Kürt realitesi, Kürt sorunu realitesi, Kürt siyasi hareketi realitesi

MHP lideri Devlet Bahçeli’nin önce DEM Parti, ardından Abdullah Öcalan “açılımları”yla biraz heyacanlanır ve umutlanır gibi olmuştuk ama önce Esenyurt, ardından Mardin, Batman ve Halfeti, nihayet Tunceli ve Ovacık’ta belediye başkanlarının yerlerine kayyum atanmasıyla heveslerimiz yine kursağımızda kaldı. Baştan beri Bahçeli’nin çıkışlarını bir “tiyatro” gibi görenler açısından herhangi bir sorun yok; onlar “bir kere daha” haklı çıktıklarını düşünüp övünüyorlar. Ama benim gibi hem Bahçeli anlamında hem de kelimenin gerçek anlamında “devlet”in telaşla bir şeyleri artık çözmeye kalkıştığını düşünenler için durum farklı; üzerine durup tartışılmayı gerektiriyor.

Soru aslında çok yalın ve basit: Neden çözemiyoruz?

Aslında cevap da basit gibi: Öncelikle neyi, kimlerle, nasıl çözeceğimizde anlaşamıyoruz.

Bana göre çözüm için başlığa çıkardığım üç realiteyi kabul etmek ve birlikte ele almak gerekiyor: Kürt realitesi, Kürt sorunu realitesi, Kürt siyasi hareketi realitesi.

“Kürtler var, ama Kürt sorunu yok”

Son “süreç”e bakalım: Bahçeli, belki de ilk kez bu kadar net bir şekilde “Kürt realitesi”ni kabul etti. Ekim ayından bu yana yaptığı grup konuşmalarının hiçbirinde o eski, kulak tırmalayan “Kürt kökenli vatandaşlarımız” gibi inkar tanımlamalarına başvurmadı, hepsinde birçok kez “Kürt kardeşlerimiz” dedi.

Fakat birçok kez de “Kürt sorunu yoktur” deme ihtiyacını hissetti. Neden böyle yapıyor? Galiba Kürt sorunu realitesini kabul etmenin, cumhuriyet projesininin önemli bir açıdan başarısız kaldığını kabul etmek anlamına geleceğini, daha önemlisi, bu sorunun çözümü için atılması gereken adımların “milli birlik ve bütünlük”e zarar vereceğini düşünüyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da uzun bir süredir Kürt sorununun varlığını reddettiğini biliyoruz. Fakat o Bahçeli’den farklı olarak bu sorunun bir zamanlar varolduğunu ama kendi iktidarlarında çözüldüğünü savunuyor.

Roller değişiyor

Peki Kürt sorununu çözmeyeceksek neyi çözeceğiz? Bahçeli’ye göre tabii ki “terör” sorununu. Peki nasıl? Erdoğan Brezilya dönüşü uçakta MHP lideriyle hiçbir farklı düşünceleri olmadığını söyleyip şöyle devam etti:

“Eğer Cudi’de, Gabar’da, Tendürek’te, Bestler Deresi’nde biz terörle bir mücadele verdiysek bunun bir anlamı var. Şu anda oralarda görüyorsunuz artık terörün bir esamesi okunmuyor. Bizim şu anda derdimiz, Suriye içerisinde 30 kilometrelik o derinliği hiçbir zaman boşa geçmeyeceğiz. Ve orada da bu mücadelemizi kahraman Mehmetçiklerimizle beraber sürdürüyoruz.”

Görüldüğü gibi Erdoğan, devletin kadim “terörle tavizsiz, kökünü kurutana kadar mücadele” çizgisini iyice içselleştirmiş. Halbuki Bahçeli, PKK’yı yok etmek yerine silah bırakmasını sağlamak gibi kendisinden beklenmedik bir hedef benimsemişti. Bir diğer deyişle PKK ile mücadele konusunda Erdoğan ile Bahçeli son dönemde rolleri değişmişe benziyor. Bu noktada bir kez daha, her iki liderin ısrarla yalanlamasına rağmen aralarında ciddi bakış açısı farkları olduğunda ısrar ediyorum.

“İmralı’ya evet, Kandil’e hayır”

Hiç kuşkusuz Bahçeli’nin yaptığı en çarpıcı çıkış, Kürt sorunu realitesini inkar edip, Kürt siyasi hareketi realitesini kabul etmesidir. Amacı, hesabı, niyeti ne olursa olsun MHP liderinin, Öcalan’ı PKK sorununun çözümü için ana aktör olarak kabul etmesi, yanına DEM Parti’yi de katmasının hak ettiği ilgiyi gördüğünü düşünmüyorum. Bu noktada Kürt siyasi hareketinin, bütün temkinli pozisyon alışlara rağmen daha heyecanlı olduğunun altını çizmek lazım.

Bahçeli’nin ilk stratejik hatası Kürt sorununu yok saymasıysa, ikinci ve belki de daha büyük hatası Kandil’in kayıtsız şartsız Öcalan’a itaat edeceğini düşünmesi ya da umması olmuştur. Nitekim son grup toplantısındaki konuşmasının final paragrafı bir hayal kırıklığının ifadesiydi:

“Buradan bütün Kürt kardeşlerime sesleniyorum: PKK Kürtleri temsil edemez. Şimdi açıkça görüldü ki, bir adım ileri gitmek için yola çıkanları engellemeye çalışanlar vardır. Dün terörist başının yoldaşı olanlar, şimdi Amerika’nın uşağı olmuşlar. Biden’ın üvey evlatlarına, Türk milletinin asil evlatlarını kurban edemeyiz. Buna hakkımız yok. Gelin bir olalım, beraber olalım, hep beraber Türkiye olalım.”

Anlaşıldığı kadarıyla devleti yönetenlerin en azından bir bölümü, PKK’nın Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesinde Ankara’nın istemediği bazı işbirliklerine girmesinden ciddi bir şekilde kaygılanıyor ve bunun için “sorunu kendi aramızda çözelim” diye özetlenebilecek bir yaklaşım benimsiyorlar. Fakat Öcalan ve DEM Parti’yi “biz”in içine alıp Kandil’i ve garip bir şekilde Selahattin Demirtaş’ı “onlar”ın parçası olarak görünce herhangi bir ciddi adım atmak mümkün olamıyor.

Sonuçta an itibariyle umutlu olmak mümkün değil ama karamsarlığa teslim olmak da doğru değil.

Bugün aslında Kemal Kılıçdaroğlu hakkında ne zamandır yazmayı düşündüğüm “o yazı”yı yazacaktım. Fakat kadim dostum Hıdır Göktaş benden önce davrandı.

Hıdır’ın “Tarih Kılıçdaroğlu’nu yaptıkları için değil, yapamadıkları için yargılayacak” başlığı o kadar çarpıcı ki -tabii yazının kendisi de!- Kılıçdaroğlu yazmayı bir müddet ertelemiş durumdayım.