Başkan Erdoğan son haftaya Ankara ve İstanbul'da yapılan ikibüyük mitingle damgasını vurdu. Bir anlamda son mitingleri denebilir. Özellikle İstanbul mitinginde hem ciddi bir kalabalık vardı hem de çok coşkulu ve heyecanlıydı.
Başkan Erdoğan, İstanbul'un son 5 yılını 1989-1994 dönemine benzetiyor ve şöyle diyordu:
"Eser ve hizmet namına zaten ortada elle tutulur hiçbir eser yok. Üzerinde emekleri olmayan işleri sahiplenme cinliklerinibir kenara bırakırsak geriye koskoca kayıp 5 yıl kalıyor."
Sonrada bu seçimlerin bir yol ayrımı olduğunu ekliyordu:
"İstanbul'u bunların eline bırakmamak hem bu şehre hem bu şehirde yaşayanlara inanın vicdan borcumuzdur. Allah'ın izniyle 31 Mart'ta bu düğümü çözecek ve İstanbul'un Türkiye Yüzyılı yürüyüşünü biz başlatacağız."
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adayı Murat Kurum belki de ilk kez böyle büyük bir kalabalığa hitap ederken İstanbul hayalini seslendiriyordu:
"Burada İstanbul'un değişim iradesi var! Burada İstanbul'un kararlı duruşu var! Burada Yeniden İstanbul var, Sadeceİstanbul var!
Bugün İstanbul'un mutsuzluğu yüz binlerce kardeşimizletebessüme dönüyor. Bugün İstanbul'un umutsuzluğu ümide dönüyor!"
Peki İstanbul kimi seçecek?
Önümüzdeki yerel seçimler eskileriyle kıyaslanmayacak kadar kritik ve önemli bir seçim. Bu da sadece iktidar-muhalefet ilişkisi açısından değil, şehirlerin geleceği ve ayakta kalması açısından önemli. Çünkü şehirlerimiz çok ciddi bir deprem tehlikesiyle karşı karşıya. Geçmişte bu çok fark edilmese de 6 Şubat'ta 11 ili sarsan "küçük kıyamet" bunu bize çok acı bir biçimde gösterdi.
Şehirler yıkılıyor, insanlar ölüyor ve hala hayatta kalmanın karşısına "yaşam biçimi" tercihi konuyor. Türkiye bu suni gündemi aşıp insanı yaşatan şehirlerine odaklanmak zorunda. Özellikle İstanbul depremi kapıda ve binlerce bina tehlike altında. İstanbul'un son 5 yılına bakın. Ulaşımı, çevreyi bir yana bırakın depremle ilgili tek somut adım atılmadı. Oysa karşısında her depremde, her felakette çizmelerini giyen ve arkasında milyonlarca sağlam binaya imza atan Murat Kurum var. 6 Şubat depreminde tek bir TOKİ binasında yıkım olmadı.
Eğer İstanbullu hayatını önemsiyor, depremin yıkıcı etkilerini yaşamak istemiyorsa kime niçin oy verdiğini iyi düşünmeli. Son pişmanlık fayda etmez.
***
ZANA, TÜRK, DEMİRTAŞNE DEMEK İSTİYOR?
Yerel seçime tam 6 gün var. Yerel ve hizmet eksenli olmasına rağmen, birçok açıdan genel siyaseti de şekillendirecek bir seçim olacak. Bu açıdan son günlerde DEM Parti içinde ve çevresinde olup bitenler bir hayli dikkat çekici. Ortada garip bir durum var, DEM yönetimi CHP'yle başta İstanbul olmak üzere birçok yerde "kent uzlaşısı" adı altında ittifak yaparken, yine DEM'in içindeki birçok siyasi aktör farklı bir tavır içinde.
Süreç yıllar sonra meydanlara dönen Leyla Zana'nın çıkışıyla başladı. Zana açık bir çağrı yaptı: "Erdoğan artık çözüm sürecini dondurucudan çıkarmalı"
Arkasından Ahmet Türk çok daha açık CHP adını vererek yeni bir tespit yaptı:
"CHP yapamaz. Neden? Derin devleti ikna edemez çünkü.Erdoğan isterse ikna edebilir. Sorunu çözebilirler."
Onlardan sonra devreye Edirne Cezaevi'nden Selahattin Demirtaş ve Selçuk Mızraklı girdi ve Diyarbakır'daki bir konferansa gönderdikleri mesajda şöyle denildi:
"Hükümet de bugün itibarıyla Sayın Erdoğan şahsında temsil edildiğine göre, bu işin birinci muhatabı Sayın Erdoğan'dır."
İsimleri ve mesajları çoğaltmak mümkün. DEM içinde ve çevresinde birçok önemli isim, çözüm çağrısı yapıyor, yerel seçimlerde "üçüncü yolu" öneriyor ve DEM Parti'ye oy verilmesini istiyor. Amaç büyük ihtimalle siyaseti öncelemek. Ancak aynı partinin yönetimi onların bu çıkışlarına rağmen İstanbul'da CHP'yle ittifak yapıyor, CHP'ye oy verilmesi için yoğun çaba harcıyordu.
Diyarbakır İstanbul'dan nasıl bir müjde bekliyor doğrusu merak ettim. Bunu açıkça söylemesi gerekiyor ama söyleyemiyor. Neden acaba? Çünkü, DEM yönetiminin bir kısmı ve Kandil istemiyor. DEM Parti içinde böyle derin bir siyasi kavga var. Bir grup, siyasi muhatap olmak yerine "silahlı çatışma"dan yana ve umudunu "dağa" bağlamış. Diğerleri de hala "dağ"dan korkuyor.
Oysa ellerinde silahtan çok daha büyük bir güç var; siyaset... Türk'ün şu sözleri de bunu doğruluyor:
"Biz bu ülkede diyalog ve barış istiyoruz. Silahlı çatışmanın sorunu çözmeyeceğini zaten söylemiştik. Buluşarak Kürt sorununu demokrasi safında çözebiliriz."
Önümüzdeki günlerde Demirtaş'ın çok daha net bir açıklama yapacağı bekleniyor. Görünen o ki, yerel seçimlerde son viraja girilirken, Kürt siyasetçiler tarihi bir tercihle karşı karşıya ve artık açık konuşma vakti; ya mayıs seçimlerindeki gibi kirli ittifaklardan yana olacaklar ya da sivil siyasetten yana.
***
'KAN KARDEŞLERİ TÜRKLER…'
Artık Kürt meselesinde tarihi adımların atıldığı bir Türkiye var. Terörün sınırların ötesine süpürüldüğü bir dönemde siyasiler de sorunlara artık geride bıraktığımız 20.Yüzyıl paradigmasıyla bakmamalı. Yeni bir bakış açısı ortaya konmalı. Bu açıdan rahmetli Alev Alatlı'nın şu yaklaşımını hatırlatmak istedim:
"Kürt sorunu dediğiniz, Türkiye'nin olduğu kadar 'Kürtler' adına konuşan birilerinin de sorunu. Kürtler ne zaman kendilerini aşacaklar da 21. yüzyılda yaşadıklarının farkınavaracaklar? Türk hükümetlerinin 'resmi tarihi'nden yakınırken, PKK ve uzantılarının söylemlerine teslim olmaktan geri duracaklar? Ne zaman bizzat kendi aydınları tarafından ihmaledilmiş budunlarının acısını 'Yeni Dünya Düzeni'nde var olabilmek için petrolsüz, doğalgazsız çabalayan kan kardeşleri Türklerden çıkarmaktan vazgeçecekler? Bütün bunlar bir süreçmeselesidir, gayret meselesidir. Bugünden yarına gerçekleşmez."