Ankara’nın Şam fotoğrafı ve rahatsız olan aktörler!

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın telefon konuşması, MİT Başkanı İbrahim Kalın'ın ilk resmi teması, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan'ın devlet protokolü ile karşılanıp derinlemesine görüşmeler yapması...

61 yıllık Baas Rejimi'nin yıkılması sonrası Suriye'nin özgürlüğüne kavuşması elbette Türkiye'de heyecan dalgası yarattı. Ama duyguların aklın önüne geçtiği bir dönemden söz etmiyoruz. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Suriye'nin yeni yönetimine ihtiyaç duydukları her alanda yardım edilmesi için bakanlarına talimat verdi. Lâkin talebin ve öncelikler listesinin Şam'dan gelmesinin gerekliliğine de işaret etti. Neden? Çünkü Türkiye'nin Suriye'yi yönetmek gibi bir niyeti ve iddiası yok! Ankara toprak bütünlüğünü, siyasi egemenliğini tesis etmiş, farklı etnik ve dini gruplara karşı kapsayıcı yönetim kurmuş, terörden arındırılmış, sığınmacı vatandaşlarını ülkesine kabul ederek yeni yaşam imkânları sunmuş istikrarlı Suriye arzu ediyor, o kadar. Tehdit olmaktan çıkmış bir Suriye ile ilişkiler zaten her alanda gelişme potansiyeli taşıyor.

Türkiye'nin Suriye sahasını boş bırakmayan fakat Suriye'yi tek taraflı domine etmeyi içermeyen yüksek hassasiyeti Arap mahallesinde, AB'de, ABD, Rusya ve İran'da dikkatle izleniyor.

Öncelikle, Körfez'deki kaygılara bir bakalım. Bu ülkeler, "Arap olmayan bir aktör, nasıl olur da bir Arap ülkesinde bu kadar etkili olabildi?" diye soruyor ve "Arap Baharı geri mi geliyor?" kaygısı taşıyor. Elbette bu soru işaretlerinin giderilmesi daha çok Ankara'ya düşüyor. Zira Suriye'nin hızla bir yönetsel düzene ve huzura kavuşması Arap Ligi'nin yakın ilgisini de gerektiriyor.

Batı kamuoyuna gelince...

Yıllarca "cihadist" diye bir kavramın etrafında şartlandırılmış kitlelerin, şu an için şaşkınlık yaşadığı ama gelişmelere kuşkuyla yaklaştığı bir gerçek! Şaşkınlar, karşılarında bir "Taliban bulmadılar." Kuşkulular, yeni yönetimin lideri Ahmet eş Şara'nın neler yapabileceğini bilemiyorlar. Oysa öyle bir aktörle karşı karşıyalar ki... Dersine iyi çalışmış, Suriye'nin sosyolojik gerçeklerine hâkim, yol haritasını çoktan çizmiş bir isimden bahsediyoruz. Öyle ki nüfusu 4 milyona ulaşan İdlib'i 9 yıldır yöneten, çeşitli grupları bir arada tutan ve nüfuz sahasında DEAŞ ve PKK terör örgütlerine geçit vermeyen, asgari kamu hizmetlerini sunmayı başaran, nizam tesis eden bir aktör bu.

ABD'ye de bakacak olursak...

Hâlihazırda Suriye'nin kuzey doğusunda kalıcı olma iddiası sergileyen YPG/PYD unsurlarına hayat alanı açan Amerikalılar, 2. Trump günlerine kadar zaman kazanmaya çalışıyor. Ankara'daki stratejik analizlere göre Pentagon'un iki endişesi var. 1- DEAŞ kampları ve örgütün canlanması ihtimali. Ki Ankara El Hol Kampı'nın yönetimini devralabileceğini, DEAŞ'la her zeminde mücadele edeceğini açık açık duyurmuş bir konumda. 2- PYD/YPG'nin geleceği... Onlar Suriye'deki yeni yönetime biat etmek, silah bırakmak, tehdit olmaktan çıkmak zorunda. Yani, Suriye'deki siyasi sürece katılırlarsa ne alâ, aksi takdirde askeri harekat seçeneği her an masada!

Ve son husus...

Suriye'yi her yönüyle bilen, riskleri öngören Türkiye, "Temkinli bir iyimserlik" içinde. Risk demişken... Bilhassa Batılı ülkelerin altyapı ve maddi destek karşılığında siyasi şartlar ileri sürmesi, yüksek demokrasi standartları talep etmesi, kendisine müzahir gruplara imtiyazlı statü istemesi muhtemel. Veya yenilmişlik psikozuyla İran'ın içeriyi karıştırması göz ardı edilemeyecek bir tecrübe! YPG/PYD'nin, ABD eliyle yeni çatışmalar çıkarması da bir olasılık. İsrail'in işgal ettiği Golan Tepeleri ve eteklerindeki Suriye topraklarında kalıcı olmaya çalışması da ihtimal dâhilinde. Nihayet eş Şara'nın siyasi ve ekonomik baskıları göğüsleyemeyip olağanüstü yönetim modeline yönelmesi riski de tahminler arasında. Bu yüzden Suriye'deki organik milli iradenin tecellisine yardımcı olunurken, Şam'ı ve aklını karıştıracak her türden dış unsura karşı uyanık olmak gerek!