Reklam Festivali biterken: Apolitik siyasetin DEM kaygısı

23 Mart 2024 günkü yazıda (https://serbestiyet.com/gunun-yazilari/otoriterlikten-cikisin-formulu-istanbul-mu-161086/#google_vignette)  Türkiye siyasetinin son dönem içine hapsolduğu siyasetsizlik ile bazı muhalif kesimlerin otoriterlikten ancak yeni bir güçlü lider ile çıkış şansı olduğunu varsaydığı, siyasetsizliğin doruklarında kurak bir iklimde olduğumuzu yazmıştım.*

Muhalefet kamuoyunda Ekrem İmamoğlu’ndan beklenenin İstanbul Belediyesinden ve partisinden öte, doğrudan kendisine yönelik bir umut taşıdığını görüyoruz. Fakat bir yandan partisinden ve dahi diğer partilerden beklentilerin de birbirine geçtiği bir dönemdeyiz. Bugün; örneğin Suriyeliler meselesinde veya sivil-asker ilişkilerinde ya da yeni bir toplumsal sözleşmenin esaslarında; hangi partinin kendi özgün kimliği ile ayrışabileceğini söylemek mümkün değil. Çünkü siyasetsizlik öyle bir obruk hâline geldi ki, tüm siyasi partiler bir şekilde içine düştü ve dönemsel olarak kamuoyunun genel beklentisi uyarınca çıkışlar yapmakla yetinen, bilakis geniş ve bütüncül yaklaşımlarla siyasi kimlik belirleyen açıklamalardan ve siyasa üretiminden vazgeçti.

Kamuoyu araştırma şirketlerinin/anket firmalarının aylık abonelikleri sayesinde gündemin nabzını tutup buna göre esnemelerle ve gündelik meselelere dair fikir beyanlarıyla ve hemen hemen pek çok konuda da rakipleriyle benzer yerlerde seyreden siyasi partiler bolluğundayız. Toplumu anket çalışmalarıyla tanıyan ve seçmenin karşısına kendi özgün duruşuyla çıkmak yerine “genel gidişata uygun” şerbetiyle ağız tatlandırmayı tercih eden tabiri caizse “anket iz sürücüsü” bir anlayış siyasete hakim oldu.

Taktikler, reklam kampanyaları, stratejik hamleler ve sloganların bu denli önemli olmasının sebebi de bu benzeşme arasındaki farkı belirleyecek biricik materyaller olmaları. Dolayısıyla iletişim, siyaseti aşan ve hatta kendini de aşan bir anlamla siyasi hayatımızda yer buluyor. (“Kim hangi ajansla çalışıyor” bu dönem siyasetinin en büyük merak unsurlarından.) Bu düşünmemeye alışma ve apolitiklikle siyaset yapma hâlinin norm kabulü ile yeni bir anormal durumla karşılaştık: Ne demek DEM Parti İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı için aday çıkarıyor?

Çok partili demokrasiye geçtiğimizden beri Türkiye’deki siyasi parti çeşitliliği ve siyasi farklılıkları üzerine sayısız tez yazılan, makale ve kitaplara konu bir hakikat. Ancak şu dönem işler karıştı. Siyasetin siyasetsizleşmesi o denli istenmiş ve kabullenilmiş ki, bir siyasi partinin kendi siyasi amacı olması yadırganıyor: Hani hepimiz muhaliftik? (Evet çünkü bu yeni normalde tüm siyaset Erdoğan’a göre konumlanıyor. Daha da hazini Erdoğan’ın dönemsel farklılıklarını düşününce; en kötü versiyonuna göre pozisyon belirleniyor.)

Hatta bu durum o denli ileriye gitti ki kimilerince “2019 seçimlerinden sonra Diyarbakır’a kayyum atandığında İmamoğlu destek olmaya gitmişti” denerek DEM’in siyasi pozisyon belirlemesi vefasızlık imasıyla resmedildi. Erdoğan’ın DEM Parti aleyhindeki açıklamaları da “Bak işte gördünüz mü” diye işaretlenip “hak yolu” gösteriliyor; sanki DEM Parti’nin aday çıkarması veya çıkarmaması sadece ve yalnızla Erdoğan ile ilgiliymiş gibi.

Fakat işin “vefasızlık” gibi gösterilen veya “Biz hep size destek olduk, yazıklar olsun” seviyesinde seyreden bu tartışmada unutulan bir şey var: Siyaset.

DEM Parti geleneği, yakın siyasi tarihimizde yaşadıklarımızı düşündüğümüzde CHP tarafından “Yazıklar olsun” denmesi en zor partilerden olsa gerek. 2016’da kayyumlar atandığında sessiz kalınmasıyla, Selahattin Demirtaş dahil 15 HDP’li milletvekilinin dokunulmazlığının Meclis’te kaldırılma oylamasındaki “Evet” oyuyla CHP’nin kurumsal anlamdaki duruşu DEM’e bugün “tatlı sitemkâr” dille yaklaşmasına pek uygun değil. Hakeza İmamoğlu’nun da yargılandığı davada ve ceza almasının akabinde davasına yönelik yürüttüğü “iletişimde” kayyum atanan belediyelerden bahsetmemesi, benzerliği ortaya koymaması, bu benzerlikle geniş kamuoyuna daha büyük bir haksızlığın uzun süredir devam ettiğini göstermemesi, sanki ilk kez bir belediye ve iktidar partisi karşı karşıya gelmiş gibi kahramanlık hikayesi ile kamuoyunu beslemesi de aynı şekilde…

Fakat bunlardan daha önemli bir başka hakikat var: Önümüzde normal şartlar altında, 2028 senesine dek seçim olmayacak. 2023 seçimlerinde muhalif partilerin ekseriyetle birleşmesinin de hem muhalefet partileri içinde hem de kamuoyu nezdinde sebep olduğu handikap ve zorluklardan çok uzaklaşmış sayılmayız. Öyle ya; CHP’nin değişime gittiği kongrede altılı masadaki partiler eski yönetimin büyük günahı olarak yer aldı. HDP ise aday çıkarmamasına ve muhalefet adayını desteklemesine rağmen (hatta gücü de bilinmez değilken); olumlu katkısı yokmuş gibi değerlendirildi. Bir de üstüne Kemal Kılıçdaroğlu’nun kaybetmesinin ardından aday çıkarmadığı için HDP suçlandı. Öyle ya (?) HDP aday çıkarsaydı, Millet İttifakı PKK videolarıyla muhatap olmayacaktı. (Siyasi tasavvur olmadığı için, sadece taktiklerle yapılan değerlendirmeler, maalesef anakronizm sevdalıları için bulunmaz bir nimet sunuyor.)

Şimdi; hâl böyle iken… Erken seçim olmaz ise 2028’e dek geçecek seçimsizlik döneminde, Meclis’in etkisizliği de besbelli iken, bir siyasi partinin yerel seçimlerde özgün bir duruşla, kendi oyunu dosta-düşmana ilan etmesinden daha doğal ne olabilir? Üstelik bu ara dönemde yeni anayasa gündemi olacak ise, DEM Parti’nin Türkiye genelinde alacağı oyun toplumsal sözleşmenin esaslarının belirlenmesinde, kendi taleplerinin gücünü de artıracağı açık değil mi?

2013’de akamete uğrayan anayasa çalışmaları, Meclis’in internet sitesinde hâlâ duruyor. CHP ile hemen hemen hiçbir noktada benzer düşünmeyen bir siyasi geleneğin; kendi talepleri için bu imkânı yerel seçim sebebiyle heba etmesi, “bila kaydu şart” zorunluluk mudur?

Burada kibirli bir yaklaşım olduğunu söyleyenler var. Fakat hayır; bu, kibir değil; seçimleri koltuk mücadelesi ve yetki savaşı olarak gören zihniyetin egemenleşmesinden ötürü, siyasi bir duruşla karşılaşmak, izleyenlerde mavi ekranlara sebep oluyor. Hem iktidar partilerine hem muhalefet partilerine “Benim kendi siyasetim var” demek, suçlanma aracına dönüşüyor. Üstelik bu taktikler o kadar anlık değişiyor ki Mayıs seçimlerinde de muhalif birlikteliğe destek olmak kabahat sayılıyordu.

Billboardlardan, şarkılardan, pankartlardan öteye geçip politik taleplerin tartışıldığı, partilerin hangi esaslı sebeplerle birbirlerinden ayrı oldukları ortaya konulamadığından, siyasi partilerin otoriter iktidarın bahçesinde birbiriyle “aldım-verdim” oyunları oynaması bekleniyor.

Oysa tehlike burada başlıyor: Koskoca Türkiye siyaseti, sadece Erdoğan’a mı bırakılmalı? Ve tüm siyasi pozisyonlar sadece Erdoğan’ın varlığına, siyasetine ve taktiklerine göre mi biçimlenmeli?

______