Öncelikle hesap verebilirlik meselesi öne çıkıyor; yaşanan hiçbir olumsuzlukta sorumluluğu üstlenmeyen, hiçbir bakana ve neredeyse bürokrata yaşanılanların sonuçlarıyla ilişkili fatura çıkarmayan yönetim anlayışı. Yaşanılanların şeffaf bir şekilde açıklanamaması ve açıklamaların talep edilmemesi-edilememesi. İktidarda olan siyasi partilerin ve aktörlerin kendileri için sürekliliğini sağlama yöntemi olarak tartışılabilir ama ‘demokrasi iddiası taşıyan yerlerde’ muhalefetin durumunu sorgulatabilir bir durumdur da bu. Fakat ortaya çıkan sonuçların öncesinde yapılan/aktarılan uyarıların göz ardı edilmesi ve tek sesli yaklaşım sonuçları itibariyle hesap verilebilirliği yıpratabilir-yıkıcı sonuçları olabilir. Yani ilgili konularda ülkenin sivil toplumcuları, akademisyenleri, bağımsız gazetecileri depremden çevre konularına uyarılar yaparken göz ardı ediliyorsa sorunlar-sonuçlar ağırlaşır.
Fırat Nehri’nin üzerindeki baraj gölünün yakınında yer alan maden sahası ile ilgili TEMA’dan Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’ne, madende kullanılan siyanür borularının sızıntı yaptığından olası bir riskte zehrin nehre karışma ihtimaline pek çok uyarı, itiraz ve hatta davalar yaşandı. TEMA’nın 2023 yılına girerken yayınladığı raporda açık uyarı şöyleydi:
"21 Haziran 2022 günü Erzincan’ın İliç ilçesinde, Fırat nehir havzasına 350 metre, yaşam alanlarına ise sadece 250 metre mesafede bulunan Çöpler Altın Madeni’nin siyanürlü solüsyon boruları patladı. Sadece son 2 yılda Türkiye’de kamuoyunca bilinen 7 maden atık barajı çökmesi ve sızıntı kazası yaşandı. Ne yazık ki topraklarımızda altın madeni projeleri giderek artıyor. Korunan alanlar ve içme-kullanma suyu barajları gözetmeksizin kanunen her yere yapılabilen maden tesisleri; eksik, bilimsel gerçekliğe uygun olmayan ÇED projeleri ve denetimdeki eksiklikler her geçen gün artıyor. Erzincan, Artvin, Fatsa, Kaz Dağları, Gediz Havzası, Tokat başta olmak üzere tüm coğrafyada tehdit devam ediyor."
Yaşanan felakette; bir yabancı şirket, şirketin iktidara yakın Türkiye’den ortağı ve uyarılar, yaşananlar sonrası ‘gazeteci’ kimliğiyle ‘bölgenin risk taşımadığına dair yapılan-yaptırılan haberler’ gibi tanıdık bir fotoğraf var. Ayrıca T24’ten Cengiz Anıl Bölükbaş’ın haberinegöre, AKP İstanbul Belediye Başkan Adayı olan Murat Kurum'un Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı olduğu dönemde tüm uyarılara rağmen madene kapasite artırıma izni verilmiş.
İktidarın hesap vermeyen, sorumluluk üstlenmeyen, ‘kader-fıtrat’ gibi referanslarla oluşturduğu anlatının süreci biliniyor. Üstelik muhalefet tarafında hanesine ‘olumsuz’ puan yazılacağı iddia edilen konular söz konusuyken de iktidarın seçmen kitlesini koruduğu da görülüyor. Ortak bir dil, deneyim ve yaşam tarzı üzerinden şekillenen anlatıların, oluşan tehdit algısının ‘güvenli olan ve güvenli olmayan’ ayrımıyla kitleyi mobilize ettiğini sadece seçim kampanyalarında değil gündelik yaşam sorunlarına ilişkin açıklamalarda da rastlanabilir. Literatürde de tartışıldığı gibi, iktidarda ve muhalefette olmanın avantajları değişmektedir. Kurumlar aracılığıyla oluşturulan hegemonya ve bu hegemonya çevresinde sıkışmış ‘diğer oyuncular’ orantısız bir siyasi ortamı ve rekabeti derinleştiriyor. Özellikle krizlerin ve karışık sorunların çözümüne ilişkin basit açıklamaların veya vaatlerin iletilebildiği alanlar iktidarın sahiplenebilmesini mümkün kılıyor.
Bu açmaz içerisinde son seçim döneminde ikinci turda muhalefetin söylem değişikliği gibi seçmenin de motivasyonunu düşüren koşullar inşa ediliyor. Seçim rekabetinde adayların belirli stratejileri olabilir; mesela güçlü oldukları konular/sorunlar üzerine kampanya söylemini üretebilirler, adaylar birbirini görmezden gelerek farklı sorunları mesajlarıyla iletebilirler, sahiplendikleri sorunları çerçeveleyerek avantaj elde etmek isteyebilirler[1]ya da birbirlerinin etkisinde aynı konuları tartışmaya başlayabilirler. Türkiye’de ikinci turda yükselen milliyetçi oyların etkisiyle göçmen karşıtlığı ve yerlici dili ‘aniden’ kullanmaya başlayan muhalefetin bahsedilen açmazdaki durumu budur; kendi yeni öyküsünü ve iddia ettiği değişimi yaratmaktansa sıkıştırılan konumda muhalefet etmeye çalışmak. İktidarda olanın medyadan devlet gücüne kullandığı aygıtları görmezden gelmeden muhalefete de bakmak gerekiyor. Burada popülizm çalışmaları ile ilgili referansları hatırlamak gerekir.
Uzun zamandır popülizmi ‘strateji’ yaklaşımıyla tarif eden ve tanımını sürdüren Kurt Weyland yeni bir kitap yayınladı.[2] Weyland’ın tartışmasında demokrasinin popülizm eliyle zayıflatılması-yıkımı için iki tür faktör önemli ön koşul var. Bu koşulları akılda tutarak Türkiye örneğini düşünmek mümkün. Birincisi, kurumsal zayıflık yaratarak gücü tek elde toplama, sivil toplumun sıkıştırılması ve özellikle seçim sürecinde farklı gerçekliklerin yaratılması. İkincisi, gücü tek elde toplayan liderlerin kitlesiyle ‘bizlik’ üzerinden kurduğu ilişkiyle her koşul ve şartta ‘desteği’ rıza üretmesi. Özellikle kriz dönemlerinde veya ‘kritik dönemlerde’ ‘bizliğin’ duygularına başvurarak söylemlerini ve eylemlerini meşrulaştırma, idealize edilen halkın mağduriyetini paylaşma, ‘ötekileri’ suçlama kapsayıcı yöntemleri ve muhalefetin öyküsünü izole edebilir.
Türkiye’deki iktidar dünyadaki benzerleri gibi popülizmin yol haritasını adım adım uyguluyor. Hatta kimi uygulamalarıyla dünyadaki benzerlerine ‘örnek’ oluyor. Muhalefet ise popülist bir iktidarla ve yarattığı güçle; farklı ideolojilerde de olsa demokrasi parantezinde bir araya gelinerek mücadele edilebilir düşüncesiyle 2023 seçimlerine bir arada gitti. Ekonomik krizden deprem yıkımına rağmen Recep Tayyip Erdoğan yeniden cumhurbaşkanı seçildi, Cumhur İttifakı Meclis’te çoğunluğu kazandı. 28 Mayıs’tan bu yana muhalefet hem içeride hem de birbirleriyle neredeyse iktidardan daha çok uğraşır hale geldi. CHP kendi içinde, İYİ Parti kendi içinde ve CHP ile, Gelecek Partisi kendi içinde ve partinin kuvvetli isimleri CHP ile tartışmaya girdi. DEM Parti iktidarla ve muhalefetle eşit mesafelenmeyi üçüncü yolu tercih etti.
Ana muhalefet CHP genel başkan değişiminin ardından içinde yaşadığı tartışmalar, aday belirleme sürecinde kimi yerlerde ‘liyakat değil lidere yakınlık’ üzerinden tercih yapıldığı eleştirileri ile karşı karşıya. CHP, genel başkan değişeli dört ay bile olmadan 31 Mart sonrası yeni kurultay-seçim tartışmalarına başladı. İktidara yakın bir pozisyon almakla birbirini itham eden partilerden bu partilerin seçmenlerinin umutsuzluğuna…
Muhalefet kendisiyle uğraştığından, burada yaşananlar daha çok ‘gündem olduğundan-gündemleştirildiğinden’ ülkenin büyük sorunlarında söyledikleri kaybolup gidiyor. Ya da muhalefet söylediği sözün-koyduğu tavrın arkasından gidemiyor. Bununla beraber değişimi mümkün kılacak bir öyküyü ortaya koyabileceği unsurlardan eksik bir şekilde sahada yer almaya çalışıyor. Yaşanan son örneklerden biri, Can Atalay ile ilgili Anayasa Mahkemesi kararının tanınmaması, ardından CHP Grubu’nun Meclis’te başlattığı alanlara taşımayı hedeflediği tutumun-tavrın adeta havada kalması. Türkiye muhalefetinin durumu; otoriter popülist iktidarın yarattığı kaotik ortamda seslerin nasıl kaybolduğunun, iktidara benzemeye başlayan lider-lider adayları ile parti örgütleri, daha da vahimi seçmenlerle ilişkisinin kopuşunun bir örneği oldu. ‘Sıkıştırılmış olmak’ ve ‘açmazda kalma’ arasından yeni bir yol çizmek var, olanı görebilmek, anlayabilmek, aktarabilmek ve paylaşabilmek ile çok ilişkili. Tekrardan çok, benzemeyen bir dile geçiş yeni bir yol haritası çizebilir, umut verebilir.