Bu AK Parti’nin İstanbul’u geri alması çok ama çok zora benziyor

Recep Tayyip Erdoğan için İstanbul’un ne kadar önemli olduğunu biliyoruz ve aklımıza ilk olarak onun Mart 1994’te Refah Partisi’nden (RP) İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilmesi gelir. Fakat, onun öncesi de var: Erdoğan’ın belediye başkanlığını kazanmasında onun uzun süre RP İstanbul İl Başkanı olması kilit bir rol oynamıştır. Yenilikçi hareketin tohumları burada atıldı; belediyenin, daha sonra da AKP hükümetlerinin önemli isimleri, bürokratları, bakanları burada yetişti.

Bu nedenle Erdoğan, 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde İstanbul’u 25 yıl sonra kaybedince ilk fırsatta AKP İstanbul il örgütünü yeniledi. İl başkanlığı için, yıllarını Milli Gençlik Vakfı’nda geçirmiş, ayrışmada Saadet Partisi’ni tercih etmiş Osman Nuri Kabaktepe’yi ikna etti. Fakat yine olmadı. Her ne kadar 2023’te milletvekili seçimlerinde AKP yüzde 36 oyla birinci parti çıksa da cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda Kemal Kılıçdaroğlu, Erdoğan’a yaklaşık 2 puan fark attı. Ama en büyük hezimet 31 Mart 2024 yerel seçimlerinde yaşandı: CHP adayı Ekrem İmamoğlu oyların yüzde 51.14’ünü alırken AKP adayı Murat Kurum yüzde 39.59’da kaldı.

Doğal olarak Erdoğan bir kez daha İstanbul örgütüne el atmak durumunda kaldı. Aslında Erdoğan’ın sadece İstanbul değil tüm ülke genelinde AKP örgütlenmesinde bir seferberlik hali ilan ettiğini görüyoruz. İl kongrelerinin çoğuna bizzat katılan Erdoğan, yerel seçimlerin iyice açığa çıkardığı krizi köklü bir şekilde çözmek istiyor.

AK Parti’nin İstanbul’u geri alması zor

Peki başarabilir mi? Cuma günü Zeytinburnu Basketbol Gelişim Merkezi’nde yapılan İstanbul 8. Olağan Kongresi’ni izlemiş bir gazeteci olarak bu soruya, “Çok ama çok zor,” cevabını verebilirim. Bunun birçok nedeni var. Bazılarını notlar şeklinde aktarmak istiyorum.

Seferberlik hali yoktu

AKP yöneticileri saat 15’teki Kongre’ye mümkün olduğunca erken gelmemiz için bizi uyardılar. Medyascope’tan arkadaşım Göksel Göksu’yla birlikte daha önceki izdiham yaşanan kongreleri bildiğimiz için uyarıyı ciddiye aldık ve hiç de beklediğimiz gibi bir manzarayla karşılaşmadık. Evet hafta içiydi, hava kötüydü vs. ama söz konusu olan “devlet partisi”ydi. Yeniden kazanılmak için her şeyin yapılacağı İstanbul söz konusuydu ve Erdoğan gelip konuşacaktı. Saat 15 olduğunda salon dolmamıştı; delegelerin dörtte biri bile yerlerini almamıştı. Nitekim, Kongre saat 16’da başlayabildi.

Rekabet olmayınca…

Eskiden Abdi İpekçi Spor Salonu adını taşıyan aynı yerde 14 Kasım 1999’da Fazilet Partisi’nin İstanbul İl Kongresi’ni izlemiştim. Gelenekçilerin adayı Numan Kurtulmuş’un karşısına yenilikçiler Mehmet Müezzinoğlu’nu çıkartmışlardı. Çok gergin ama dinamik bir kongreydi ve Kurtulmuş kazandı. On yıl sonra aynı yerde bu kez AKP İstanbul İl Kongresi’nde yeniden aday olan İl Başkanı Aziz Babuşçu’nun karşısına, bütün engelleme çabalarına rağmen Metin Külünk aday olmuş ama kaybetmişti. O günden bugüne Erdoğan tarafından belirlenen kişi aday oluyor ve kazanıyor. Bu durum da kongrelere ilgiyi doğal olarak azaltıyor. Bu sefer de Kabaktepe’nin yerine Bağcılar Belediye Başkanı Abdullah Özdemir “atandı” ve delegeler de bu atamayı oyladılar.

“Yerli ve milli nomenklatura”

RP, FP ve AKP’nin ilk yıllarında izlediğim kongrelerde sıradan partililerle parti yöneticileri/delegeleri arasında belirgin farklılar gözlemek zordu. Her şeyden önce, he rne kadar salona giriş/çıkışları, oturma yerleri ayrı olsa da içiçeydiler. Fakat önceki gün tam bir kopukluk söz konusuydu. Kılık kıyafetlerinden kimin yönetici/delege, kimin sıradan partili olduğunu anlamak kolaydı. Zaten alınan olağanüstü güvenlik önlemleri sadece Erdoğan’ı değil, bu parti yöneticilerini de ulaşılamaz kılıyordu. İlginç olan“aşağıdakiler” yani delegeler/yöneticiler ile “yukarıdakiler” yani sıradan partililerin bu durumu kanıksamış olmasıydı.

Bu kongre bana Ahmet İnsel’in “Yerli ve milli nomenklatura” yazısını hatırlattı. İnsel, “Sovyetler Birliği’nde nomenklatura, parti devletinin elitini ifade eder ve bu nomenklaturanın elinde partinin sahip olduğu güç dışında başka hiçbir güç yoktur,” diye açıklıyor. Başkanlık sistemiyle birlikte iyice “parti devleti”ne dönüşen Türkiye’de AKP yöneticilerini “nomenklatura” olarak tanımlamak hiç de yanlış olmayacaktır. Bu da bize devletleşen partinin toplumla bağını kopardığı ve parti olmaktan çıktığı gerçeğini bir kez daha hatırlatıyor.

Verenler yerine alanlar

Milli Görüş partileri ve AKP’nin ilk yıllarında taban ile tavan arasındaki bağlar çok kuvvetliydi, geçişkenlik söz konusuydu. Çünkü, hemen herkes bir “dava” etrafında bir araya gelmişti. Davanın başarısı için zamanından, enerjisinden, parasından fedakârlık ediyordu partililer. Kısacası gönül verdikleri davaya ellerinden geleni veriyorlardı. Ama AKP’nin iktidarı güçlendikçe ve dava iyice geri planda kaldıkça insanlar partiye bir şey vermekten ziyade ondan bir şey(ler) almaya başladılar. Özellikle, belediyelerin bu noktada çok kritik rol oynadığını biliyoruz. Fakat ülke çapında yaşanan ekonomik kriz, ama daha önemlisi kritik bazı belediyelerin muhalefete kaptırılmasıyla birlikte bu saadet zincir çok kötü bir şekilde koptu. Artık eskisi gibi “alamayan” partililer eskiden çok da umursamadıkları parti nomenklaturasının “yiyiciliği”nden rahatsız olmaya, partiyle aralarına mesafe koymaya başladılar. 

Aile şirketi

AKP’nin “devlet partisi” olması dışında bir de “aile şirketi” olduğu gerçeğiyle son İstanbul kongresinde bir kez daha yüzleştik. Alın size Büyük Kongre delege asil üye adaylarından bazıları: Emine Erdoğan, Bilal Erdoğan, Sadık Albayrak, Mustafa Erdoğan, Berat Albayrak, Serhat Albayrak…

Bir tek Erdoğan

Ruşen Çakır yazdı: Bu AK Parti’nin İstanbul’u geri alması çok ama çok zora benziyor

Ruşen Çakır yazdı: Bu AK Parti’nin İstanbul’u geri alması çok ama çok zora benziyor

Şimdi söyleyeceklerime, “Bunları zaten biliyoruz,” diyebilirsiniz, ancak yerinde izlediğim her AKP toplantısında bu partinin Erdoğan’la başlayıp Erdoğan’la bittiğine çok daha güçlü bir şekilde tanık oluyorum. Ondan önce—tabii ki kısa—konuşma yapan her partili, mevkisi ne olursa olsun söze onunla başlayıp konuşmasını onunla bitiriyor. “Biz” diye konuşan yegane isim Erdoğan, ama o da başka partilerin ismini neredeyse hiç anmıyor. “RP döneminde de böyleydi,” diyenler yanılır. Zira Necmettin Erbakan mesela “Milli Görüş” ve “adil düzen” ile birlikte anılırdı. AKP’deyse ne bir “dava” kalmış ne de herhangi bir “vizyon”. Erdoğan’dan sonra bu partinin nasıl yola devam edeceğinin işaretleri ortada yok.

İmamoğlu faktörü

Kongre’de, tabii ki, en önemli bölüm Erdoğan’ın konuşmasıydı. Erdoğan, konuşmasının bir yerinde, “Gelirken billboardlar gördüm… Neymiş İstanbul’u konutlarla donatmışlar. Bizim 23 yılda yapamadığımızı onlar 5 yılda yapmışlar. Gördünüz mü? Var mı konutlar? Eyyy Ekrem efendi! Sen bunları ispat et, bak bakalım Erdoğan ne yapıyor. Bizim icraatımızın ulaştığı yere senin hayallerin bile ulaşamaz Ekrem!” dedi. Kulaklarıma inanamadım. Öyle ki, yakınımdaki bir meslektaşıma “Ekrem mi dedi?” diye sordum. 

Kulaklarıma inanamadım çünkü bu sözler bana göre Erdoğan’ın İmamoğlu’nu rakibi olarak gördüğünün ve hatta ondan çekindiğinin ifadesiydi. Yerel seçim sonrası böyle bir çıkıştan ısrarla kaçınmış, bunun yerine CHP içi kavgaları kışkırtarak ve mahkemeleri cesaretlendirerek İmamoğlu’nu yıpratmaya çalışmıştı. İmamoğlu ise ısrarla doğrudan Erdoğan’ı hedef almıştı. Nihayet Erdoğan mindere geldi, ya da en azından gelir gibi oldu.

Son olarak bir hatırlatma:  Erdoğan İmamoğlu’nun adını en son 24 Mart 2024’te İstanbul’daki yerel seçim mitinginde, “Bay Ekrem…” diye anmış; bir hafta sonra İmamoğlu rekor bir farkla yeniden İstanbul Belediye Başkanı seçilmişti.