“Sınıf” mı, “etnisite” mi?

Geçen hafta Mehmet Yılmaz yazısında Türkiye’deki sosyopolitik bölünmenin bir sınıf temeline oturduğunu yazmıştı. Bu konu beni de yakından ilgilendiriyor. Mehmet Yılmaz’ın bu görüşüne tam katılmadığımı ama konunun çok önemli olduğunu ve ciddi bir şekilde incelenmesi gerektiğini söylemiştim. Bu hafta da Bekir Ağırdır bu toplumda seçimlerin kimlik sayımı olduğunu öne süren bir yazıyla karşımıza çıktı. İyi. Demek ki o özlediğim “ciddi inceleme” ortamına tam girmedikse de adım adım yaklaşıyoruz. Ben kendi hesabıma, bu hafta “Birikim”e verdiğim -vereceğim- yazıda bu konuyu soruşturmaya devam edeceğim.

Türkiye’de toplumsal (ve tabii “politik” ve “ideolojik” farklılaşmanın) birincil alanının ekonomik değil genel anlamda “hayat tarzı” olduğunu biliriz. Seçimlerde bakarız, en yoksul kesimin oyları “sağ” partiye gitmiş! Sanayi çarşısının işçileri de, işverenleri de aynı yere oy veriyor. Kültürel alanda ne olduğuna baktığımızda, en zengin, en paralı kesimle en yoksul,en “yoksun” kesimin aynı müziği (malum, “arabesk”) dinlemekten zevk aldığını görüyoruz. Bu alandaki yakınlık ilişkisi “siyasi tercih” konusundan da ciddi ve anlamlı diyebiliriz belki. Organik hayatın doğrudan yansıması.

Sonuç olarak, bakıyoruz Beşiktaş’ta, Şişli’de, Kadıköy’de “Ben solum” diye ilan eden parti açık farkla kazanmış, Esenler’de, Kağıthane’de daha da açık farkla “sağ” parti şampiyon! Bu manzara bunca yıldır çok fazla değişmiyor.

Bu beklenmedik görünüşün nedenleri var elbette her şeyin anlaşılır nedenleri vardır ve incelendiği zaman ortaya çıkar. Bu anlatmaya çalıştığım “tutum alma” olayının da bir “yanlışlık sonucu” olduğunu söyleyemeyiz. Ayrıca, Türkiye’nin dışına baktığımızda benzer bir görünümle karşılaşıyoruz. Hatta, bu görünümün baskın görünüm olduğu da anlaşılıyor. Evet, biz ne zamandan beri dünyada olup bitenleri Batı’da biçimlenmiş kavramlar temelinde anlamaya ve anlaşılır kılmaya çalışıyoruz. Oysa o kavramlar Batı’da, Batı tarihinin mantığı içinde oluşmuş ve o çerçevenin dışında kalan dünyanın fenomenlerini kavrama çabasında yetersiz, hatta aldatıcı olabiliyorlar.

Bizim tarihimizde toplumun Batılı medeniyet ölçüleri içinde yeniden biçimlendirilmesi idealine gönül vermiş bir kesim var ve şimdiye kadar belirleyici rolü de oynamış. Bunun karşısında “popülist-kalkınmacı” diyebileceğimiz bir kesim de var ve Türkiye “serbest seçim” sistemini benimsedi benimseyeli seçim kazanarak iktidar olmayı başaran kesim de o. Bu kesimin bugünkü temsilcisi AKP. Temsilcinin AKP olması, “ılımlı sağ”ın toplumu yönetme yeteneğini kaybettiğini ve bu rolü İslamcı ideoloji ve siyasete terk ettiği anlamına geliyor. (Bu durum geçici mi, kalıcı mı, göreceğiz) DP-AP-ANAP çizgisinin kapitalist birikimi yerine getirirken yoksul kesim karşısında benimsediği “babacan” tavrı devam ettirmek de “yeni patron” AKP’ye kalmış durumda.

AKP seçmeni

İşte, şimdi burada ilginç bir durum ortaya çıkıyor. Tayyip Erdoğan komutasında AKP tarihi koşullara içinde belirlenmiş bu sosyopolitik yapılanmayı “tevarüs etmiş” bir parti. Şimdilik kısa geçmişinde girdiği her seçimden birinci parti olarak çıkma başarısını göstermesinde bu tarihi mirasın önemli bir payı var. Erdoğan ve partisi de onları hoş tutmak üzere ellerinden geleni yapıyorlar. Ancak, bu “yaptıkları” söz düzeyinde. Ülkenin somut gidişatında ise durum bir hayli değişik. Erdoğan ve AKP toplumun yoksul kesiminden yana olabilirler ama ekonomi onlardan yana değil. Erdoğan ve AKP’nin ise “ekonomiden yana” olmaları gerekiyor. Ne oldu, neler değişti, ben bilemem, ama bir şeyler değişti. Bunun ne olduğunu en doğru dürüst anlatacaklar şüphesiz iktisatçılardır. Bu değişiklikte Erdoğan kendi burjuvazisini yaratma çabasından vazgeçemiyor ve bunun için gerekli icraatı da yumuşatmaya yanaşıyor. İşler Reis’in istediği gibi yürümüyor ve baştan girdiğimiz “bozulma”nın başlıca nedeninin de Reis’in kendi uygulamaları olduğu anlaşılıyor. “Nedenleri” anlatmak da iktisatçıların işi ve zaten bunu gereği gibi yapıyorlar.

“Nedenler” tamam da “sonuçlar” nereye götürüyor, nereye götürür? Bu konuda iyimser tahminler yürüten (ve aynı zamanda “aklı başında” diyeceğimiz) iktisatçı göremiyorum. Bir aşama, bir nokta gelecek, bozulan işler düzelmeye başlayacak herhalde; ama ne zaman, nasıl, buna hele benim gibi birinin cevap vermesi mümkün değil. Bu demektir ki toplumun yoksul kesiminin çilesi devam edecek. Hatta artarak devam edecek de diyebiliriz. Bu durum yalnız “bize” özgü değil; dünyanın her yerinde kitlelerin benimsediği partiden, siyasi çizgiden soğumaları ve kopmaları zaman alır. Türkiye’de de “hızlı” bir değişimden söz edemeyiz, yok öyle bir şey. Ama “hiçbir şey” yok mu? Sanırım bunu da söyleyemeyiz. AKP’nin (ve bu çizginin başka temsilcilerinin) sadık taraftarı kitle büyük ölçüde yerli yerinde duruyor. İşler kötü gitse de “Bu geçici olmalıdır” diye düşünüyorlar. Asıl önemli başarı kazanılmış, “Bizim çizgi” iktidar olmuş. Onu elden kaçırmamaktan daha önemli bir siyasi tavır düşünülemez.

Böyle düşünüp tavır alanlar bugün de çoğunluktadır diye tahmin ediyorum; ama somut koşullar güçlüklerin “geçici” olduğu umudunu ayakta tutmak için elverişli görünmüyor. Erdoğan’ın takındığı “sınıfsal” tavır değişeceğe benzemiyor. Değişmeyecekse, birilerinin çekeceği var.

Bu noktada, sınıf ve ekonomik çıkar ile kimlik ve “yerli ve milli kültür” söyleminin iç içe geçmeye başladıklarını da söyleyebiliriz, sanırım. Türkiye tarihinin en çetin sınavlarından birini vermenin eşiğinde; dolayısıyla bütün birikmiş sorunlarının, çelişkilerinin belirmesi, bastırması anlaşılır bir durum.

Şu dönemde pek çok toplumun sorunları su yüzüne vurmuş, huzurları kaçmış durumda. İlginç ve zor bir dönemecinden geçiyoruz dünya tarihinin. Bunların arasında Türkiye’nin özel bir yeri var, diyeceğim. “Özel yer” dediğim, koşulların ağırlığından ileri geliyor. Bir yandan uzmanlar, yaklaşan depremin uyarısını yapıyorlar. O, jeolojik deprem. Ama depremin siyasi olanı da var.