Gecikmiş bir yazı ama AB sözkonusu olunca “never too late”……..
AB üyelerinin ve kurumlarının muhteşem, yani çoğu uyduruk liderleri geçtiğimiz Nisan ayında, Konsey formatında toplanıp büyük kararlar almışlar. Zirve belgesinde Türkiye hakkında bir bölüm de varmış. Eskiden AB’nin Türkiye ile ilgili kararları, metinleri kamu oyumuzun ilgisini çeker, günlerce tartışılırdı. AB ile ilişkimizde ilerleme olmadığı için o ilgi kalmadı. Ben bile, yıllarca AB konusuyla içli dışlı olmama karşın, son Zirve kararlarına bakmadım. Birkaç uzman arkadaşımızın makalelerini okumakla yetindim. AB güneşinin altında bizim için yeni bir şey olmadığı anlaşılıyor.
Bugünlere geleceğimiz 2004’de, 2005’de belliydi. Brüksel’deki AB görevimden ayrılırken, Türkiye – AB ilişkilerinin geleceğine ilişkin görüşümü soran basın mensubu arkadaşlarıma “Önce tarama, sonra beni arama” demiştim. Avrupa’da sağ yükseliyordu, Yunan / Kıbrıslı rum bahanelerini kullanarak ilk fırsatta bize çelme takacakları belliydi. Bizim taraftaysa AB işini içselleştirmiş kesim çok dardı. AB’ne girersek ahlaki çöküntü yaşayacağımızı öne süren, ya da bölüneceğimizi, Ege’de Kıbrıs’ta yaşamsal ödünler verececeğimizi söyleyen çok politikacı, çok asker ve sivil bürokrat tanıdım. 2006 sonunda Sarkozy / Merkel ikilisi, Kıbrıs sorununun Gümrük Birliği ile birkaç yönünü bahane ederek bize çelmeyi taktılar. Oysa, Gümrük Birliği ile ilgili bir ticari ihtilaf olarak tanımladıkları bu sorunu Dünya Ticaret Örgütü’nü götürürek çözebilirlerdi. Kofi Annan planına hayır diyen tarafın Kıbrıs rumları olduğuna da unutuverdiler.
Ankara’nın, Kıbrıs konusunda ödün vermesi söz konusu değildi. “AB sürecimizin ilerlemesi siyasal nedenlerle engellense bile biz AB standartlarına uyum çalışmamızı sürdüreceğiz. Çünkü bu standartlar bizim kendimiz için gereklidir.” şeklinde bir tutum sözsel düzeyde benimsendi. Gel gelelim, özellikle insan hakları, demokrasi ve hukuk devleti alanlarında ilerleme gereksinimini iktidar kesimi içselleştirmemiş olduğu için AB standartlarına uyum çalışmaları aksamaya başladı. Birkaç yıl içinde bu alanlarda hepimizin bildiği gerileme sürecine girildi. Türkiye – AB ilişkileri de ölgünleşti. O kadar ki, bizim aday ülke olduğumuz belgelerde bile pek vurgulanmıyor. Bir mülteci deposu olarak değerlendiriliyoruz. Yunan / Kıbrıs Rum taleplerini kabul edersek iyi ilişkiler kurulabilecek bir komşu olarak görülüyoruz.
Sorarsanız AB’lilere, “neden böyleyiz?, “Eh! kriterleri yerine getirmiyorsunuz ki!” yanıtını alırsınız. Doğrudur bizim muktedirlerin AB kriterlerini benimsemeye niyetlerinin olmadığı, ama kazın ayağı öyle değil. Anlı şanlı bir Fransız sağcı politikacının sözlerini hiç unutmuyorum: “AB kriterlerini yerine getirebilirsiniz. Ancak kriterlerin hepsini karşılasanız bile sizi üye yapmayız. Çünkü AB demek, Fransa – Almanya demek. Türkiye girerse üçüncü güç olur. Bunu istemiyoruz.” Durum budur.
Türkiye’de demokrasiyi içselleştirmiş bir siyasal hareketin iktidara gelmesi de AB’ne egemen bu gerici anlayışın işine gelmez. Çünkü öyle bir hareket, AB kriterlerini karşılayacak, karşı tarafın elinde Türkiye’ye karşı kullanacak kart olarak sadece Yunan / Kıbrıs Rum talepleri kalacaktır. O taleplerin temellerinin zayıf olduğunu AB’de herkes iyi bilmektedir. O taleplerle ilgili tartışmayı, bizim gerçek diplomatlarımıza karşı AB tarafının kazanması olanakdışıdır. Ancak, AB’nin Yunan / Kıbrıslı rum ikilisine dönüp “yeter artık” demesini sağlayacak koşulların oluşturulması çok boyutlu bir diplomatik kampanya gerektirecektir.
Öyleyse ne yapacağız bu AB’yi? Kendimizi onlara beğendirmek için çırpınmayacağız. İnsan hakları, demokrasi ve hukuk devletini kendimiz için güçlendireceğiz. Kaldı ki, Gazze sorunu nedeniyle AB ve üyelerinin bir kısmı bu alanlarda kötü sınav vermektedir. Çifte standartlılığın ötesinde iki yüzlülük yapıyorlar. AB değerlerini şimdiki AB’ye karşı savunacak güçte olabilmemiz gerekir.
Öte yandan, işçilerin serbest dolaşımı faslının tarama raporunu Komisyon bize hâlâ iletmemişse vize muafiyeti konusunda ne yaparsak yapalım, bu aşamada gelişme beklenmesini gerçekci bulmuyorum.
Gümrük birliğinin güncellenmesi elbette iyi olur, ihtiyaçtır, ama bu konunun Kıbrıs yönünü güvenceye almadan müzakerelere başlamak sürecin sonunda bizim köşeye sıkıştırılmamıza yol açar. AB 2006 sonunda aleyhimize aldığı kararı tersine çevirmedikçe ilişkilerimizin gelişmesi güç görünmektedir. Ancak, AB standartlarına uyum çalışmalarını sürdürmemizin önünde hiç bir engel bulunmamaktadır. AB – Türkiye ilişkileri için de yeni bir statü aramaya gerek yok. Adaylık statüsü kalsın. Başka bir ilişki modeli müzakeresine girersek zararlı çıkabiliriz.
AKP döneminde ilişkiler böyle sürüp gidecek gibi görünüyor. AB’nin, Türkiye’yi kol mesafesinde tutmasını sağlayan bu gidişten yakındığı söylenemez. Umarım bir erken seçim yoluyla yeni bir iktidar döneminde demokrasisi ve ekonomisi gelişecek bir Türkiye, AB ‘nin aklının başına gelmesine yardımcı olacaktır. AB ile Türkiye’nin birbirine olan ihtiyacı stratejiktir. Biz bunu daha kolayca görebiliriz, ama AB’nin sağcılaştıkça işi zor… Gene de, gün ola, harman ola…