Öcalan olmadan olmaz mı?

Devletin “terörsüz Türkiye” diye adlandırdığı yeni çözüm sürecinin başlarında çok kişi, Abdullah Öcalan’ın bazı kişisel beklentileri için devletle anlaştığını, bir bakıma kayıtsız şartsız teslim olduğunu düşünüyordu. Fakat gerek Öcalan’ın 27 Şubat’ta yaptığı çağrı, gerek DEM Parti İmralı heyetiyle yaptığı görüşmelerin bazılarının sızan notları hiç de böyle bir durumun söz konusu olmadığını bize gösterdi. Sonuçta Öcalan’ın bu süreçte son derece merkezi bir rolü ve önemi olduğu netleşti.

İşte bu durum, sürecin hem en güçlü, hem de en zayıf halkasını oluşturuyor. Çünkü kabaca iki çatışan taraf var. Öcalan, çatışan taraflardan birini, PKK ve ona destek veren kesimleri büyük ölçüde birleştirebilen ilk, belki de yegane isim. Öte yandan çatışmanın karşı tarafını nefret etme anlamında birleştiren tek olmasa da birinci sıradaki isim olduğu da muhakkak.

Sevenler ve nefret edenler

Devlete asla güvenmeyen Kürt siyasi hareketi ve ona destek veren kesimler Öcalan’ın süreçteki konumunu kendileri için bir tür “sigorta” gibi görüyorlar. Ayrıca devletin Öcalan’a tanımış olduğu geniş meşruiyeti tam olarak “galibiyet” olarak olmasa da “yenilmemiş olmalarının tescili” olarak görüyorlar.

Buna karşılık Öcalan’dan nefret edenler, onun bu süreçte son derece kilit bir rolü olmasını kabullenmekte zorlanıyor ve bunu bir türlü “yenilgi” olarak algılıyorlar. Nitekim son dönemde yapılan kamuoyu araştırmalarında sürece olumsuz bakanların en çok öne çıkarttıkları husus Öcalan’ın oyun kuruculardan biri olması.

Öcalan yerine mesela Demirtaş olamaz mıydı?

Peki bazılarının önerdiği gibi devlet, Öcalan yerine mesela Selahattin Demirtaş’ı muhatap alamaz mıydı? Evet, Demirtaş’ın Kürt kamuoyunda geniş bir popülaritesi olduğu, aynı zamanda Kürt olmayan kesimlere de seslenebilme beceri ve deneyimi olduğu muhakkak.

Fakat sürecin en azından ilk ve en kritik aşaması PKK’nın silahsızlanması olduğu için Demirtaş veya benzeri bir ismin örgütü silah bırakmaya, daha da ileri gidip kendisini feshetmeye ve bütün bunların karşılığında herhangi bir “statü” talep etmemeye ikna etmesi asla mümkün olamazdı.

Dolayısıyla Demirtaş ve benzeri isimlerin fesih sonrası süreçte, ön plana çıkmalarını beklemek daha gerçekçi olacaktır. Tabii ki Öcalan’ın kendilerine çizeceği alanların içinde kalmaları kaydıyla!

PKK bitmemiş miydi?

Devletin Öcalan’ı muhatap almasından rahatsız olanlar “PKK zaten bitmişti”, ya da en azından “etkisizleşmişti” diyerek sürece gerek olmadığını da ileri sürüyorlar.

Bir süredir Türkiye’de, özellikle kırsal kesimde etkili olamaması PKK’nın bittiği anlamına kesinlikle gelmiyor. Örneğin, Bahçeli’nin DEM Partililerin elini sıkmasından kısa bir süre sonra Ankara’da TUSAŞ’a düzenlenen saldırı PKK’nın stratejik önemi yüksek eylemler düzenleyebildiğini, yani pekala etkili olabildiğini göstermişti.

Şunu akılda tutmak lazım: Kandil’de çok sayıda militanı bulunan, İran’da Kürtler arasında en örgütlü güç olan, Suriye’nin kuzeydoğusunu yıllardır kontrol eden ve Türkiye’de çok geniş bir kitle desteğine sahip olan bir hareketi küçümsemenin çok ciddi bir faturası olur.

Zaten devlet de 7 Ekim 2023’te Ortadoğu’da dengelerin altüst olması ve İsrail’in yeni hegemon güç olmaya doğru evrilmesi üzerine PKK’yı karşısında tutmak yerine yanına almaya karar vermişe benziyor.

Devletin Öcalan’a mecburiyeti

Öcalan 76 yaşında ve bunun son 20 yılını İmralı’da geçirdi. Devletin elini çabuk tutmak istediği ve Öcalan hayatta ve hâlâ örgüt üzerinde etkiliyken onu baş -hatta tek- muhatap olarak almaya karar verdiği anlaşılıyor.

Öcalan’ın İmralı’da hayatını kaybetmesi halinde devlet hem bunun normal bir ölüm olduğunu anlatmakta, hem Öcalan sonrası örgüt üzerinde belirleyici rol oynayabilecek yeni muhatap(lar) bulmakta ve nihayet örgütün -en azından bir bölümünün- istemediği bazı bölgesel ve küresel güçlerin kontrolüne girmesini engellemekte zorlanırdı.

Öcalan’ın sorumluluğu

Tekrar söyleyecek olursak: Öcalan’ın konumu içinden geçtiğimiz sürecin hem en güçlü, hem de en zayıf halkası. Yani hem en büyük fırsat, hem en büyük risk.

Fırsatın riski geri planda bırakıp bırakmayacağını da esas olarak Öcalan belirleyecek. Örneğin, anlaşıldığı kadarıyla kısa süre içerisinde Öcalan’ın medyaya konuşmasına, DEM Parti dışından isimlerle de görüşmesine tanık olacağız. Muhtemelen TBMM komisyonunun tümü olmasa bile içinden bir heyet de İmralı’ya gidecek.

Öcalan’ın, doğrudan kendisine bağlı -ve bir ölçüde bağımlı- olanlar dışındaki kişi ve kurumlara neyi nasıl anlatacağı, onların sorularına ve muhtemel sert eleştirilerine nasıl cevap vereceği sürecin geleceğini de birinci derecede belirleyecek.