Demokrasimiz turp gibi maşallah

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu pazartesi günü İBB Saraçhane binasında basın mensuplarına ‘turbun büyüğü’ adını verdiği bir basın açıklaması yaptı. Ben de oradaydım.

Basın toplantısı daha bitmeden, toplantıda yaptığı açıklamalardan dolayı kendisine karşı soruşturma başlatıldı.

Belli ki TCK 277 (Yargı Görevi Yapanı, Bilirkişiyi veya Tanığı Etkilemeye Teşebbüs Suçu) üzerinden ilerleyecekler.

2022’den bu yana İstanbul Büyükşehir Belediyesi şirketleriyle ilgili yürütülen 10 soruşturma oldu. Dosyaların her biri hakkında gizlilik kararı var.

Yakın zamanda da Esenyurt Belediyesi Başkanı Ahmet Özer ve Beşiktaş Belediye Başkanı Roza Polat tutuklanmıştı.

İmamoğlu şahsı ya da büyükşehir belediyesi üzerinden birçok soruşturma ya da davaya muhatap olmuş durumda. Kendisinin yargı sopasıyla korkutulmak istendiği, bastırılmaya çalışıldığına dair yaygın bir kanaat de var. Herkesin bildiği sır gibi bir durum bu.

Nitekim İmamoğlu da geçtiğimiz haftalarda tablonun farkında olduğunu yaptığı bir salvo ile ortaya koydu: “Hedefiniz İBB'ye ve bana ulaşmaksa, benim yol arkadaşlarıma ve ailelerine çile çektirmenize gerek yok. Siyasi yasak davam orada, madem hedefiniz benim, mert olun, benim cezamı onayın” demişti.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ise beklenmedik açıklıkta bir ifade kullanarak kamuoyundaki kanaati doğrulayan bir şey söyledi: “Turpların büyüğü heybede”

İşte Pazartesi günü İmamoğlu’nun yaptığı ‘turbun büyüğü’ başlıklı toplantının arka planı bu.

İmamoğlu kendilerine karşı açılan her davada, geçmişte fon saymanlığı da yapmış, kooperatif davalarında uzmanlığı olan bir muhasebecinin (SB) bilirkişi olarak atandığını, bu kişinin hep olumsuz dahası hukuka dayanmayan ve iktidarın istediği yönde raporlar yazdığını, bu durumun da yargının siyaset tarafından araçsallaştırıldığını gösterdiğini anlattı. İddiasını iddianame ve eklerinin içerikleri ve davaların seyri arasında bağlantılar kurarak aktardı.

Yargı bağımsızlığının geldiği nokta üzerinden Adalet Bakanı’nı gereğini yapmaya davet etti. “Ama İstanbul’a gücünün yetmeyeceğini" düşündüğünü de söyleyerek adalet mekanizmasının İstanbul ayağında var olan özel bir yapılanmadan bahsetti.

Elbette İstanbul’da 8606 bilirkişi varsa, bunun 1891’inin alanı da İmamoğlu’nun bahsettiği SB isimli şahısla aynıysa ama ısrarla İBB ve diğer CHP’li belediyelere karşı yürütülen davalarda hep aynı bilirkişiden rapor yazılması istenmişse ve o kişinin de raporları hep aleyhte ise bu dikkat çekicidir ve her tür şüpheye açık bir durum oluşur.

Görüşlerine başvurduğum hukukçuların bir kısmı Ekrem Bey’in iddiasına katıldı. Diğer bazıları ise bu tür davalar için İstanbul’da atanabilecek bilirkişi sayısı 1891 değil, 6 kişi olduğunu belirtti.

Şöyle ki , Adalet Bakanlığının sitesinde bilirkişileri uzman oldukları alanların kodları ile beraber içeren bir liste var. Bir soruşturma söz konusu olduğunda bilirkişiler bu listeden atanıyor. Genel muhasebe ya da yönetim muhasebesi alanından bilirkişi aratırsanız çok fazla sayıda bilirkişi olduğunu görüyorsunuz gerçekten. Ancak 62.14 koduyla, yani ‘Kamu ihale mevzuatından kaynaklı nitelikli hesaplama’ alanıyla ilgili arama yaparsanız bu alanda uzman çok fazla kişi yok, 6 kişi var. İstanbul’daki CHP’li belediyelere açılan davalar ya da İBB’ye bağlı şirketlerle ilgili soruşturma ve dosyalar da genellikle ihaleye fesat vb gibi iddialarla yürütülüyor olduğundan ilk aranan uzmanlık alanı kamu ihale mevzuatından kaynaklı nitelikli hesaplama oluyor ve o alanda da söylenen, az sayıda bilirkişi olduğu. Eğer bu hukukçuların söylediklerini doğru kabul edersek açıklamanın odak noktasındaki turbun o kadar da büyük olmadığı sonucuna varabiliriz.

Ancak hukuk devletimiz ya da demokrasimiz turp gibi maşallah sonucuna varabilir miyiz ondan emin değilim.

Demokrasisi ve yargısı ‘turp gibi’ olan bir ülkede kimse bir basın toplantısında bir büyükşehir belediye başkanına “Sizin de kapınıza gelirler mi? Böyle bir endişeniz var mı?” diye sormaz. Sorsa da yadırganır. Ama burada bu dönemde kimse yadırgamıyor ve bu nereden baksanız hazin bir durum.

Haa ama bakın o kadar hazin olmayabilirdi.

Benzeri iddialar benzeri ithamlar benzeri soruşturmalar Cumhur İttifakı'na mensup partilerin kazandığı belediyeler hakkında ya da en azından yolsuzluk yaptığı konusunda kuvvetli şüpheler olan bürokratlar hakkında da olsaydı…

Ama olmadığını hepimiz biliyoruz. Hakkında yüz milyonlarca TL’lik yolsuzluk iddiası bulunan Yunus Emre Enstitüsü Başkanı’nın nereye kaçtığını bildiğimiz gibi.

Sahi neden hala kaçtığı o yerde bu kişi? Devletin devasa imkanlarıyla dahi yakalanıp getirilemiyor mu mesela ? Jet hızıyla yargı karşısına çıkarılabilse iyi olmaz mıydı? Üstelik ‘seçilmiş’ de değil, sadece ‘atanmış’ birinden bahsediyoruz.

Savcılık soruşturmanın genişletilmesi için Masak raporunu bekliyordu en son. Ancak hafızamızda, Enstitünün başka iki çalışanının da iki yıl önce yurt dışına para kaçırırken yakalandığı ve haklarında işlem yapılmadığı bilgisi var.

O zaman soru şu: Yargının kılıcı muhalefetin sandıktan çıkmış ‘seçilmişlerine’ karşı bu kadar dikkatli ve hızlı iken, muktedirin öyle halkın oylarıyla falan da seçilmemiş, sadece ve sadece atanmış adamlarına ve kadınlarına işlem yapmakta neden bu kadar isteksiz?

Etrafında dolaşılması ve üzerinde düşünülmesi gereken bir turp varsa o da budur.

BÜYÜĞÜ KÜÇÜĞÜ DERKEN TAŞ YİNE GAZETECİLERİN BAŞINA DÜŞTÜ

Konuyu gündeme taşıyan gazeteci Barış Pehlivan, Kürşad Oğuz, Seda Selek, İmamoğlu’nun basın açıklamasında bahsettiği şahısla yapılan bir telefon görüşmesi kaydının muhatap izin vermediği halde yayınlanması sebebiyle gözaltına alındılar. Üç kişi adli kontrol şartıyla salındı ama genel yayın yönetmeni Suat Toktaş tutuklandı.

Yayını izledim, Barış Pehlivan iddialar hakkında muhataba cevap hakkı verme, mümkünse bir röportaj koparma motivasyonuyla hareket ediyor. Ancak TCK 132 diye bir şey var. Yayın haberleşmenin gizliliğini ihlal anlamında sorunlu.

Ancak gazeteciliğin özü yöneticilerin, büyük sermayenin kısaca güçlülerin halkın duymasını istemediği şeyleri haberleştirmesidir. Bu da gazetecileri ortada bırakılmış olanların değil gizlenmiş olanın peşine düşürür ve zaman zaman fazlaca proaktif davranmaya iter.

Hukuk deyince akan sular durur ama konu ulusal güvenlik ve özel hayatın gizliliği olmadığı sürece gazeteciliğin doğası hakkında ne kadar esnek davranacağınız demokrasinin kalitesini belirler. Güçlü ve kaliteli bir demokraside halkın haber alma hakkı değerler hiyerarşisinde piramidin üst sıralarında dururken, tersi durumda bu değer alt sıralara iner.

Diyelim ki demokrasinin azlığıyla övünen bir rejimsiniz. Hadi ona da 'ok'. Davayı açar yargılama yaparsınız.

Ancak medya mensuplarına karşı gerçekleştirilen bu ‘gözaltı uygulamaları’ artık gazeteciyi de es geçip habercilik refleksini cezalandırma ve küçük düşürme noktasına geldi, farkında mısınız?

Bir medya sindirme aracına dönüştü. Asıl mesele bu.

Sırf o yayında moderatör diye Seda Selek’i spor dönüşü üzerini değiştirmesine bile izin vermeden ıslak kıyafetleriyle gözaltına almak, yani bu iştah, bu heves nedir, anlamlandırmak mümkün değil.

Kürşad Oğuz’u da, Suat Toktaş’ı da tanırım. Dikkatli, işini iyi yapmaya çalışan insanlardır.

Suat Toktaş, sahiden bir iletişim kazasına maruz kalmış gibi görünüyor. Öyle olmasa, yani muhatabın kaydın yayınlanmasına ‘izin vermediğini’ bilse o kaydı yayınlamazdı diye düşünüyorum. Nitekim kendi ifadesi de bu yönde olmuş. Tutuklama bir kanunun öngördüğü bir tedbir olduğuna göre tam olarak neye karşı tedbir alınmış olunuyor? Tutuklu yargılama son derece orantısız bir yaklaşım.

Umarım yakında tahliye olur.