Bu, 4 Mart tarihli, “Laik-seküler muhalefet için nihilizm köprüsünden önceki son çıkış: İstanbul seçimi” başlıklı yazımın ikinci ve son bölümü. Araya bir başka yazı girdiği için ilk yazıda ne anlattığımı kısaca özetleyerek başlayacağım…
İlk bölümde başta CHP tabanı olmak üzere Türkiye’de siyasi muhalefetin, AK Parti’nin uzun iktidar dönemini -arada umutlandığı anlar olsa da- giderek koyulaşan, zaman zaman nihilizm boyutlarına varan bir umutsuzluk duygusunun eşliğinde yaşadığını hatırlatmış, ardından da muhalefetin umutla (tâli) umutsuzluk (esas) arasında gidip gelen bu gelmeli-gitmeli depresyon tarihini en başından itibaren tarih tarih aktarmıştım. Ve nihayet, bu tarihin özel bir noktasında olduğumuzu, İstanbul seçiminin kaybedilmesi durumunda mevcut depresif ruh halinin belirsiz bir dönem için kalıcı hale geleceğini öne sürmüştüm. Şu cümlelerle:
“Sürecin en umutlu ânı olan 14-28 Mayıs seçimlerindeki ağır travmayı da hesaba katarsak, geldiğimiz noktada bu nihilizmin belirsiz bir süre boyunca kalıcı hale gelmesini önleyecek tek bir imkân kalmış görünüyor: İstanbul’un kazanılması… Hal böyleyken, Kılıçdaroğlu ve etrafının muhtemel bir 31 Mart yenilgisi üzerine hesap yapmaları akıl almaz görünüyor.”
Sondaki Kılıçdaroğlu’lu cümlenin okumakta olduğunuz bu ikinci bölümün konusunu oluşturacağını söylemiştim ama oraya gelmeden önce birinci bölümde dile getirdiğim “köprüden önce son çıkış” iddiası üzerine birkaç şey daha konuşmak istiyorum.
Sera Kadıgil: “Müşahit bulmakta zorlanıyoruz, benden bu kadar deniyor”
Birkaç gün önce Sözcü TV’de TİP milletvekili Sera Kadıgil’le yapılmış özel bir söyleşiye rastladım. Seçmenlerin morali bahsi açıldığında Kadıgil konumuz açısından çok önemli bulduğum bir gözlemini aktardı:
“Sandık müşahitlerine ihtiyacımız var, biz de CHP de arıyoruz fakat insanlar gönülsüz, ‘ben artık umudumu yitirdim, sandığa da gitmemeyi düşünüyorum’ diyorlar…”
Kadıgil bu gözleminden sonra haklı olarak “hiçbirimizin umutsuz olma hakkı yok” diye de ekledi.
Böyle bir şeye hiçbir zaman rastlanmamıştı. Rejimi değiştiren 2018 Cumhurbaşkanlığı seçiminden bir yıl sonra yapılan yerel seçimlerde muhalif siyasi partiler adına sandık müşahidi olmak için yapılan müracaatların çokluğu hepimizin hafızasında… Aynı şey 14-28 Mayıs 2023 seçimlerinde de olmuştu.
Bu gözlem, benim ilk bölümde dile getirdiğim ‘son damla’ metaforunun retorikten ibaret olmadığını gösteriyor. (“Yıllar içinde umutla umutsuzluk arasında gidip gelen bir toplumsal kesim, üst üste binen umutsuzluk dalgaları karşısında depresif bir ruh haline girebilir. Ve birikimli umutsuzluğun bir aşamasında zuhur eden bir ‘son damla’yla da ne kadar süreceği bilinemeyecek bir dönem için oyundan çekilebilir.”)
Kılıçdaroğlu’nun 29 Mart’tan çok 1 Nisan’ı düşündüğüne dair beliren alametler…
CHP’nin eski genel başkanı ve cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun 31 Mart seçimleri karşısındaki pozisyonu ne? Bazılarının iddia ettiği gibi seçimde İstanbul’un kaybedilmesinin üzerinden yeniden parti genel başkanı olmak ya da kendisine sadık birini başkanlığa getirmek için seçimi İmamoğlu aleyhine sabote etme çabası içinde mi?
En son Afyon belediye başkan adayı Burcu Köksal’ın “DEM’lileri belediyeden içeri sokmayacağını” duyurmasının ardından bu iddia sahipleri seslerini daha açık ve gür bir sesle duyurmaya başladı: Burcu Köksal’ı öyle konuşması için Kemal Kılıçdaroğlu yönlendirmişti. Amaç, İstanbul’da İmamoğlu’na oy verme eğiliminde olan Kürt seçmenleri bu tercihlerinden vazgeçirmekti.
Kılıçdaroğlu, bu iddia sahiplerini isimlerini de anarak ‘alçaklıkla’ suçladı. Doğrusu ben böyle bir şeyin gerçekleşmiş olmasına hiç ihtimal vermiyorum. Fakat tavır başka arzu başka. Kılıçdaroğlu’nun ve onunla birlikte hareket eden grupların İstanbul mağlubiyetine üzüleceklerini hiç sanmıyorum, Kılıçdaroğlu’nun Türkiye gazetesinden Fatih Atik’e verdiği “Seçimlerde başarısız olunursa bu tartışılır” demeci de bunu gösteren bir lapsus gibi geliyor bana (Lapsus: Beynin gizlemeye çalıştığını dilin fâş etmesi.)
Büyük toplumsal amaçlar peşinde koşan insanların bu yolda kendi insani hırslarından arındıklarını ya da hiç değilse insani hırslarını, taşıyıcısı oldukları büyük amaçların önüne koymayacaklarını düşünme eğilimindeyiz. Oysa öyle değil. Takımıyla özdeşleşmiş, gerçekten de onu çok sevmiş bir futbol takımının teknik direktörün, hak etmediğini düşündüğü bir tarzla takımından kovulmuş olduğunu ve hemen sonra takımının bir hayat memat mücadelesine çıktığını düşünün. Sizce hangi ihtimal daha güçlüdür: Takımın yenmesini mi yenilmesini mi ister? Tabii iki ihtimal de mümkün, ama bu soruya verilecek en yanlış cevap şudur: “Yok canım, adam ömrünü vermiş bu takıma, yenilmesini ister mi hiç?”
Peki CHP içindeki birkaç hizbe bölündüğü anlaşılan muhalefetin İstanbul mağlubiyetine umut bağlamasını ya da en azından böyle bir ihtimali umursamamasını “Erdoğan’a çalışan bir odağın” buyruğundan çıkamamaya, o odağın dayattığı bir mecburiyete bağlayan görüşlere ne diyeceğiz?
Bu görüş, malum, sadece Kılıçdaroğlu ve CHP içi muhalefet için değil, mesela Akşener ve İYİ Parti için de, DEM Partisi için de, Gelecek, DEVA vb. partiler için de dile getiriliyor. Bu görüşe göre, taa 2014’teki “Ekmek için Ekmeleddin”den bu yana muhalefetin yaptığı akıl almaz gibi görünen bütün ‘hatalar’ aslında hata falan değil, mezkûr ‘odağın’ kurduğu oyunun mecburiyetlerinin sonucu.
Buna cevabımı ilk bölümde söylemiştim: “’Gizli odak’lara falan hiç gerek yok, olan biteni açıklayabilmek için siyasetçilerin zaaflara ve hırslara sahip insanlar olduğunu bilmek yeter.”
Belki de tümüyle haksızlık ediyoruz, belki Kılıçdaroğlu da onu destekleyenler de İmamoğlu’nun İstanbul’u almasını samimiyetle istiyorlardır. Fakat CHP içi muhalefetin arzusu hakikaten İmamoğlu’nun kaybetmesi, hedefi de bu mağlubiyetin üzerine kendi parti iktidarlarını inşa etmek ise şunu bilmeliler: Bu mağlubiyet kendilerinin Pirus galibiyeti olacaktır, çünkü geriye baktıklarında bütün umudunu kaybetmiş, ruhu pörsümüş bir ordu bulacaklardır. Böyle bir orduyla hiçbir yere gidilemeyeceğini anladıklarında da çok geç olacaktır.
Çok yaygın olmasa da bu tartışma çerçevesinde dile getirilen bir görüş daha var. Bu görüşe göre İmamoğlu ‘sahte’ bir umut ve bu yönüyle ‘gerçek’ bir umudun doğmasının önündeki bir engel, dolayısıyla desteği kesinlikle hak etmiyor.
Bir duygu olarak umudun var kalmaya davam etmesi, geleceğe dair ona yüklediğimiz olumlu anlamların bir garantisi olmasa da önemlidir. Mevcut gerçeklik içinden üretilmiş bir umudu, barındırdığı soru işaretleri ve problemler nedeniyle ‘sahte’ diye niteleyip nur topu gibi bir umuda ebelik edeceği beklentisiyle bir umutsuzluk dönemini ehven-i şer bulmak siyaset değil. İmamoğlu, mevcut koşullarda bir duygu olarak umudun var kalmaya davam etmesinin biricik imkânı; sonrasına bakılır.