Seçim sonrası yazdığım ilk yazının başlığı olarak "sükunetle" gibi bir kelime seçerken, işin "sevinçle" kısmını hafife almak gibi bir niyetim yok. Olabilecek en güzel sonucun alındığını düşünüyorum ve dolayısıyla ne kadar sevinsek azdır diyorum. Ama bu başarının başlattığı olumlu gelişmelerin verdiği umutlar çerçevesinde ilerletilmesi gerekiyor. Gelinen noktada bu başarı karşısında gösterilen siyasi tepkilerin (örneğin Özgür Özel'in konuşması) yeterine olumlu olduğunu da görüyoruz.
Bunları çok konuştuk, tartıştık ama şu yeni olayla ortaya çıkan, biçimlenen ortamda yeniden üstünden geçmek hoş görülebilir: Türkiye, 19. yüzyılda "modernleşme" çabasına "seçkinci" bir yöntemle girişti. Bu çabayı anlama ve benimseme gibi entelektüel çabalar kitlelerin değil, seçkinlerin erişimine açıktı. Bu yöntemin ülke siyasetinde "vazgeçilmez" sayılan bir varlık kazanması, "askeri darbe"yi de sık sık başvurulan bir siyasi araç haline getirdi. Bu yönetim biçimi toplumun çoğunluğunu mutlu etmedi ama hayatımızın alışılmış bir parçası haline geldi. 1960'ta girdiğimiz bu koridordan 2000'lerin başlarına kadar çıkmamıştık.
"Seçkinlerin iktidarı" karşısında yer alıyorsanız, onun "tam tersi" diyebileceğiniz rejim nasıl bir şey olabilir? Seçkinler doğal olarak bir azınlık olarak var olur; toplumun bütününü ilgilendiren kararlar bu rejimde "her şeyi en iyisini bilen" azınlık tarafından verilir. Demek öncelikle bir "niceliksel" sorun söz konusu. Öyleyse kararları "çoğunluğun" verdiği bir yöntem bulacağız. Ama bu da tam karşıtını üretmekte yeterli değil. "Azınlık iktidarı" modelinden gidince sayılar değil, "doğru fikirler" önem kazanır. "Sayılar" bunun karşıtı için gerekli ölçüt olur.
Böylece iki önemli nokta duruyor önümüzde: doğru fikirler mi, çoğunluğun istekleri mi. Demokrat bir yönetimle yaşamak için hangisine öncelik vermeliyiz? Bu söylenenlerden, seçkinciliğin muhalifi olan kesimin tercihinin ikinciden, yani sayılardan yana olacağı anlaşılıyor. Bunun adını koyacaksak, "halk" diyebiliriz. Siyaset terminolojisine yerleşmiş "Frenkçe" bir terim var: "popülizm".
Seçkinci bir anlayışla girişilen "modernleşme" çabasının toplumda belirli kesimleri tedirgin ediyorsa, bu yadırganacak bir şey değildir. Tersine, doğal, hatta yararlıdır. Türkiye tarihinde bu muhalefet en etkili biçimde İslamcı bir inanç sistemi içinde yaşamak isteyen kesimlerin çevresinde tutundu ve gelişti. Bu hareket yetmişlerden bu yana siyasi hayatta siyasi partileriyle varlık gösteriyor (kimi zaman bu varlıktan hoşlanmayan kesimler eliyle bu varlığı kesintiye uğratılsa da).
Benim gözümde seçkinci anlayışın hegemonyası seçkinciliğin tepe noktası olan 12 Eylül yönetimi içinde sona erdirildi. Bu aynı zamanda (incelenmesi gereken konulardan biri) "merkez sağ"ın da dağılmasına yol açtı. Askeri darbelerin asil hedefi olmasa da "iktidarı kaybeden" olduğu için hedef gibi görünen merkez sağ bu askeri davranışla da mücadele etmedi, edemedi. Her nasılsa, gerekli manevi otoriteyi kuramadı. Bu da İslamcı siyasetin siyasi örgütünü merkez sağın olması gereken yeri ele geçirmesine katkıda bulundu. Tarihimizin son on küsur yılı AKP yönetiminde geçti.
Darbelerle sık sık noktalanan bir tarih içinde, kendini sorgulamaya hiç yanaşmayan "seçkinci hegemonik güç" (gerçekte nesiyle "seçkin" olduğu da belirsiz) etkisini kaybettiyse, bu şüphesiz olumlu bir gelişmedir. Gelgelelim, yirmi küsur yıllık AKP (ve Erdoğan) yönetimi "beterin beteri vardır" atasözünün ne kadar doğru olduğunu kanıtlamak ister gibi bir "performans" gösterdi.
Uzatmayayım. İşte dün yapılan seçimde oyların dağılımının bazılarımızda yarattığı sevincin nedeni bu yeni diktaya toplumca verilen cevaptır. Toplum bu cevabı verince, "demokratik olmayan yönetim" tiplerinin bizim için yeni olan bu ikinci örneğini de elinin tersiyle silip atmış oluyor. Falancanın filancanın himmetiyle değil, kendi iradesiyle kendini "kurtarıyor". Bu çok önemli bir siyasi olgunlaşma örneği gibi görünüyor bana.
AKP (bunu "Tayyip Erdoğan" diye de okuyabiliriz) yönetimini eleştirirken toplumda nasıl tehlikeli bir "bölücü rol" oynadığını sık sık dile getiriyorduk. "Modernleşme biçimi"nin ürettiği tepkilerin -ve kutuplaşmanın- artık sönümlenmesi gerekirken Tayyip Erdoğan bu yaraları kaşıya kaşıya bir düşmanlık ortamını inşa etti. Bir yandan düşmanlık duygularını azdırırken bir yandan da iktidar tattırıp "Neler kaybediyoruz?" bilinci yaramaya çalıştı.
Dolayısıyla son seçimdeki başarıyla birlikte "rövanşist" bir ruh haline girmekten kaçınmak gereği önem kazanıyor. Yıllardır önümüzde oynanan oyunun insanı çıldıracak hale getiren davranışlar düşünülecek olursa bundan normal bir şey olamaz, ama sakin olmalıyız. Yazının başlığındaki "sükunetle" bunun için. Bu toplum elbette farklı düşünceler, inançlar, idealler üretecek. Ama bu "farklılık" nedeniyle boğazlaşmak değil tartışmak kültürü geliştirmek gerektiğini bilecek. Son seçimde alınan sonuç bu anlayış ortamının oluşmasında da olumlu rol oynayabilir ve bu potansiyel boşa harcanmamalı.