Trump’ın hukuka, demokratik değerlere ve topyekun Avrupa’ya karşı başlattığı çılgın savaşın ABD-Avrupa arasındaki kırılmayı giderek derinleştirdiği yeni bir gerçeklikle karşı karşıyayız.
21. yüzyılda orman kanunlarını uygulamaya kalkan bu yeni diktatörün çılgınlıkları nereye kadar sürecek ya da insanlığı nasıl bir dünyaya mahkum edecek bilmiyoruz. Ama bildiğimiz bir şey var ki, hepimizi tarifi imkansız bir cehennem bekliyor.
Kim bilir belki de ‘bir musibet, bin nasihatten evladır’ özdeyişi, demokratik dünyayı harekete geçirerek hayırlı sonuçlara vesile olur. Bu konuda özellikle Avrupa’nın yeni bir uyanışa ihtiyacı olduğu kesin. Nitekim Avrupa’nın gerçeği görmesi gerektiğini söyleyenlerin sesi giderek yükseliyor.
Avrupa’nın acilen silahlanması gerektiğini söyleyen AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in şu sözleri tehlikenin ciddiyetini ortaya koyuyor: “Büyük bir hızla vites yükseltmemiz gerekiyor. Avrupa’nın güvenliği tehlikede.”
Eğer tehlike görmezden gelinmeye devam edilirse, iki dünya savaşının acılarını yaşamış bir Avrupa’nın uzun mücadeleler sonucunda elde ettiği hukuk, demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerle ilgili kazanımları berhava olur ki bu insanlık için büyük bir kayıp olur. Bunca tecrübeden sonra despotların hakim olduğu bir dünyada yaşamayı herhalde hiçbir Avrupalı istemeyecektir.
Dileyelim de Trump çılgınlığına karşı son günlerde Avrupa’da ortaya çıkan toparlanma arayışları, yeni imkanların kapılarını aralasın.
Politik anlamda AB ülkelerinde yeni bir paradigma değişikliğinin konuşulduğu şu günlerde acaba Türkiye için de yeni imkan kapıları açılabilir mi?
Malum Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan epey bir süredir “AB üyeliği stratejik hedefimiz olmaya devam ediyor” söylemini dillendiriyor. Gerçi özellikle ‘dış güçler’e meydan okuduğu 2017 yılında “Avrupa Birliği’ne ihtiyacımız kalmamıştır” şeklindeki sert mesajlarıyla başka bir istikamete işaret etmişti ama...
Neyse şimdi artık başka bir rüzgar esiyor ve yeniden ‘tam üyelik’ hayalleri kuruyoruz. Ama bu yeni hayalimizin gerçekçi olup olmadığı biraz tartışmalı.
Zira bu kez çok daha büyük bir hedefimiz var, Avrupa’yı kurtarmak! Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şubat ayında yaptığı bir konuşmadaki şu sözleri bu açıdan önemli: “AB’yi ekonomiden savunmaya, siyasetten uluslararası itibarına, içine düştüğü çıkmazdan sadece Türkiye kurtarabilir, Türkiye’nin birliğe tam üyeliği kurtarabilir.”
En son Polonya Başbakanı Tusk’la yaptığı ortak basın toplantısındaki Erdoğan’ın şu sözlerini duyunca, sanki AB bizi almak için can atıyormuş da biz ağırdan alıyormuşuz gibi bir duyguya kapıldım: “AB güç ve irtifa kaybının önüne geçmek istiyorsa bunu ancak Türkiye’nin tam üyeliği ile başarabilir.”
Doğrusu, dünyamızın despotik rüyalar gördüğü şu günlerde AB’nin bizi tam üye yapmak için yalvarmasının hayalini kurmak bile güzel, her ne kadar gerçek olmasa da...
Evet Avrupa’nın Trump’la başı dertte, ekonomik ve siyasal anlamda bir çıkış arıyor. Bu açıdan Türkiye’nin Avrupa Birliği içinde olması, yeni güç oluşumu açısından önemli bir adım olur.
Ama bu Avrupa değerlerini, demokrasiyi, hukuku, özgürlükleri, insan haklarını unutalım ve Türkiye’ye kucak açalım anlamına gelmiyor.
Çünkü şu anda Ankara’nın yeni AB hayalinin özeti şu: Avrupa’nın bize ihtiyacı var, bu yüzden bizim ‘alaturka vesayet rejimimizi’, hukuksuzluklarımızı, fikir özgürlüğüne, basın özgürlüğüne tahammülsüzlüğümüzü görmezden gelsin ve bizi tam üye yapsın!
Maalesef Ankara’nın bu hayalci yaklaşımı, özellikle AK parti tabanında hayali de aşan garip bir rüzgar estiriyor. Üç gün önce Mustafa Kemalpaşa’da öğretmen, avukat ve farklı iş insanlarının da olduğu sohbet ortamında bir öğretmenin sözleri beni dehşete düşürdü. O sözler aynen şöyle: “İşte şimdi Avrupa’yı kıstırdık. ‘Reis’e gelip yalvaracaklar, gelin sizi AB’ye alalım, bizi kurtarın.” Vahim olan şu ki bu öğretmen, Sezai Karakoç başta olmak üzere İslamcı kesimin entelektüellerinin eserlerini okumuş birisi. Herhalde mahalle kahvesinde bile böylesine akıl ve mantık dışı konuşmalar yapılmaz.
Eğer okumuş-yazmışlarımız bu haldeyse, bu memleket gerçekten umutsuz vaka demektir.