19 Mart sürecinin ilk anlarında Ekrem İmamoğlu’nun haziran ayında tahliye olabileceğini söylediğimde çok kişi benimle dalga geçmişti. Nitekim onlar haklı çıktı, bense “bir kez daha” yanıldım. Üstelik birçok CHP’li belediye başkanı İmamoğlu ile aynı kaderi paylaştı. Siyasi iktidar değil İmamoğlu’nu serbest bırakmak, dışarıda seçilmiş CHP’li belediye başkanı bırakmamaya ant içmiş gibi gözüküyor.
Ancak bunu iktidarın, daha çok da Erdoğan’ın bir başarısı olarak okumak son derece yanlış olur. Tam tersine mutlak bir başarısızlık, hatta yenilgi söz konusu.
Erdoğan zararın neresinden dönse kârdı
Başlıkta vurguladığım gibi, İmamoğlu’nu bırakmamak için diğer CHP’li belediye başkanlarını aldıklarını düşünüyorum. Çünkü Erdoğan’ın 19 Mart operasyonundaki amacı en güçlü rakibi olan İmamoğlu’nu saf dışı bırakıp CHP’yi de yeniden iç kavgalara sevk etmekti. Bu hedeflerine hiçbir şekilde ulaşamadı; tam tersine İmamoğlu daha güçlü ve popüler hale geldi; CHP kendi içinde kenetlendi, toplumsal muhalefetle bütünleşti ve siyasete damgasını vurdu.
Sonuçta 19 Mart iktidarın değil muhalefetin önünü açan bir sürece dönüştü. Bu nedenle Erdoğan’ın “zararın neresinden dönülse kârdır” diyerek geri adım atması, bir şekilde İmamoğlu’nun tutuksuz yargılanmasına razı olması gerekiyordu.
Ama olmadı. Erdoğan’ın beklentilerini yerine getiremeyen adli merciler, daha fazla operasyon, “etkin pişmanlık” için daha fazla baskıyla hem kamuoyunu dosyanın “dolu” olduğuna, hem de Erdoğan için daha önemli olan CHP yönetiminin İmamoğlu’nu kaderine terk etmeye ikna edebileceklerini düşündüler ve çok kötü yanıldılar.
Yolun sonu değil başındayız
19 Mart sürecini hep siyasi iktidarı temel alarak yorumlamaya çalışanlar, “bu iş bitti”, “Putin’in Rusyası gibi oluyoruz”, “artık sandıkla iktidar değişemez” gibi analizler yapıyor. Toplumun, muhalefetin, CHP’nin, Özgür Özel’in, İmamoğlu’nun, gözaltına alınan, tutuklanan kişilerin de aktör olduğunu unutuyorlar.
Dün Özel basın toplantısının özellikle son bölümünde pes etmeyeceklerini, açık, net ve sert bir şekilde vurguladı ve Erdoğan’a meydan okudu. Dolayısıyla dün yaptığım yayında da belirttiğim gibi yolun sonunda değil başındayız.
Erdoğan “en iyi savunma saldırıdır” prensibiyle ayağını gazdan çekmiyor, ama yapılan her operasyon onun gücünü değil, sıkışmışlığını; CHP’nin örneğin düzenlediği her miting direnişin sürdüğünü gösteriyor.
****
Nihat’ın ardından
Nihat Genç aramızdan ayrıldı. Galiba 1987 yılıydı. Hakan Albayrak ile Çete dergisini çıkartıyorlardı. İkisiyle ilk röportajı Tempo Dergisi için ben yapmıştım. Bu vesileyle ikisiyle de tanışıp dost olduk. Bir süre sonra Hakan’la daha az görüşür olduk. Fakat Nihat ile, benim Ankara’daki arkadaş çevremle çok yakın olduğu için daha sık görüştük. Sakarya çay ocağında, Ankara’nın kahvelerinde saatlerce sohbet etmişliğimiz, King oynamışlığımız, esnaf lokantalarında karın doyurmuşluğumuz vardır.
O ülkücü hareketten geliyordu, bense devrimci hareketten. Ama ülkedeki altüst oluşların bu iki ucu bir araya getirmiş olması hiçbirimizi şaşırtmıyordu; hatta bunu birer zenginlik olarak görüyorduk.
Sonra eskisi kadar sık görüşemez olduk. Kendisiyle son olarak Ergenekon soruşturmaları döneminde İstanbul’da NTV’ye geldiğinde uzun uzun sohbet ettik. Birçok eski ortak arkadaşımızla görüşmez olmuş, hatta aralarında husumet oluşmuş. Üzülmüştüm.
Bir süre sonra Odatv denen yerde yazmaya başladığını ve birçok yazısında adımı vererek bana saldırdığını gördüm. Şaşırdım, üzüldüm ve hiç tepki vermemeye karar verdim. Ama o durmadı.
Bu faslı çok uzatmak istemiyorum. Hasta olduğunu öğrenince eşiyle konuştum, Nihat için dua ettim…
Onun benim hakkımda ne düşündüğünün artık bir anlamı yok. Ama ben, eğer varsa Nihat’a hakkımı helal ediyorum. Allah rahmet eylesin.