, başka kimse değil.
Ama UAD’nin yargısı ne olsa da, İsrail hükümeti Yahudi toplumu için yaşamsal önem taşıyan “Nazi soykırımı kurbanı” olma meşruiyetine ihanet etti.
Bu aşamada hukuken henüz “soykırım suçlusu” olmasa da “soykırım sanığı.”
Uluslararası toplumu oluşturan devletlerin çok büyük çoğunluğu, İsrail’e destek olmaya devam eden devletlerde sivil toplum, bunların da ötesinde İsrail toplumunun önemli kesimi, İsrail hükümetinin saldırılarını onaylamıyor.
İsrail uluslararası toplumun büyük çoğunluğunun vicdanında “soykırım suçlusu” oldu zaten.
Şunu da vurgulamak gerekir: İsrail’in sivillere uyguladığı vahşetin boyutları, Sözleşme’yi hazırlayanların hayal edebildikleri ve Sözleşme’de tanımlanan eylemlerin kapsamının da ötesine geçti.
Belki de, İkinci Dünya Savaşı sonrasında hazırlanan Sözleşme’nin, İsrail’in uyguladığı vahşetin boyutlarının ışığında gözden geçirilerek soykırım eşiğinin yeniden tanımlanması gerekir!