Devlet Bahçeli’nin başlattığı sürece "Devlet terörü bitirdik diyordu, bu gerçek ise neden bu tür bir açılıma gerek duyuluyor?” diyerek itiraz edenler vardı.
TUSAŞ saldırısı, "Devlet terörü tamamen bitirdi, bitti o iş" gibi büyük analizlerin tam olarak öyle olmadığını gösterdi.
Bu konuda en doğru cümlelerden birini geçmişte İlker Başbuğ kurmuştu. “Biz PKK’yı herhalde bugüne kadar sekiz kere bitirmişizdir. Yine bitiririz ama mesele şu çok belli ki askeri çözüme siyasi çözüm de eşlik etmelidir” demişti.
Bahçeli’nin risk alarak Öcalan’ı silah bırakma ve örgütü lağvetme açıklaması yapmaya davet etmesi, siyasi çözüme bir kez daha yaklaşma cesaretinin sahne almaya başladığını ortaya koyuyor.
Ancak bütün emareler gösteriyor ki bu kez siyasi çözüm ‘Kürtlerin kolektif hakları’ veya ‘siyasi hakları’ gibi konu başlıklarının etrafında dönmeyecek.
Türkiye’ye yönelmiş ya da yönelecek silahları susturma, Türküyle Kürdüyle ülkenin güvenliğini sağlama eksenli bir seyir izleniyor.
Çünkü PKK gerek yurt dışındaki uzantıları gerekse içerdeki aparatları ile varlığını devam ettiriyor.
Öte yandan örgüte yakın bazı unsurları içiçe, genel olarak bir siyasi uzantı konumunda olan partiye milyonlarca Kürt oy veriyor.
Kürtlerin ne eksiği varmış? diyerek başlayan ifadelerle "Kürt meselesi yoktur" diye sonuçlanan nutuklarla sürece itiraz edenler her seçim döneminin aynı zamanda yapılmış en hakiki anket olduğunu ve bu soruyu DEM’e oy verenlere, tehdit etmeden, içten bir şekilde sormaları gerektiğini bir an bile düşünmüyorlar.
Altı milyon kişi, nerdeyse tüm ülkenin PKK’nın siyasi uzantısı olarak gördüğü bir partiye oy veriyorsa orada en azından "Kürt meselesi bitmiş olabilir ama Kürtlerin sorunları devam etmektedir" gibi bir parantez açmak gerektiğini görmezden geliyorlar. Üstelik böyle yapanların bir kısmı muhalif. Seçim kazanıp ülkeye demokrasi getireceklerdi.
Oysa böyle bir durumda yapılacak olan şey Bahçeli ile vatanseverlik yarışına girip önüne ip atmak değil, milliyetçiliğinden kimsenin şüphe duymayacağı Bahçeli’nin bile sorumluluk aldığı bu meselede "Madem öyle ben Kürtlerin meselelerini çözme konusunda ne düşünebilir ne önerebilirim" diye sormaktır.
Üstelik bu konu hakkında düşünmeye başlanacak yer enseyi karartmaya lüzum arzetmeyecek kadar berraktır.
KÜRT VE TÜRK BİRBİRİNİN ÖTEKİSİ DEĞİLDİR
Ülkemizin en büyük avantajı Türkiye’de siyasal bölücülük anlamındaki “Kürt etnik milliyetçiliği”nin sönümlenmiş olması.
Milliyetçilik bir orta sınıf ideolojisidir ve elbette Kürtler arasında yükselen Kürt orta sınıfı ile beraber Kürt milliyetçiliği de yükseldi. Ama bu milliyetçilik halk bazında bölücü bir temele sahip değil. Kültürel farklılığı betimlemek ve sahiplenmek ile ilgili bir şey. “Kürt'üm ben, kendi dilim var, türkülerim var, törem var, tamam mı? ” diyor ama hayattaki hayali Diyarbakır’da değil, Antalya’da bir otelinin olması mesela.O çok kalabalık akraba-i taallukattan fenalık geçiriyor hatta, tasalluttan uzak biraz bireyselliğine saygı ve mahremiyet arıyor. ‘Bireysel özerklik’ istiyor. Yeni nesil Kürt milliyetçiliği aşağı yukarı böyle bir şey.
Türk’ün ötekisi Kürt değil, Kürt'ün ötekisi Türk değil.
Tarihsel ya da aktüel anlamda Türkler ve Kürtler arasında bir ‘ötekilik’ ilişkisi yok, bu iki kimlik uzlaşmaz kimlikler haline getirilemedi. Bunun için uğraşılmadı değil, uğraşıldı ama başarılı olunamadı.
Terör bunu amaçlıyordu. Emperyal müdahaleler, psikolojik harekat çalışmaları sayısız manipülasyon bunu amaçlıyordu. ancak tüm çabalara rağmen Kürtlükten, etnik ve siyasi temelli bölücü bir motivasyon çıkaramadılar.
Elbette devletin özellikle geçmişte Kürtçe üzerinde kurduğu haksız baskılar oldu. Kabul edilemez uygulamalar ile Kürtçeyi adeta tarih sahnesinden silme girişimleri oldu. Hala bu zihniyetin artçı şokları devam etmekte, zaman zaman yasaklanan tiyatro oyunları, konserler, yaya geçidine Kürtçe yazılmış ‘önce yaya’ yazısını sildirmeler gibi saçmalıklar yaşanmakta. Ancak anadilde özgürleşmeyi içeren pratiklerle haksızlığın genel anlamda izale edildiğini de inkar edemeyiz. TRT bünyesinde bir Kürtçe kanal açılması devrimdi ve hala öyle.
Öte yandan Kürtçüler kusura bakmasın, ortak vatandaşlık dili olarak Türkçe’nin ortak yaşamın dili haline gelmesine dair büyük ve önü alınamaz bir itiraz dalgası olduğunu da kimse iddia edemez. Kürtçeyi yaşatmak varlığa, bir tarihin, bir halkın canlılığına dair bir durum, anadil hassasiyeti şu an regülasyon bekleyen olgulardan biri, benim söylediğim ise şu: Dil farklılığı bir siyasi ayrılıkçılık gerekçesi olmaktan çıktı.
20’li 30’lu yaşlarını sürüp de "Ben Türkçe öğrenmiyorum çünkü anadilimi dava haline getirmişolmam bunu gerektirir” diyen tek bir Kürt gördünüz mü?
Sözün özü haksızlıklar ve kışkırtma- bölme amaçlı manipülasyonlar Türk ve Kürt kimlikleri arasına aşılamaz bir nefret duvarı örülmesiyle sonucunu doğuramadı.
Ortaklaşılan faktörler o kadar fazla ki, dildeki farklılıklar ve bu farklılığa geçmişte rejimin verdiği refleks, Türk ve Kürt’ü uzlaşmaz kimlikler haline getiremedi. Bu boş ve hamasi bir ‘kardeşiz’ yahut ‘kız aldık kız verdik’ goygoyu değil, milletin feraset ve basiretinden kaynaklanan açık bir hakikat.
Türk ve Kürt kimliğinin birleşen, örtüşen yanları, ayrılan ve çatışan taraflarından katbekat fazladır özetle.
Bu yüzdendir ki, PKK ve onun etkisindeki siyasi çevreler başlangıçta umdukları türde etnik anlamda bölücü bir milliyetçiliğe zemin bulamadılar.
Hatta DEM bir süredir Kürt Partisi olmadığını, milliyetçilik yapmadığını, ayrı bir ulus devlet kurma peşinde olmadıklarını söylemek durumunda kalıyor. Mevcut zemin buna zorluyor çünkü.Mevcut zemin, yani kitle, yani halk,aynı zamanda PKK ile örgün bir ilişki içinde olan partiyi dönüşmeye icbar etti. Bu dönüşüm parti karar organlarının feraseti ile olmadı, Kürtlerin tercihleri sayesinde oldu.
Unutulmasın ki, çözüm sürecinin bittiği 2015’te, partinin PKK’nın dümen suyunda hendeklerin kazılmasına yol verdiği o günlerin ertesinde partinin siyasetçileri ters kelepçe ile tutuklanırken sokaklarda bardak bile kırılmadı. Kendi tabanı o günlerde HDP’li siyasetçilere sahip çıkmadı.
Çünkü Kürtlerin tek istediği artık her Türk gibi ama Kürt olarak, demokratik standartların yükselmesi, refahın artması ve bunlar olurken-olduğu zaman bu kazanımlardan adil bir biçimde pay almak.
“Bu böyle mi olur, bu aktörlerle mi olur, bu yolla mı olur, önce demokrasi sonra barış” demeden önce cevap verilecek tek soru var: “Silahlar susmasın mı?”
Ateş çukuruna dönüşmek üzere olan bir coğrafyada küçük barış adacıkları oluşturabilmek için ortaya çıkan imkanları elimizin tersiyle itince demokrat mı oluyoruz?
Ülkenin kapasitesinin bu sorunu çözmeye yetmeyeceğini, zaten aktörlerin de asla iyi niyetli olmadığını ileri sürerek Magna Carta gibi uzun samimiyet testleri sıralayınca çok mu zeki görünüyoruz?
Elbette yakın geçmişe dair söylenecek çok şey var, atılacak çok çalım var, listelenecek çok fazla tutarsızlık var. Ama ne kadar dönüp dolaşsanız da geleceğiniz yer aynı soru: Silahlar susmasın mı?
Sussun diyorsak mevcut koşulların elverişsizliğini konuşma işini bir yana bırakıp, bu koşullarla bu şansı arttırmanın yolu nedir diye düşünmeye başlamamız gerekir.
Hem belki o reçete tam olarak öyle değildir. Belki tam tersi doğrudur, barış gelince demokrasi daha kolay geliyordur.