Mart sonunda yaptığımız seçim gibi, yerel seçim gibi, siyasetin gidişini etkileyen bir “yerel seçim” yaşadığımızı hatırlamıyorum. Bunu söylemekle yerel seçimlerin etkisiz olduğunu iddia etmek istemiyorum. Etkili olmasına olurlar; ama bu sefer, sanırım konjonktürün de yol açtığı belirlenme içinde, ciddi genel değişimlere kapıyı araladığı izlenimini ediniyorum.
İlk ağızda bu sonuçların iktidar üzerindeki etkilerine bakmak gerekir sanırım. Oradaki şaşkınlık henüz atlatılmış değil, olay kolay atlatılacağa da benzemiyor. AKP gibi bir “siyasi topluluğu” bir arada tutan başlıca etken, “başarı.” Bunu şimdiye kadar partinin Reis’i, Tayyip Erdoğan kazandı. Kazanamadığı durumlar da oldu. Ama gene Tayyip Erdoğan, ite kaka da olsa, bir “çıkış yolu” göstermeyi başardı. Erdoğan’ın yakın çevresindekiler sadakatlerinin dozunu yükselttiler, hayranlık dozunu da artırdılar, Erdoğan’ı alkışladılar ama partiyi güvenli bir rotaya oturtacak bir yöntem düşünüp bulamadılar. Erdoğan’ın “çare bulma” yeteneği de bu süreç içinde habire azaldı. “Çare bulma” yeteneği bu aşamada “çare bulacak adamı bulma” maharetine dönüştü. Mehmet Şimşek bu evrenin ürünü. Gelgelelim, onun yürürlüğe soktuğu politikaların da derde deva olması kolay görünmüyor.
Tayyip Erdoğan ve dolayısıyla AKP her başarısızlığı kendilerinden ileri gelmeyen etkenlere bağlama yöntemlerini sürdürüyorlar ve sürdürmeye gittikçe “eli mahkûm” duruma geliyorlar. Bu tabii sürdürdükçe inandırıcılığını kaybeden bir yöntem. “Dış güçler, dış güçler…” Oysa Erdoğan’ın başka siyaset adamlarının hiçbirine nasip olmamış bir “başına buyrukluk” içinde davranabildiğini görmem ek mümkün değil. Ve zaten bizim başarılarımızı engellemek üzere uğraşıp didinen bir “dış güç” bulup göstermek de şimdiye kadar mümkün olmadı. Bu toplumun bu dönemde başına gelen her şey doğrudan doğruya AKP’nin ve Reis’inin eseridir.
Özellikle Erdoğan’ın “faiz politikaları” dini eğilimlerle siyaset yapmanın açmazlarını sergileyen bir uygulama oldu. Herhalde seçmen kitlesi bu konuda bir “aydınlanma seansı” yaşadı. Ve gene, Tayyip Erdoğan gibi bir önderin ekonomik tercihleri ile siyasi düzen arasındaki ilişkiyi de gördü. Genel “kültürel-ideolojik” ve “hukuki” alanda böyle bir partinin izleyeceği en iyi yolun Tayyip Erdoğan’ın seçtiği yol olmadığını gören İslamcı bireylerin de çoğalmış olacağını umuyorum.
Bunlar seçmen kitlesinin iktidar zümresine yaptığı uyarının örnekleri. Ama tam aynı şeyin ürünü olmasa da onunla aynı zaman dilimine düşen bir değişim de “iktidar” değil “muhalefet” cephesinde gerçekleşti. CHP’deki hayli şaşırtıcı değişimden söz ediyorum. Bu şimdilik belki sadece bir eğilim; ama baskın bir eğilim gibi görünüyor. Özgür Özel’in Erdoğan’dan randevu istemesi ve görüşmesi, partinin başkanlığına seçildiğinden beri kullandığı dil, onunla birlikte seçilen kadroların niteliği gibi etkenler kalıcı olacağa benziyor. Bu eğilim ya da değişim CHP’nin “tek-parti” alışkanlıklarından çıkmayı hedeflediğini, toplumun geleneksel değerlerine daha saygılı bir çizgi oluşturmaya çalıştığını haber veriyor sanıyorum. Eğer bu böyleyse, içerdiği anlamın “iktidara uyarı”dan daha önemli olduğu, olacağı kanısındayım.
Tayyip Erdoğan komutasında AKP bir süreden beri politikasını gerilim ve kutuplaşma üzerinden inşa etmekteydi ve bu gidiş “ulusal birliğin bazı temel kurumlarını kurmakta yeterince başarılı olmamış” Cumhuriyet yapılanması açısından ciddi bir sorun olma eğilimi gösteriyordu. “Hepimiz Müslüman’ız” gibi yeterince sağlam olmayan bir temel üzerinden yeni bir “ulusal birlik” kurmak isteyen ya da bunu öneren AKP (İslamcı siyaset) bu sloganını toplumu bölecek bir araç haline getirmişti. Türkiye, endişe verici bir biçimde ve hızda, bir “şiddet toplumu” olmaya yöneliyordu. Erdoğan’ın “yerli ve milli” vurgusu, Erdoğan’ın “yerli ve milli” olarak görmediği toplumsal kesimlerin “itlaf” edilmesine yeşil ışık yakacak bir aşamaya geliyordu.
Yerel seçimden görmezden gelinemeyecek bir kazançla çıkmak, Özel’in CHP’sine, bir manevra alanı açmıştı. Seçim kaybetmiş bir partinin iktidara “Bizi kaale alın” çağrısında bulunması o parti açısından bir zayıflık işareti olarak algılanabilir, yorumlanabilir. Ama CHP’nin kazandığı başarıyla muhatabına “Gelin, konuşalım” demesi bir güçlülük göstergesidir. Erdoğan’ın dini bir “ayrı gayrı” temeline dönüştüren Müslümanlığına karşı CHP demokrasiyi ulusal birliğin temeli ve garantisi olarak öneriyor ve toplumu çeşitli katmanlarıyla demokratik değerler çevresinde birleşmeye çağırıyor.
Aslında böyle bir eğilim Kılıçdaroğlu’nun önderliği sırasında da kendini göstermişti. Ama Özel’in önünde açılan yola adım atma tarzı CHP için ciddi bir atılım oldu. Bunun olması gereken yönde olduğu kanısındayım.
“Kanısındayım” çünkü (“şahsen” konuşayım) epey uzun bir süredir bu toplumda sosyalist siyasi hareketin dindar kitle ve İslamcı partiler karşısında bu türlü temellere dayanan bir politika izlemesi gerektiğini savundum.