Suriye krizinin başından itibaren AKP iktidarının izlediği tutumun topyekûn hatalı olduğunu yıllardan beri söylüyor, nedenlerini izah etmeye çalışıyorum.
Herhangi bir ülkenin dış politikasının temel kuralı, yakın çevresinde ve özellikle sınırlarında dış güvenliğini sağlamaktır. Yanlışlar silsilesi, yanlışları onarma gayretleri ve yeniden yanlışlar toplamından oluşan Türkiye’nin Suriye’yle ilgili tutumu bunun tam tersi sonuçlar vermiştir, çok ağır maliyet yaratmıştır.
Bugün Türkiye’nin ulusal güvenlik açısından birincil hedefi bu yanlış tutum sebebiyle Suriye’den kaynaklanan vahim sorunların üstesinden gelmek, risk ve tehditleri 2011’deki düzeye indirmektir.
2024 Aralık ayından itibaren Suriye denkleminin merkez unsuru haline gelen İdlip yıllar boyunca Türkiye’ye ağır zararlar verebilecek tehlikelerle dolu bir infilak zeminiydi. Astana Mutabakatı’nda (Mayıs 2017) belirlenmiş olanlardan geriye kalan tek “Güvenlikli Bölge” olarak İdlip 2 milyonu yerinden edilmiş siviller ve muhalifler olmak üzere 3 milyondan fazla insanın zor koşullar altında yaşadığı, siyasal ve kültürel eğilimler açısından karışık, silahlı gurupların kol gezdiği, hemen yanı başımızda patlamaya müsait bir mühimmat deposu gibiydi. Bölgenin Türkiye için oluşturduğu riskler AKP iktidarı tarafından bilinçli şekilde belirlenen bir hedef uğruna alınmış riskler değildi. Aksine, Türkiye’nin mecbur kılınarak tabi tutulduğu bir durum söz konusuydu. İdlip, Suriye’de rejimi tek başına devirecek bir örgütlenme alanı olarak değil, barındırdığı risk ve tehditler denetim altına alınması gereken bir sığınma bölgesi olarak görülüyordu. Esad’ın ordusunun, Suriye’deki Rus hava kuvvetlerinin, İran’ın vekil örgütlerinin İdlib'e saldırılarını caydırmak ve İdlip’den sınırımıza doğru oluşabilecek tehditleri önlemek için Hatay sınırında ve İdlib'in derinliklerinde 10 bin civarında askerimiz konuşlandırılmıştı. Askerlerimizden 34’ü kol uçuşu yapan Rus ve Suriye uçaklarının açtıkları ateşle Şubat 2020’de şehit edilmiştir.
Hey’etü Tahriri’ş Şam (HTŞ) İdlip’i halkın çoğunluğunun zımni rızasıyla nispeten düzgün bir şekilde yönetiyordu. Zaman zaman HTŞ’nin silahlı gücünün Türkiye’ye bağlı “Suriye Milli Ordusu”yla çatıştığı da oldu. İdlip özelinde Türkiye ve bazı Batılı ülkeler arasında danışmalar, askeri ihtiyat planları yapıldığı artık sır olmaktan çıkmıştır. Ancak, HTŞ’nin sınırlı silahlı gücünün tek başına Suriye’de devrim gerçekleştirmesi beklenmiyordu. HTŞ’nin 50 küsür yıllık Esad klanı rejimini sınırlı bir silahlı güçle devirmesi, istisnai bazı koşulların eş zamanlı olarak bir araya gelmesinin sonucudur. Rusya-Ukrayna savaşının Moskova’nın Suriye enerjisini azaltması, İsrail’in İran’ı ve bölgedeki silahlı örgütlerini esaslı şekilde yıpratması, HTŞ’nin dışarıdan ve yakınındaki muhalif örgütlerden destek sağlama yeteneğini güçlendirmesi gibi gelişmeler HTŞ’nin başarısında belirleyici oldu.
HTŞ artık Suriye’nin büyük bölümünü fiilen yönetiyor. Uluslararası ilişkilerin tahlilinde sahadaki gerçekler ve güç dengeleri esastır, bugünün değerlendirmesi ve geleceğe dair öngörüler bu gerçeklerden hareketle ölçü içinde yapılmalıdır.
Türkiye’nin güvenliğini, dengelerini, gelecek projeksiyonlarını yakından ilgilendiren “yeni” Suriye hakkında sınırlı da olsa bir izlenim edinmek için E. Büyükelçi Ömer Önhon’la (*) birlikte haziran ayı başında Şam ve civarını ziyaret ettik. Suriye’ye Beyrut üzerinden karayoluyla tamamen sivil kimliklerimizle gittik.
Fotoğraf: Aydın Adnan Sezgin
Karamsar bir toplum bekliyordum, neşesi yerinde insanlarla karşılaştım
İç savaş öncesinde, baba Esat dönemi dahil Suriye’yi birkaç kez ziyaret etmiş, krizi 2014’ün sonbaharına kadar görev yaptığım Moskova’dan olabildiğince yakın şekilde izlemeye çalışmıştım. Bu defa Suriye’ye giderken 13 yıl boyunca çok ağır iç savaş yaşamış bir toplumun bitkin, küskün, karamsar manzarasıyla karşılaşacağımı düşünüyordum. Oysa, daha Lübnan sınırını geçer geçmez şaşırtıcı derecede işlevsel bir yönetim, tebessümü eksik etmeyen görevliler, neşesi yerinde sıradan insanlarla karşılaştım. Gümrük kapıları genel idari yapının nasıl işlediğine, idari kapasiteye, bir yönetimin yurttaşlarına nasıl muamele ettiğine dair ipuçları veren mekanlardır. Gördüğüm manzara beklentilerimden çok daha olumluydu.
Golan tepelerinin doğusuna paralel Şam karayolu boyunca geçtiğimiz kontrol noktaları ve İdlipli olduğu bilinen görevliler de gayet düzgün bir tutum sergiliyorlardı.
Eski rejimin kalesi Şam kent merkezinin fazla zarar görmediğini duymuştum, ama bu sihirli şehrin insanlarının yılgınlık yaşadığını, temel belediye ve kamu hizmetlerinin sağlanamadığını, idari sistemin çöküntü halinde olduğunu tahmin ediyordum. Benzer ülkelerde başkentler parlatılan vitrinlerdir. Şam vitrin görüntüsünün ötesinde bir oturmuşluk izlenimi yaratıyor.
Başkent’te Suriyeli hiçbir resmi görevliyle bir araya gelmedim, ancak kayda değer sayıda insanla görüşme, sokaktakilerle konuşma, civardaki farklı yerlere, banliyölere gitme fırsatım oldu.
Ahmet Şara’nın “umut yeşermesi hali” deyişi, boş bir sözden ibaret değil
Şam’ın merkezi cıvıl cıvıl, insanları derin acılarını ve sorunlarını geride bırakmışlar gibi, şehrin hemen her yerinde canlı bir alışveriş faaliyeti var. İnsan manzaraları, toplumsal ilişkilerin dokusu geçmişe göre pek değişmemiş. Evet Şam kalabalıklaşmış, “taşralaşmış” ama hiçbir şekilde bir Cihadistan başkenti görünümünde değil. Savaş sırasında ve devrim sonrasında Şam nüfusunun 2 milyon civarında arttığı, 5 ila 6 milyon arasında bir sayıya yükseldiği söyleniyor. Demek ki, Suriye’de kalan Suriyelilerin yarısına yakını Şam ve civarında yaşıyor. Gözlem ve görüşmelerden çıkardığım sonuca göre, Suriye geçici Cumhurbaşkanı Ahmed Şara’nın bazı söyleşilerinden okuduğumuz “umut yeşermesi hali” boş bir sözden ibaret değil, görüştüğüm ve konuştuğum herkes ümitvar gözüküyor. Bu iyimserlik, geleceğe umutla bakış sürdürülebildiği takdirde Suriye için en önemli ivmeyi oluşturacaktır. Sürdürülebilmesi için de ekonomi, güvenlik, adalet, özgürlükler ve eşitlik alanlarında somut katkılarla beslenmesi gerekecektir.
Yaygın iyimserlik halkın büyük çoğunluğunun Esad rejiminin ve saldığı korkunun tasfiyesinden duyduğu memnuniyetin bir sonucu. Yeni yönetimin toplumun rızasını üretebilmiş olması da iyimserliği destekliyor.
Aydın Adnan Zengin Emevi Camii avlusunda
Yurttaşın nabzı: Adil bir seçimde Ahmet Şara açık ara kazanacak
Konuştuğum Suriyelilerin bir kısmı bugün adil bir seçim yapıldığı takdirde Şara’nın açık ara kazanacağını öne sürdüler. Farklı dini, mezhepsel, kültürel ve ekonomik katmanlar barındıran, aşiret bağlarının kuvvetli olduğu Suriye toplumunda yeni yapılanan yönetimin böylesine bir onay görmesi önemlidir.
Ancak, Suriye toprakları şimdilik bölünmüş durumda, ülkede kalıcı barış ve istikrar henüz tesis edilememiş, bir devlet yapısı var ama cılız, fiilen kontrolü altındaki bölgeyi yönetme ve savunma kapasitesi, güvenliği sağlama yeteneği sınırlı, ekonomi günlük ihtiyaçları asgari düzeyde sağlamakta, nüfusun çoğunluğu açlık sınırında yaşamakta, ülkeye yönelik iç ve dış tehditler keskin, uluslararası düzeyde bir Suriye devleti var fakat pratikte egemenliği kısıtlı, özetle Suriye Arap Cumhuriyeti bir devleti tanımlayan tüm unsurlar itibariyle kırılgan, istikbali belirsiz.
Mevcut devasa güçlükleri aşmanın ilk koşulu Şara’nın uygulamada gördüğümüz pragmatist yaklaşımını sürdürmesidir. Geçici Anayasa’ya göre ve fiiliyatta tüm yetkileri kendinde toplamış olan Şara’nın bir siyasetçi ve yönetici olarak ideolojik geçmişini askıya alıp gerçeklere, iç ve dış güç dengelerine öncelik veren bir yönetim pratiğini yerleştirmesi olmazsa olmaz bir koşul olarak belirmektedir. Kişisel tarihi hakkındaki bilgilere göre Şara oluşan şartlara uyum sağlayabilecek esnekliği gösterebilmektedir. İyimser bakış bu özelliği zekânın işareti olarak yorumlar. Fakat gerçek niyet ve hedefleri hakkında bugünden bir iddia öne sürmek abestir, hakkındaki soru işaretleri sürecektir. Bu noktada birden fazla Suriyeliden Şara’nın aldığı bazı zorlayıcı kararları sosyal medyadan gelen tepkiler üzerine değiştirdiğini, halktan gelen taleplere duyarlılık gösterdiğini işittiğimi de belirteyim.
Suriye’de kalıcı barışın ekonomi ve siyasetle ilişkisi
Suriye’de kalıcı barış ve istikrarın tesisi ekonomiyle doğrudan irtibatlıdır. Oysa, ekonominin sürdürülebilir biçimde işlerlik kazanması, halkın refah düzeyinin yükseltilmesi, ülkenin yeniden imarı Suriye içi dinamiklerden ziyade dış dünya tarafından alınacak inisiyatiflere göre belirlenecektir.
Bu nedenle yeni yönetimin esaslı ilk görevi siyaset alanındadır; ülkede çoğulculuğa da imkan tanıyan istikrar zemini hazırlamaktır. Mükemmel bir devlet yapısından, ulus oluşumundan, demokrasiden söz edebilmek için vakit henüz erkendir. Çoğulcu istikrarın sağlanabilmesi büyük bir başarı olacaktır. Bunun için önce devletin cılız mekanizması güçlendirilebilmeli, ahenkli bir toplumsal düzene doğru adım atılabilmelidir. Ahenkli bir toplumsal düzen için de vatandaşlarda ‘Suriyelileşme’ hissiyatının yeşerebilmesi sağlanabilmelidir. Bu hedefler, yönetimin uygun anlayışı ve tutumu benimsemesi durumunda ulaşılabilecek hedeflerdir. Aslında “yeniden inşa sürecini” vurgulayan geçici anayasa metni de bu hedeflerle örtüşmektedir. Bununla birlikte, anayasada yazılandan çok uygulamanın önemli olduğu tecrübeyle sabittir.
Hükümette bazı teknokrat bakanlara yer verilmesi, görünüşte de olsa kapsayıcı bir Bakanlar Kurulu oluşturulması, üst düzey birkaç göreve yurt dışında çalışan Suriyeli uzmanların getirilmesi, görevden uzaklaştırılan Esad dönemi memurlarından bazılarının geriye çağrılmaları yönetim aygıtındaki eksiklikleri giderme çabalarıdır. Esad dönemi kamu görevlilerinin topyekûn dışlanmamaları 2003’ten sonra Irak’ta yapılan yanlışların tekrarlanmayacağının işareti olarak görülebilir. Sivil ve askeri bürokraside, özellikle güvenlik kurumlarında İdliplilerin ve HTŞ’lilerin hakimiyeti çok işlenen bir konudur. Bugünkü aşamada siyasi yönetimin kendine en yakın personeli kullanma arayışını fazla yadırgamamak gerekir. Ne var ki, radikal selefi olarak tanınan bir kısım HTŞ’linin özellikle Millî Savunma Bakanlığında, ordu kademelerinde üst makam ve rütbelere getirilmeleri bazı çevrelerde kaygıyla karşılanmaktadır. Şara’nın atamalarda HTŞ içindeki dengeleri ve radikal kesimlerle ilişkileri de hesaba katması normaldir; ama doğru kıvamı tutturması da elzemdir.
Ordu ve diğer kurumlardaki eksikliklerin giderilmesi için Türkiye’den olduğu gibi yakın ülkelerden yardım sağlanması yoluna gidildiği bilinmektedir, ordunun alacağı şekil de SDG dahil tüm silahlı gruplarla müzakerelerin kesin sonucu ortaya çıktıktan sonra belirginleşecektir. Yapılanma süreci hem kurum ve kuralların güçlendirilmesi hem kadroların takviyesi açısından daha birkaç yıl gerektirecektir.
Fotoğraf: Aydın Adnan Sezgin
Geçici anayasa: Yargı bağımsızlığı ve adalet
Geçici anayasanın üzerinde özenle durduğu adalet mekanizması da şikayetlere konu olmaktadır. Eski rejimin yargıç ve savcı kadrolarının önemli bir kısmının haklı nedenlerle tasfiye edilmiş olması, eski rejimle iş birliği yapan avukatların meslekten menedilmesi personel eksikliğine yol açmıştır. Yeni yapının henüz tam kurulamamış olması özellikle mahkemelerin işleyişinde aksaklıkların süreceğini düşündürmektedir. Geçici anayasa yargı bağımsızlığı, yargı süreçlerinin hızlandırılması, adil yargılanma, temel özgürlükler ve haklar bakımından Esad anayasasına göre daha yüksek standartlar getirmiştir. İslam dininin hukukun yapılanması ve işleyişindeki konumu açısından iki metin arasında önemli bir fark bulunmamaktadır. Hukukun, adalet sisteminin nasıl işleyeceğini şimdiden kestirmek zordur, sistem siyasi yönetimin anlayışına ve uygulamalarına göre şekillenecektir.
Yeni rejimin “yeniden inşa” anlayışında Suriyelileşme sürecini hızlandırmak da muhtemelen öncelikli bir hedeftir. Nüfusu gayet heterojen bir yapıya sahip Suriye’de halk bir arada yaşama kültürüne yabancı değildir. Buna karşılık sahici bir Suriyelilik bilincinin gelişmediği bellidir. İç savaş ve Esad rejiminin artan zulmü bir arada yaşama kültürüne zarar vermiştir. Bu tahribat onarılamayacak düzeyde değildir.
Sünniler ve Arap Aleviler arasındaki kırgınlık
Sünni çoğunluk ile Arap Alevileri arasındaki ilişkinin öneminin uzun uzadıya izahı gereksizdir. Yeni yönetimin resmi tutumuna göre Arap Alevileri Suriye’nin ayrılmaz parçasıdır. Eski rejimle çok yakın ilişki sürdürmüş imtiyazlı Arap Alevi aile ve kişiler bu anlayışın dışında tutulmaktadır. Sünni çoğunlukta Arap Alevilerine karşı belli bir kırgınlık vardır. Arap Alevilerinde de kaygı hüküm sürmektedir. Fakat, Sünniler ile Arap Aleviler arasında geri dönülmez bir kırılmadan bahsetmek yanlış olur.
Mart ayının başında Banyas başta olmak üzere ülkenin sahil kesiminde HTŞ’ye bağlı güvenlik güçleriyle Arap Alevileri arasında yaşanan olaylar maalesef bir tür katliama dönüşmüştür. Olayların önce Esad rejimi taraftarı gruplar tarafından provokasyon olarak başlatıldığı ve sonrasında güvenlik güçlerinin mukabelesinin kontrolden çıkarak katliama dönüştüğü genel kabul gören bir tespittir. Bu katliamla ilgili soruşturmanın bir an önce sonuçlanması ve faillerin gerekli yaptırımlara tabi tutulması iktidara yönelik suçlamaları hafifletecektir. Haziran ayı başında Latakya vilayetinde yaşanan nispeten sınırlı ama üzücü hadise karşısında hükümetin müdahalesi ve almış olduğu tedbirler, masum Arap Alevilerine karşı saldırgan hareketlerin güvenlik güçleri içindeki bariz disiplinsizlikten kaynaklanan münferit suçlar kapsamına girdiğini düşündürmektedir.
Eski rejimin haydut iş insanı Beşar Esad’ın kuzeni Rami Mahluf’un sahil bölgesini isyana teşvik eden, iktidar karşıtı eylemlerin artacağını öne süren açıklamalarını da hatırda tutmak gerekir. Arap Alevilerinin ezici çoğunluğu bu tür tahriklere iltifat etmemiştir.
Siyasi iktidarına içeride ve dışarıda en kuvvetli meşruiyeti sağlama arayışında olan, Suriye’de birliği, bütünlüğü ve düzeni sağlamayı hedefleyen, bugüne kadar intikamcı tavırlardan uzak durmuş olan Şara’nın Arap Alevilerine karşı sindirme ve imha politikası benimsemesi beklenmemelidir. Kaldı ki, Suriye’deki azınlıkların korunması birçok ülkenin yakından ilgilendiği bir konudur. Ama ülkenin lideri, HTŞ ve kendisine yakın diğer gruplara mensup gözü dönmüş radikal şahısları da tam bir denetim altına alma yetkinliğini ortaya koyabilmelidir. Sünniler ile Arap Alevileri arasında olabilecek en üst düzey uyumun sağlanabilmesi Suriye’nin geleceği ve Suriyelilik kimliğinin oluşturulması açısından en belirleyici sorundur.
Yeni rejim ile Dürziler arasında yaşanan gerginliklerin büyük ölçüde hafiflediği gözükmektedir. Lübnan’dan Suriye’ye giriş yaparken sınır kapısında bazı Dürzilerle karşılaştım. Olaylar sırasında sığındıkları Lübnan’dan otomobilleriyle Suriye’ye dönüyorlardı. İç savaş öncesi nüfusun yüzde 3’ünü oluşturan Dürziler arasında yeni rejim döneminde üç ayrı eğilimin ortaya çıktığı, çoğunluğun mevcut rejimle uyumu savunduğu bir kısmın mesafeli durduğu, diğer bir grubun da İsrail vatandaşı Dürzilerin etkisiyle İsrail’in himayesini aradığı şeklinde değerlendirmeler vardır. Rejimin Dürzilerle kalıcı bir uzlaşı tesis etmesi ulaşılması zor bir hedef değildir.
Hristiyanlara gelince; iç savaş öncesi Suriye nüfusunun yüzde 10’unu oluşturan 2 milyon civarındaki Hristiyan sayısı 300 bine kadar düşmüştür. Bu topluluk içinde farklı mezhepler bulunmaktadır. Yeni rejimin Hristiyanlarla bir sorunu olmadığı, Hristiyanların da yeni rejime karşı yabancılık hissetmediği kanaati hakimdir. Hristiyanlar Suriyelilik kimliğinin oluşmasına gayet önemli katkı sağlayabilirler. Bu katkı iktidarın tutumuna ve Hristiyanların gösterecekleri iradeye bağlı olacaktır. 22 Haziran günü Şam merkezindeki bir kilisede 26 kişinin hayatını kaybettiği intihar saldırısının da gösterdiği gibi yönetimin tüm azınlıklar ve özellikle Hristiyan toplumu için özel güvenlik önlemleri alması gerekmektedir. Saldırının IŞİD tarafından mı yoksa HTŞ içindeki radikal cihatçı bir grup tarafından mı işlendiği konusu henüz tam açıklık kazanmamıştır, farklı haber ve açıklamalar gelmektedir.
Fotoğraf: Aydın Adnan Sezgin
Suriye’nin öncelikli sorunu: Kürtlerin geleceği
Kürtlerin geleceği, Suriye’nin birinci derecede kritik ve önemli diğer bir sorunudur. Bu mesele Türkiye’nin ulusal güvenliği ve gelecek projeksiyonları açısından da öncelikli bir meseledir, kamuoyumuz tarafından da yakından izlenmektedir. Siyasi iktidarın Türkiye’de yeni bir ‘PKK Süreci’ başlatmış olmasının seçim hesapları dahil muhtelif amaçları vardır. Kürt olgusunun Suriye’deki iç savaşla birlikte gösterdiği seyrin yol açtığı farklı gelişmelerin Türkiye’nin ulusal güvenliği alanında yarattığı riskler yumağını denetim altına almak bu hedeflerden biridir. Suriye Demokratik Güçleri (SDG) Suriye’deki Kürtleri temsil kabiliyeti yüksek, kendine göre yönetim aygıtı olan, bulunduğu bölgede hakimiyet kurmuş silahlı bir çatı örgütüdür. PKK’nın uzantısı olduğuna şüphe yoktur. Diğer kuruluş ‘Suriye Kürtleri Ulusal Konseyi’nin Kuzey Doğu ve Doğu Suriye’deki fiili etkisi hayli sınırlıdır, siyasal itibarı Barzani tarafından yönlendiriliyor olmasından kaynaklanmaktadır. Her iki örgüte de yakınlık duymayan Kürtler vardır, fakat sahadaki gerçeklik SDG’dir ve Şam yönetimiyle resmi statüdeki müzakereleri bu örgüt yönetmektedir. SDG’nin bugünkü ağırlığının, sağladığı gücün, ABD ve diğer bazı ülkelerden temin ettiği desteğin kaynağında AKP yönetiminin Suriye krizinin başlangıcından itibaren yaptığı büyük hatalar silsilesi bulunmaktadır. Bu yanlışlar zincirinin SDG’yle bağlantılı dönüm noktalarından biri İŞİD'in Kobani’ye (Ayn El-Arab) 2014 yaz aylarında yaptığı vahşi saldırı karşısında AKP yönetiminin izlediği tutumdur.
Bugün SDG’nin hâkim olduğu bölge, müzakerelerin seyri, tarafların pozisyonları, SDG’nin silahlı kanadı YPG’nin meşru orduyla bütünleşmesine ilişkin sorunlar ve SDG’nin denetimi altındaki gaz ve petrol kaynakları gibi temel konular çok işlenmiştir, ayrıntısıyla bilinmektedir. Suriye’deki Kürt sorununun kalıcı şekilde yatışması, özerklik ve orduyla entegrasyon meselesine çözüm bulunması zorlu müzakereler ve karşılıklı tavizler gerektirecektir. SDG’nin maksimalist talepleri vardır. Bu taleplerin gerçekleşebilmesi önünde engeller yüksek ve hacimlidir. Suriye nüfusu içinde Kürtlerin sayısının en yüksek tahminlerde bile 2 milyondan az olması, Türkiye’nin tavrının oluşturduğu baskı, SDG’ye yakın duran dış güçlerin verebileceği desteğin nesnel sınırı, ülke genelinde istikrarın tesis edilmesinin ilgili tüm aktörler için taşıdığı önem bu engellerden bazılarıdır. SDG “bölgesinde” Kürt nüfusun oranı yüzde 60’ı aşmamaktadır. SDG yönetimi düzgün bir idari mekanizmanın nüvesini oluşturacak anlayış ve beceriden uzak bir görünüm vermektedir. Yönetime farklı kesimlerden ciddi itirazlar gelmektedir. İtirazların bir kısmı tahrik ediliyor olsa bile olayların olağan akışına uygun bir direnç de mevcuttur. Öte yandan Abdullah Öcalan’ın Suriye Kürtlerini de kapsayan mesajlarının sahada kısmen de olsa etki yarattığı anlaşılmaktadır.
Müzakereler ve güç dengesi
Süregelen Şam-SDG müzakerelerinde güç dengesi henüz kesinlik kazanmamıştır. Oluşacak güç dengesi müzakerelerin seyrini de belirleyecektir. Bununla birlikte çözümün bir tür federal yapıyla sonuçlanması zayıf ihtimaldir. Suriye’deki gerçeklik ile Irak Özerk Kürt Bölgesinin tarihsel arka planı ve etno-politik zemini birbirinden çok farklıdır. Çözümün esnek bir formülle sağlanması akla daha yatkındır. Halep’in bazı mahallelerinde uygulanan “mahalle”, “komün”, “kanton” düzeyinde bir formülün gündeme gelmesi öngörülebilir. Bu birbirinden ayrı küçük bölgelerde uygulanacak idari sistemin ayrıntıları yine müzakerelerle belirlenecektir; güvenlik düzeni için karma bir sistem, ilk ve orta öğrenim için göreceli bir yerellik tasarlanabilir. Böyle bir çerçeve Avrupa Yerel Yönetimler Şartı’ndan esinlenebilir.
Suriye yönetimi ile SDG arasındaki ilişkilerin çatışmaya dönüşmesi veya Türkiye’nin askeri müdahalesi hem Suriye’nin geleceği hem Türkiye’nin ulusal güvenliği hem bölgenin istikrarı açısından hiç istenmeyen sonuçlar yaratabilir. Böyle büyük bir risk ancak daha büyük tehditlerle karşılaşıldığı takdirde alınabilir. Silahlı çatışma yaşanması halinde bazı ülkelere, örneğin İsrail’e daha geniş bir müdahale alanı açılacaktır.
Şam ile SDG arasında geçici bir anlaşmaya varılmıştır; müzakere süreci devam etmektedir. Bugüne kadar alınan mütevazı sonuçlar küçümsenmemelidir, altı aylık bir zaman diliminde daha olumlu sonuçlara ulaşmayı beklemek gerçekçi olmazdı.
Müzakere yöntemine sadık kalınacaksa süreç boyunca yaşanacak iniş çıkışlara, kışkırtmalara, gerginliklere hatta zaman zaman silahlı çatışmalara tahammül gösterilebilmelidir. Suriye’deki gidişat Türkiye’deki PKK sürecinden elbette etkilenecektir. İran İsrail savaşını izleyen dönemde İran’daki muhalif Kürt örgütlerinin gösterdiği hareketlenmenin Suriye’ye yansıyıp yansımayacağına dair yorum yapmak acelecilik olur.
Suriye açısından başta İŞİD olmak üzere İslami Cihad Örgütü gibi savaşkan radikal örgütler ciddi tehlike oluşturmaktadır. Uyuyan terörist hücrelerin varlığından da sıkça söz edilmektedir. İran-İsrail krizi öncesi uluslararası kaynaklarda Suriye yönetiminin İŞİD ve radikal grupların eylemsel faaliyetlerine karşı yeterli duyarlılığı göstermediği, Arap Alevilere karşı girişilen şiddet hareketlerinin önlenmesine daha fazla öncelik atfettiğine dair bazı değerlendirmelere rastlanıyordu. İŞİD ve diğer cihatçı radikal örgütler belki Suriye topraklarında rejim değişikliği veya yüksek yoğunlukta çatışma tehdidi yaratacak güçten yoksundur. Bununla birlikte büyük terör eylemleri gerçekleştirme, ağır zarar verme yetenekleri vardır. SDG bölgesinde bulunan aktif ve tutuklu İŞİD'liler de kapsamlı bir diğer sorundur. Ayrıca, HTŞ içinde yukarıda da değindiğim cihatçı, şeriatçı radikal damarlar vardır, bunların kendi başlarına ve/veya İŞİD altyapısıyla iş birliği halinde silahlı muhalefete kayma senaryoları Türkiye’de ve uluslararası medyada sıkça işlenmektedir. Böylesine senaryoların yaşanması halinde silahlı radikal gruplar Suriye’nin Sünni nüfusunda yer etmiş koyu muhafazakâr kesimleri de yanlarına çekmeye çalışacaklardır. Tüm bu ihtimallerin Şara’yı ikilemlere sürüklediği tahmin edilebilir.
Uluslararası ve bölgesel dengeler: Komşu ülkelerle ilişkiler ne durumda?
Suriye’nin ve Şam yönetiminin geleceğini uluslararası ve bölgesel konjonktürden, güç dengelerinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Böyle bir değerlendirme yaparken komplo teorilerine, toptancı iddialara mesafeli durmayı tercih ediyorum.
Bugünkü koşullarda Şara yönetimi ile Türkiye arasındaki ilişkiler malumdur, başta ABD olmak üzere Batı’nın yaklaşımı olumludur, Suudi Arabistan Şam ile dayanışma sergilemektedir, komşu Ürdün’le olumlu ilişki kurulmuştur, Katar Şam’a en yakın merkezlerden biridir, BAE’nin ise şimdilik biraz mesafeli duruş benimsediği anlaşılmaktadır. Diğer bir komşu Irak’la da iş birliği öngören bir ilişki tesis edilmiştir, ama Tahran’ın iki ülke arasındaki ilişkilere Irak üzerinden zarar verme gayreti içine girmesi olasılığı tamamen dışlanamaz.
Bu ülkelerden hiçbirinin Suriye’nin istikrarının bozulmasında, parçalanmasında, devlet mekanizmasının çökmesinde, yeni silahlı çatışmalara sahne olmasında herhangi bir çıkarı bulunmamaktadır. Bunun tam aksi geçerlidir. ABD ve başka dış güçlerin saldırganlıklarından, hakimiyet hırslarından, yanlış politikalarından ve/veya ilgili ülkelerin zafiyetinden kaynaklanan nedenlerle Orta Doğu, Arap alemi, Doğu Akdeniz derin istikrarsızlık ve kırılma alanları barındırmaktadır. Bugünkü hükümetiyle Gazze’de soykırım suçu işleyen İsrail'in bölge için sistemik ve sürekli bir tehdit haline geldiğini de tüm değerlendirmelerde hatırda tutmak gerekir. Bununla birlikte, İsrail’in kısa ve orta vadede Suriye’ye karşı yıkıcı bir hamle içine girmesi olasılığı zayıf gözükmektedir. Halen elinde tuttuğu kozlardan elbette vazgeçmeyecektir, alan yaratıldığı takdirde bunları kullanabilir. Ama İsrail Suriye’nin SDG vasıtasıyla veya başka yollardan istikrarsızlığa sürüklenmesinin kendisini de içine alacak bir kaosa yol açacağını herhalde hesaplıyor olmalıdır. İsrail’in hamisi ABD’nin de gerek iç politika gerek dış politika kaygılarıyla ve ekonomik çıkarlarını da gözeterek İsrail için yakın tehdit oluşturmayan bir ülkede ileriye dönük hesaplarla girişilecek böyle bir yıkıcı teşebbüse hayli mesafeli duracağı, Orta Doğu’nun merkezinde kaosa dönüşeceği belli bir faaliyete bu defa geçit vermeyeceği düşüncesi akla yatkındır.
Son aylarda Suriye’yi kendine özgü güvenlik gerekçeleriyle bombalayan, Golan’da yeni askeri mevzi kuran İsrail’e karşı Şam İran’a saldırı sonrasında kınama ve kaygı açıklaması yapmamıştır. İslam İşbirliği Teşkilatı’nın son İstanbul Dışişleri Bakanları toplantısı metinlerine taraf olmuş olması bu olguyu değiştirmez.
Şam’ın bu tutumunda İsrail’i tahrik etmeme arayışının izleri açıktır, fakat iç savaş boyunca İran’ın tutumu ve silahlı vekillerinin Suriye sathındaki eylemleri, baskısı, zulmü, bariz hakimiyet kurma çabaları da mutlaka etkili olmuştur. Şam’ın çevresinde gördüğüm harabeye çevrilmiş rejim muhalifi mahallelerin manzarası Gazze’den gelen görüntülerle birebir örtüşüyordu. Esad rejimiyle birlikte İran’a bağlı örgütlerin karadan, Rus savaş uçaklarının havadan bombaladığı ve yerle bir ettiği Şam banliyölerinin toplam yüzölçümü bir Suriyeli arkadaşıma göre “Gazze’nin yüzölçümünden büyük.” Suriye’de İran ve Rusya’ya karşı derin öfkenin yatışabilmesi için bu ülkelerin yaklaşımlarını başkalaştırmaları ve herhalde uzunca bir süre geçmesi gerekecektir.
Ülkeler kırılgan Suriye’ye nasıl destek olabilir?
İran’ın Suriye sahasında izine rastlanmamaktadır. İran’ın vekillerinin Suriye’deki hamle kabiliyetinin devrimin ilk haftalarında tamamen kırıldığı anlaşılmaktadır. Suriye’den önceki durağımız Beyrut’ta da Hizbullah’ın bir hayli güç ve görünürlük kaybettiği belli oluyordu. Tahran’ın bundan sonra Suriye’yi etkili şekilde rahatsız etmesi kolay değildir. Irak’ta veya Suriye’de yaşanabilecek bir karışıklık halinde Iraklı bazı gruplar vasıtasıyla Suriye’ye zarar verme olasılığı şimdilik üzerinde durmaya değmez bir konudur.
SSCB ve Rusya son 60 yılda Suriye’ye damga vurmuştur. Beşar Esad’ın kendisi, bazı aile mensupları, kayda değer sayıda üst düzey yönetici Rusya’ya sığınmıştır. Yaygın söylentiye göre Rusya’ya Suriye’ye ait birkaç milyar dolarlık bir servet kaçırılmıştır. Rusya’nın ise Suriye’de somut bir varlığı kalmamıştır. 2012’ye kadar mütevazı bir ikmal kolaylığı yapısında olan ve savaş sırasında büyütülerek üsse çevrilen Tartus tesisi işlevsiz ve kuşatılmış durumdadır. Suriye halkının Şam ile Moskova arasında bir anlaşmaya varılması ve tesisin yeniden Ruslara tahsis edilmesine şiddetle itiraz edeceği söylenmektedir. İki ülkenin ilişkilerinin normalleşmesi ve yeni formatta bir iş birliğine dönüşmesi Şam’ın Rusya’nın BM Güvenlik Konseyi ve uluslararası kuruluşlardaki konumuyla ilgili olarak yapacağı değerlendirmeye ve Rusya’daki varlıklarının kısmen iadesine göre gündeme gelebilir. Moskova açısından Suriye bugün için tamamen ikincil bir konudur, mevcut durumda Suriye’ye ciddi zarar verecek bir tutum içine girmesi olası değildir.
Özetle ifade etmek gerekirse, Suriye dünyadaki ve özellikle bölgedeki tüm sarsıntılara, dönüşümlere, tehlikelere, kendisine içeriden ve dışarıdan gelebilecek risklere rağmen uluslararası siyasi koşullar bakımından avantajlara da sahip bulunmaktadır. Bölge ülkelerinin hemen hemen tamamı ve diğer ülkelerin çoğu açısından Suriye’nin istikrarı önemlidir. Suriye anlamlı ekonomik getiri de sağlayabilecek bir ülkedir. Birçok ülke hükümeti “hepimiz Suriye’ye yardımcı olmalıyız” türünden açıklamalar yapmaktadır. Peki kırılgan Suriye’ye nasıl destek olunabilir, Suriye’nin istikrarına ne şekilde katkıda bulunulabilir?
Bölge halen yüksek yoğunlukta çatışmalar, gerginlikler, tehlikeler ve kaygılar ihtiva etmektedir. Beğenelim beğenmeyelim bölgede değişim dinamiği başlamıştır ancak yönü ve şekli belirsizdir. Keza dünya çapında uluslararası düzen yıkılmıştır, yeni düzen gücün öne çıktığı, hukukun ve normların çözüldüğü bir başka süreçle birlikte gelmektedir. Askeri ve/ veya ekonomik bakımdan en güçlü ülkeler arasında nüfuz bölgeleri oluşturma rekabeti yaşanmaktadır; bu nüfuz bölgeleri bazı ülkelerle ittifak/yakınlık ilişkisi üzerinden başka bazı ülkelerle açık ve örtülü çatışmalar vasıtasıyla oluşturulmaya çalışılıyor görüntüsü hakimdir.
Dünyanın her bölgesinde çatışma veya potansiyel çatışma odakları vardır. Son olarak yaşanan İran- İsrail savaşı da hem bölgede hem uluslararası düzeyde ciddi sonuçlar yaratmaya adaydır. Ayrıca, bir Trump fenomeninin varlığını da kabul etmek gerekmektedir. Yakın geçmişte hiçbir ABD başkanı uluslararası ilişkilerin seyri üzerinde Trump kadar etkili tavır göstermemiştir. Trump’ın bu kararlarının olumlu sonuç verip vermeyeceği ve geleceğin ne göstereceği ayrı bir konudur. Trump’ın mizacı da iniş çıkışlarıyla artık uluslararası ilişkilerin bir parametresidir.
Suriye ile ilgili ülkeler politikalarını tasarlarken bu genel arka planı herhalde göz önünde tutacaklardır. Sağduyulu bir yaklaşım Suriye’nin bir rekabet sahası haline getirilmemesini gerektirir. Ülkeler politikalarını ve uygulamalarını birbirlerini kaygılandırmayacak ve karşılıklı çıkarlarına zarar vermeyecek biçimde şekillendirebilmelidir. Suriye üzerinde hakimiyet kurma çabaları, topraklarından doğrudan veya dolaylı başka bir ülkeye tehdit oluşturabilecek girişimler zaten kırılgan olan koşulları alt üst edebilir.
Fotoğraf: Aydın Adnan Sezgin
Derin ekonomik sıkıntı: Yatırımlar ve yardımlar
Suriye’nin erken aşamada radikal dış politika tercihlerine zorlanması hem Şam’ın bölge ülkeleriyle ilişkilerinde sıkıntı yaratacaktır hem de iç dengeler açısından iktidarı zayıflatıcı sonuçlar verebilir. Örneğin İbrahim Anlaşmaları’na kısa sürede taraf olmaya mecbur edilmesi bölge dengelerinde ve Suriye içinde olumsuzluklara yol açabilir.
Uluslararası ilişkilerde ideal davranış kodlarının tıpatıp tutturulmasını beklemek hayalperestliktir. Mamafih, pratiğin idealden çok uzaklaşmamasını, en azından bir referans çerçevesi olarak korunmasını sağlamak imkânsız değildir. Görünür gelecekte Suriye’yle ilgili ülkeler ulusal çıkarları kısmen de olsa örtüşebiliyorsa bir siyasi uzlaşı zemini bulabilirler. Suriye’yi ve dolayısıyla bölgeyi herkesin kayba uğrayacağı bir “gelecek imhası” senaryosundan uzak tutma anlayışı ve arayışı böyle bir uzlaşı zemininin temelini oluşturabilir.
Suriye’nin içinde bulunduğu derin ekonomik çöküntüden kurtulmasının esas olarak dış dinamiklere bağlı olduğuna yukarıda değinmiştim. Nüfusun çoğunluğu açlık sınırındadır, sınırın altında yaşayan geniş kitleler vardır. Gıda açığı BM Gıda Yardımı Programı’nın katkılarıyla kısmen kapatılmaya çalışılmaktadır. Yıkılan bölgelerin konut ve altyapı tesislerinin yeniden inşa ve imarı için güvenilir kaynakların bütçe tahmini 800 milyar ile 1 trilyon dolar arasındadır. Ülkede ağır bir enerji/elektrik açığı vardır. Altyapı ve enerji sektörüyle ilgili ikili düzeyde projeler yavaş yavaş devreye girmektedir, Türkiye’nin belli projeler hazırladığı açıklanmıştır, Suudi Arabistan ve Katar’ın 7 milyar dolarlık enerji yatırımı çerçeve anlaşması Suriye kamuoyunda heyecanla karşılanmıştır, uluslararası enerji şirketleri henüz statüsü kesinleşmeyen petrol ve gaz sahalarına ilgi ifade etmişlerdir, bazı ülkelerden Şam yönetimine sınırlı nakit akışı sürmektedir, ancak henüz ekonomisinin canlanmasını sağlayacak ortamın oluşmaya başladığına dair pek belirti yoktur, ekonominin iç dinamiklerini ivmelendirecek bir hareketlenme gözükmemektedir. Suriye düzgün banka sisteminden de yoksundur.
Uluslararası resmi kuruluşlar, Esad döneminde de faaliyet gösteren BM ilgili ajansları kendi alanlarında yardıma devam etmektedir. Dünya Bankası, IMF gibi kalkınma ve finans alanındaki uluslararası örgütler yavaş yavaş kıpırdamaktadırlar. Dünya Bankası elektrik sektörüne mütevazı sayılacak bir kredi açmıştır, IMF’den bir heyeti haziran ayı başında Şam’a ziyarette bulunmuştur. IMF’in bu ziyareti 2009’dan beri gerçekleşen ilk temastır. Bu kuruluşlardan nasıl bir katkı geleceği zamanla belirginlik kazanacaktır, ama devreye girmiş olmaları dahi Suriye ekonomisi için değerli bir işarettir. Suriye’ye uygulanan ekonomik yaptırımlar büyük ölçüde kaldırılmıştır ne var ki yaptırımsız düzene geçiş daha bir hayli zaman isteyecektir.
Suriye ekonomisini besleyecek, yeniden imara katkıda bulunacak Suriyeli iş insanlarını cesaretlendirecek önemli bir vasıta doğrudan yabancı yatırımlar olacaktır. İnşaat, sanayi, ileride turizm ve hatta tarım sektörüne yabancı sermayeyi cezbedecek koşulların yaratılması gerekecektir. Bu şartların oluşmasında Şam yönetiminin ortaya koyacağı mevzuat ve uygulamanın yanında gerek çok taraflı kurumların gerek ilgili ülkelerin harekete geçirecekleri kredi ve özellikle sigorta/garanti mekanizmaları da önemli rol oynayacaktır.
Suriye’de iç savaş başladığında Kremlin’e yakın bazı muhataplarımın krizin çıkış nedeni konusunda ısrarla savundukları tez şuydu; Rusya’yı zayıflatmak için doğal gaz ve petrol satışının önüne engeller getirilmek isteniyor; başta Katar doğalgazı olmak üzere Körfez gazının boru hatlarıyla Akdeniz’e taşınması için Suriye güzergahı belirlendi, ABD ve Körfez ülkeleri bu amaçla Esad rejimini devirmek istiyorlar. İç savaşın böyle tek bir nedene bağlanması bana makul gelmiyordu. Ayrıca o yıllarda enerji piyasası ve siyasal koşullar proje haline bile getirilmemiş bu tasavvurun çok büyük bir maliyet göze alınarak öncelikli kılınmasına pek müsait değildi. Bugün ise koşullar farklı, benzer bir proje hem siyasi hem ekonomik açıdan daha olası gözüküyor. Boru hattı tasarısının ciddi biçimde gündeme gelmesi dahi Suriye ekonomisine olumlu biçimde yansıyacaktır. Gerçekleşmesi halinde proje Türkiye’ye uzatılabilecektir. Bu örnek Suriye’nin enerji ve ulaşım bağlantıları bakımından sahip olduğu imkanları göstermektedir.
Sonuç olarak Suriye ekonomisinin canlanması bugünkü aşamada daha çok dış dinamiklere bağlıdır. Ama Şara yönetiminin şekillendireceği mevzuat, ortaya koyacağı uygulama, şeffaflığı ne ölçüde sağlayabileceği, hukukun üstünlüğü gibi konular da anahtar niteliğindedir. Şara’nın Esad döneminde faaliyet gösteren iş insanlarını etkinliklerini sürdürmeye teşvik etmesi sağlıklı bir tavırdır. Görüştüğüm bir iş insanı içinde bulunduğu ruh halini şöyle aktardı: “Muhaliftik ama Esad’a karşı elimize silah alıp savaşamadık, hayatta kalmaya çalıştık ve nihayet bugüne geldik.”
Aydın Adnan Sezgin Emevi Camii avlusunda
Türkiye ile ilişkiler ve AKP iktidarının yanlışı
Suriye’nin siyasal istikrarını ve yönetimin gücünü bugünkü konjonktürde de kısa ve orta vadede de ekonomisinin sürdürülebilir bir canlanma ve kalkınma sürecine girmesi tayin edecektir. Ekonomide hareketlenme HTŞ içindeki radikal hevesleri denetim altına alınmasını da kolaylaştıracaktır.
Suriye’nin bugünü ve geleceği açısından Türkiye’yi belirleyici, biçimlendirici başlıca ülkelerden biri olarak tanımlamıştım. AKP iktidarının Suriye krizinin başından itibaren yaptığı büyük yanlışları hatırda tutmak, bunlardan ders çıkarmak gereklidir. Ama artık Türkiye’nin Esad sonrası süreçteki rolüne yoğunlaşılmalıdır. Şam’a atanan maslahatgüzarın ilk günlerde Osmanlı dönemini ima eden tevil götürmez zırvası dışında Hükümetin şimdilik kamuoyuna yansıyan görünür bir hatası olmamıştır.
Bundan sonra önemli olan Türkiye’nin Suriye kaynaklı riskleri asgariye indirmesi ve hem Türkiye’ye hem Suriye’ye en çok yararı sağlayacak politikaları üretebilmesidir.
Şam’da Türkiye’ye yönelik belirgin bir sempati sezilmektedir. Bu sempatinin yönetim kademesinde de kuvvetli olduğu medyada yansıtılan haberlerden izlenmektedir. Suriye halkının çoğunluğu Türkiye’yi kurtarıcı ve geleceğine katkı sağlayacak bir ülke olarak görmektedir. Devrimden bu yana Türkiye yaşadığı ekonomik krize rağmen Suriye’ye imkanları ölçüsünde yardım aktarmaktadır. Suriye ekonomisinin dünya ekonomisi ile entegrasyonu için gayret gösterdiği, uluslararası alanda Suriye yönetimi ve Suriye lehine siyasal çaba harcadığı bilinmektedir. Çalışmalarının somut sonuçları da olmuştur. Türkiye yumuşak güç araçlarının etkinliğini ve Suriye’deki olumlu algısını koruyabilmeli, yaygınlaştırabilmeli, geliştirebilmelidir.
Türkiye Suriye’de ABD’nin vasalı mıdır?
Türkiye Suriye için birçok alanda başat ülke konumundadır. Ancak Suriye’de bir ABD gerçeği vardır; ABD’nin bu kuvvetli mevcudiyetinde AKP iktidarının sorumluluğu büyüktür ve bugün Suriye politikalarında ABD gerçeğini hesaba katarak hareket etmesi gerektiğinin bilincindedir. Bu durum ‘Türkiye, Suriye’de ABD’nin vasalıdır’ anlamına gelmez. Vasal tanımını Suriye’de Türkiye-Rusya ilişkilerinin seyrini özetlemek için ilk olarak 2017 yılında kullandığımı hatırlıyorum. O dönemin koşullarında bu sıfat Türkiye-Rusya ilişkileri için doğruydu. Bugünkü Suriye’de Türkiye-ABD ilişkileri daha doğal ve dengeli bir görüntü vermektedir. ABD Suriye’de Türkiye’nin iradesini ve hareket kabiliyetini sınırlama gücüne sahiptir ama Türkiye’nin de iradesini ve önceliklerini ABD’ye kabul ettirme potansiyeli vardır.
İki ülke arasındaki ilişkileri bir ortaklık ilişkisi olarak düzenlemek esastır. Bunun da gereği siyasi vizyon ve ustalıktır. ABD’nin Ankara Büyükelçisine aynı zamanda Suriye Özel Temsilciliği görevi verilmiş olması böyle bir ortaklık hedefi yönünde atılmış bir adım olarak değerlendirilebilir.
Türkiye ile ABD arasındaki temel uyuşmazlık daha önce de değindiğim SDG meselesidir. Bu sorun Türkiye’ye rağmen değil Türkiye’yle birlikte çözüme kavuşturulacak bir sorundur. ABD’nin bunu idrak edebildiğini ve kaostan kaçınmayı tercih edeceğini tahmin ediyorum. SDG meselesiyle iç içe bir IŞİD sorunu vardır. Türkiye IŞİD ile mücadele iradesini daha ikna edici şekilde ifadesini sağlayacak yöntemleri ortaya koyabilmelidir. IŞİD ABD’nin SDG’yle kurduğu ilişkide etkili olmuş olsa da bugünkü ABD-SDG yakınlığının yegane nedeni IŞİD değildir. Diğer nedenler üzerinde de çalışılması gerekmektedir.
İsrail’in de Suriye üzerinden Türkiye’nin stratejik ağırlığına fiilen meydan okuması Netanyahu hükümeti için dahi sağduyuya aykırıdır. Türkiye ile İsrail arasında çatışmasızlık mekanizması görüşmeleri yapılmıştır. Çatışma isteyen taraflar bu tür görüşmeler yapmazlar. Soykırım suçu işleyen bir hükümetle herhangi bir konuda uzlaşmak kendi başına zorluklar taşır. Ancak diplomasi böyle durumları aşmak için icat edilmiştir. Türkiye ve İsrail’in Suriye bağlamında uzlaşılara gitmeleri yüksek bir olasılıktır.
ABD’nin İsrail’in tüm taleplerine aynen uyduğu düşüncesi yanıltıcıdır. ABD Gazze ve Batı Şeria’da İsrail’in suç ortağına dönüşmüştür ama tarih ve son aylardaki bazı gelişmeler ABD’nin İsrail’in taleplerine aykırı tavırlar benimseyebildiğini göstermektedir. ABD ile İsrail’in birlikte Türkiye’ye karşı saldırganlık içine girmeleri de mevcut koşullarda fanteziye daha yakındır.
Türkiye’yi ısrarla saldırıya uğrayacak ülkeler listesinde göstermeye çalışmak itibar kırıcı olmakla kalmayıp Türkiye’nin sürekli korku yaşadığı izlenimi yaratmaktadır. Türkiye’nin her açıdan her tür ihtimale hazır olması sahici bir zorunluluk , sürekli korku üretme yaklaşımı istismardır. Esad rejiminin devrilmesi öncesinde Türkiye Suriye topraklarının bir bölümüyle ilgili olarak ABD’yle uyuşmazlık halindeyken diğer bir bölümüyle ilgili ABD’yle istişare ve işbirliği halindeydi.
İran ve Rusya’nın Suriye sahasından silinmesi şüphesiz Türkiye’nin elini güçlendirmiştir. Bu iki ülkenin tasfiyesini Suriye halkının ve Türkiye’nin aleyhine bir gelişmeymiş gibi takdim eden değerlendirmeler veya bu anlama çekilebilecek açıklama ve yorumlar ne bugünün ne de geleceğin gerçeğine uymaktadır.
Türkiye, Suriye politikalarını ve söylemini diğer bölge ülkelerinde kaygıya ve rahatsızlığa yol açmayacak biçimde ve Suriye Devletinin isminin sonuçta Suriye Arap Cumhuriyeti olduğunu göz önünde tutarak şekillendirmeye, daha önceki yıllarda yapılan bazı vahim hataları tekrarlamamaya özen göstermelidir. Örneğin, Şara’nın devlet başkanı olarak ilk ziyaretini Suudi Arabistan’a gerçekleştirmesi yerinde olmuştur. AKP iktidarı İhvan tutkusuna, siyasal islam öğretilerine bir defa daha kapılmamalıdır. İran’ın iddialarının yara aldığı bir dönemde Suudi Arabistan’la İslam aleminin liderliği yarışı gibi Türkiye’nin ulusal çıkarlarına sadece zarar verecek teşebbüslerden uzak durulabilmelidir. Keza, Suriye’deki Türkmen soydaşlarımız hususunda Ankara duyarlılığını usturuplu şekilde hissettirebilmelidir. Zaten Türkmenler Suriye ordusunda yerlerini almışlardır. Türkmenlerin haklarının yasal çerçevede tanınmasının sağlanması herhalde Şam’la ikili ilişkiler çerçevesinde sağlanabilecek bir konudur.
Türkiye Suriye’ye genel yaklaşımına Lübnan’ı da mutlaka entegre etmek durumdadır. Bölge ülkeleri arasında kaderi Suriye’yle en yakın etkileşimde olan ülke Lübnan’dır. Lübnan çökmüş devlet konumundan yavaş yavaş sıyrılmaya çalışmaktadır. Hizbullah’ın ülkedeki hakimiyeti kırılmıştır ama etkisi sürmektedir. Hizbullah tek sorun değildir. Ayakları üzerinde duramayan, toplumsal bütünleşmesini sağlamış olmaktan uzak , devlet mekanizmasını onaramamış bir Lübnan Suriye için sürekli bir tehdit kaynağı oluşturacaktır. Suriye’nin istikrarı Lübnan’ın rehabilitasyonu ile birlikte düşünülmelidir. Bu anlayışı Türkiye hem kendi politikaları hem de ilgili ülkeler nezdinde işleyebilmelidir.
Fotoğraf: Aydın Adnan Sezgin
Türkiye ve Avrupa’daki sığınmacılar Suriye’ye dönecek mi?
Türkiye’nin Suriye’yle ilgili diğer bir büyük sorunu sığınmacılardır. Uluslararası düzeyde genel kabul gören verilere göre Esad sonrası 280 bin civarında sığınmacı Suriye’ye geri dönüş yapmıştır. Hâlâ henüz sayısı tam bilinmeyen birkaç milyon sığınmacı Türkiye’de bulunmaktadır.
Ekonominin canlanması, istikrarın sağlanması sığınmacıların dönüşünü hızlandıracaktır. Ne var ki Türkiye ve Avrupa ülkelerindeki sığınmacıların önemli bir kısmının Suriye’ye dönmesi pek beklenmemektedir.
Hepsini göndereceğiz ifadesindeki siyasi mesajla gerçeklik arasında büyük bir uçurum mevcuttur. Uzmanların beklentilerinin aksine sığınmacıların hepsi dönüş talebinde bulunsa dahi Suriye bunları kabul edebilecek kapasiteyi uzun yıllar temin edemeyecektir, Suriye’de sağlanmaya çalışılan istikrar zarar görecektir. “Briket ev”ler inşa edilmesi de tek başına önümüzdeki 5 yıllık sürede sığınmacıların hepsinin dönmesi için yeterli bir çözüm olmayacaktır. Türkiye’de siyasi iktidarın gerçeği ve doğruyu söyleyebilmesi, kamuoyunun da Suriyeli sığınmacı nüfusun hatırı sayılır kısmının Türkiye’de kalacağı fikrine alışması dışında şimdilik bir çözüm gözükmemektedir.
Türk Silahlı Kuvvetleri Suriye topraklarında bulunmaktadır. Büyük bir sorumluluğu beraberinde getiren bu askeri mevcudiyetin Suriye’den Türkiye'ye belli başlı riskler ortadan kalkıncaya kadar sürdürülmesi kaçınılmazdır.
Suriye’de kalıcı barış, istikrar ve huzurun sağlanması, ekonomisinin canlanması konusunda nispeten iyimser görüşleri öne çıkardığımın farkındayım. Nesnel olması gereken tespitlere öznel temenniler de karışmış olabilir. Suriye’nin olumlu bir gidişat içine girmesi ve bu yöndeki seyrinin ivme kazanmasında Türkiye’nin rolü çok merkezi olacaktır. AKP iktidarının bugüne kadar Türkiye’nin yönetiminde yaptığı yanlışlar ve başarısızlık, ekonomide yol açtığı çöküş, dış politikada yarattığı ağır maliyet Suriye ile ilgili sorunlar yumağının aşılmasındaki beceri beklentisini aşağı çekmektedir.
Asıl temenni siyasi iktidarın Türkiye için büyük önem taşıyan bu sınamada asgari hata yapıp azami basiret göstermesi, nihayet yüzümüzü güldürmesidir. Bu dileği ifade ederken umarım imkansızı seslendirmiyorumdur.