‘İktidar Müslümanlığı’: Önce hükümetimizin selameti

Hafıza-i beşer nisyan ile malul…. Onun için önce önemli bir hatırlatma: Gazze’de yaşanan vahşet karşısında bizim hükümet ilk günlerde dikkat çekici ölçüde sessiz ve sakin bir tavır takınmıştı. 

Bu tavrın birbiriyle bağlantılı iki sebebi vardı. Birincisi, son dönemde Tel Aviv ile ilişkilerin düzeltilmesi yolunda atılan ciddi adımlara zarar gelmesi istenmiyordu. Çünkü belirli bir süreçte izlenen politikalar neticesinde hem bölgemizde hem de dünyada çok fazla yalnız kalmıştık. İsrail bu yalnızlıktan kurtulma yolunda kilit bir rol oynayabilirdi.

İkincisi, akıl dışı politikalar yüzünden ülkede yaşanan ekonomik sıkıntıların üstesinden gelebilmek, bilhassa yerel seçimlere kadar durumu idare edebilmek için ihtiyaç duyulan dış sermaye bu tutumun gösterilmesinde rol oynuyordu. Çünkü yine son zamanlarda aramızı düzelttiğimiz Suudi Arabistan ve BAE en önemli finansal destekçimiz haline gelmişti ve yine son zamanlarda İsrail ile aleni bir yakınlaşma içine giren bu ülkeler Hamas’ın baş düşmanıydı. (Öyle ki Gazze’de yaşananlar söz konusu Arap monarşilerinin İsrail ile yakınlaşma politikasına halihazırda halel getirmedi.) 

İşte bu iki sebep yüzünden Gazze’deki kanlı savaşın ilk haftalarında AK Parti epeyce sessiz kaldı. İlk mitingleri muhalefet partileri düzenledi. Kamuoyundaki öfke hükümeti pek etkilememiş görünüyordu.

Sonra konu MHP lideri Bahçeli’nin ısrarlı çabasıyla nihayet iktidarın gündemine geldi. Toplumdaki hassasiyetlerin karşılıksız bırakılması siyaseten vahim bir yanlış olurdu zaten. 

Bu sefer herkesten daha ileri mesajlar verilmeye başlandı. Hamas terör örgütü değildir, mücahitler topluluğudur gibi açıklamalar yapıldı. Alelacele bir miting düzenlendi. Ancak somut bir adam atılmadı.

Büyükelçimiz “istişarelerde bulunmak üzere” çağrıldı. Yani diplomatik ilişkiler bile dondurulmadı. Bu ülkeye demir-çelik, petrol, gıda, çimento gibi stratejik ürünlerin ihracatı da devam etti. Hatta bazı kritik kalemlerin satışında artış kaydedildi. Ama hamaset ve kuru gürültü de en yüksek perdeden devam etti. Hâlâ devam ediyor. Muhtemelen yarın da devam edecek.

***

Ancak burada asıl problem hükümetin eylemiyle söylemi arasındaki tutarsızlık değil. Hükümetin bu konudaki tutarsızlığının koskoca bir camianın tutarsızlığına dönüşmesi asıl problem.

Bütün her şeye rağmen İsrail ile ticari ve diplomatik ilişkilerin sürdürülmesi hükümet açısından vazgeçilmez olabilir. Bir yandan kuru sıkı hamaset devam ederken öbür taraftan durumu idare etmeye çalışmak zorunlu bir tercih kabul edilebilir. Ne var ki herkesin bu konuda hükümetle aynı hizaya geçmesi gerekir mi? Neyin doğru, neyin yanlış olduğuna kendi aklımızla ve vicdanımızla mı karar vermemiz gerekir yoksa hükümet neylerse güzel eyler diye oturup beklememiz mi?

Kaldı ki hükümetlerin tutumlarını belirleyen yalnızca soyut politika hesapları değildir, aynı zamanda kendi toplumlarının arzu ve talepleridir. Siz hükümetinize “Her ne yapıyorsan güzel yapıyorsun, sana sözüm yok” diye her konuda açık çek veriyorsanız hükümetiniz de sizin belirli konulardaki beklentilerinizi önemsemez.

İktidar partisi tabanının ciddi bir kısmı bu durumda. Olup bitenden rahatsızlar ama bundan hükümeti sorumlu tutmak da istemiyorlar. Hükümetin sorumlu olduğunu biliyorlar ama hükümete söz söylemeye yanaşmıyorlar.

Gazze konusunda hassaslar ama hükümete zarar vermeyecek kadar hassaslar. Din kardeşlerimizin uğradığı zulme Müslüman olarak isyan ediyorlar. Ama hükümeti zor durumda bırakmayacak kadar bir Müslümanlık bu da. Sınırlı sorumlu bir Müslümanlık… 

“Hükümet Müslümanlığı” ve “İktidar Müslümanlığı” tabirlerini kullandım bu kesimin iki arada kalmışlığını anlatmak için… Aslında iki arada kalmışlık da yok. Önce iktidarımızın selameti. Ahlak, vicdan, din ne söylüyor bize, daha sonra bakarız onlara…

Yeter ki iktidarımıza bir şey olmasın, gerisi bir şekilde hallolur…

Bu duygu içinde İsrail’e giden gemileri görmüyorlar, görmek istemiyorlar. Siyonist rejimle ilgisi bile kuşkulu bazı firmaların ürünlerini boykot etmeyenleri ise hain kabul ediyorlar.

Çünkü siyasi angajmanlarımız aklımızın da vicdanımızın da dinimizin de önünde. 

***

Bu tuhaf ve aslında irrasyonel tutumun kaynağı ise toplumsal yapımız. Millet olamamış veya millet olma özelliğini kaybetmiş bir kalabalık olmamız. Diyeceksiniz ki millet olmayla ne ilgisi var bu sorunun? Bir tek onunla ilgisi var. Bu konuda çok fazla yazdım. Onun için, izin verirseniz, hatırlatma kabilinden olmak üzere o yazıların birinden kısa bir alıntı yapacağım:

“Burada aidiyetimiz geniş millet kimliğine değildir, küçük grup kimliklerinedir. Ancak aşiretimizin, cemaatimizin, partimizin vs. üyesi olmakla bir sosyal kimlik ediniriz. Bizim aşiretimizden, bizim cemaatimizden, bizim partimizden vs. olmayanlara güvenmeyiz. Hatta güvensizliğin iyice yükseldiği şartlarda bu ‘yabancı’ları ‘düşman’ olarak görürüz.

Bizim gibi ülkelerde güç ve zenginliğin yegâne dağıtım merkezi olan devletin “bunlar” tarafından ele geçirilmesini istemeyiz. Zaten devlet, bizim olmadığına göre, ele geçirilecek bir kaledir. Onlar ele geçireceğine bizimkiler ele geçirsin dediğimiz güç kaynağıdır.

Türk toplumunun ciddi bölümü için siyasetin anlamı da budur. İşte bu yüzden kurumların iyi yönetilmesi değil, ‘bizimkiler’ tarafından yönetiliyor olması tercih edilir. Ülkemizde seçime katılma oranlarının Avrupa toplumlarından daha yüksek olması da demokrasi tutkumuzdan değil, ‘aman, sonra onlar gelir’ korkusundandır.”

Bugün karşımızda duran “Önce iktidarımızın selameti” yaklaşımının sebebi de bence bu.