1990 yılının kasım ayında ilk kitabım Ayet ve Slogan: Türkiye’de İslami Oluşumlar çıkmıştı. Bundan kısa bir süre sonra Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, tanıdığım bir meslektaşımdan Fethullahçılık ve Fethullah Gülen ile ilgili bir yazı dizisi istemiş, o da beni önermiş. O tarihte hiçbir yerde çalışmıyordum, serbest gazeteciydim. Özkök ile ilk karşılaşmamdır. Hürriyet daha Cağaloğlu’ndaydı. Yanında yazı işlerinden başka kişiler de vardı ve bana tamâmen Fethullah Gülen’e saldırı perspektifinde bir yazı dizisi sipariş etti. Beni pek bilmiyorlardı, galiba çok da güvenmediler ve “Sen en iyisi malzemeyi getir, biz yazarız” dediler. Çıktım odadan bir daha da uğramadım.
Bu olaydan birkaç sene sonra, 1995 yılının ocak ayında Hürriyet gazetesinde günlerce Fethullah Gülen ile yapılmış bir röportaj yayınlandı. İlginç olan, röportajda imza olmamasıydı. Yıllar sonra bu yazı dizisini bizzat Özkök’ün yaptığını öğrendik. Ve tabii ki röportajda baştan sona pozitif bir Gülen portresi çiziliyordu.
“Ilımlı İslam” arayışı
Gülen ve Özkök bu süre zarfında değişmemişti ama Türkiye’de çok şey değişmişti ve daha da değişeceğe benziyordu: Refah Partisi, Mart 1994 yerel seçimlerinde İstanbul ve Ankara büyükşehir belediyelerini kazanmış ve merkez sağ partilerin hızla güç kaybettiği bir dönemde birinci parti olmaya doğru yol alıyordu. Özkök ve onun hem dahil olduğu, hem de bir tür sözcüsü olduğu “müesses nizam”ın önemli bir kesimi -başta ordu hariç- RP’nin “radikal” İslam yorumuna karşı “ılımlı İslam” arayışına girmiş ve karşılarına Gülen ve cemaati çıkmıştı.
Özkök ve yol arkadaşları Gülen’i küçümsüyor ve kolay lokma olarak görüyorlardı. Gülen ise kendisinin yanında olmayan kimseyi küçümsemez, onları kazanmak için her yola başvurur ve onlara duymak istediklerini söylerdi. (Bunu kalın harflerle yazıyorum çünkü Gülen ve takipçilerinin başarılarının en önemli yönünün bu olduğunu düşünüyorum.) Bunun ilk çarpıcı örneği de Özkök’ün Hürriyet’teki Gülen röportajıydı. Hazırlıklı olduğu birkaç “sert” soruyu ustalıkla geçiştiren Gülen, dersine iyi çalışmamış ve kendisini hor gören Özkök karşısında (Gülen’in sonradan verdiği röportajların neredeyse tümü böyleydi, bu konuda ilk çarpıcı istisnanın Güney Yıldız’ın Ocak 2014’te yaptığı BBC röportajı olduğunu düşünüyorum.) istediği gibi at koşturmuş, kendisinin ve hareketinin propagandasını yapmıştı.
“Güzergâh emniyeti”
Gülen bu stratejiyi “güzergâh emniyeti” olarak tanımlıyor. Gülen”in “Diyalogda ısrar” başlıklı bir sohbetinde bu kavrama geniş bir yer vermesi hiç de şaşırtıcı değil. Şöyle diyor: “Güzergâh emniyetini sağlamak bana farz-ı ayn gibi geliyor. Yani o emaneti emniyet ve güven içerisinde varması gerekli olan yere ulaştırma, öyle mühim bir vazifedir ki, şayet her şeyi kılı kırk yararcasına düşünmez, güzergâhın her noktasında karşılaşabileceğiniz muhtemel tehlikeleri hesaba katmaz ve çevreden size bakan nazarların bakışlarındaki mânâyı okuyamazsanız emanetin sorumluluğunu yerine getirmemiş olursunuz.”
Onun “güzergâh emniyeti” dediğine seküler kesimin “takiyye” dediğini biliyoruz. Örneğin Orta Asya’da otoriter rejimlerin olduğu herhangi bir ülkede faaliyet gösteren bir Fethullahçı güçlü liderlerin bir ülke olarak ne kadar önemli olduğunu anlatırken, diyelim ki bir Balkan ülkesinde, mesela Arnavutluk’ta Fethullahçılar çok sıkı birer demokrasi savunucusudurlar.
“Mahrem yapı”nın tahakkümü
Aklınıza “köprüyü geçene kadar…” diye başlayan atasözünün geldiğini tahmin ediyorum. İşte Gülen ve onun takipçileri sürekli köprüde yolculuk ettiler ve sürekli olarak hiç hoşlanmadıkları kesimlere gülücük dağıttılar: “Dinlerarası hoşgörü” gibi bir kavramı tekeline almış olan Gülen’in Müslüman olmayanları, özellikle de Yahudileri pek sevmediğini bir şekilde kendisini terk edenlerden öğrendik. Müslümanlar arasında da kendisiyle aynı çizgide olmayanlardan; hele bir dönem “açılım” yapar gibi yaptığı Alevilerden pek haz etmediğini biliyoruz.
Bu çifte kimlilik hali bir Fethullahçının olmazsa olmazı haline geldi. Sonuçta ortaya “İslami bir cemaat”ten ziyade, Batı’da örneklerini gördüğümüz gibi bir “kült”, hatta bunun da ötesinde bir tür istihbarat örgütü çıktı. Bu hareketin temelinde gizliliğin olması “mahrem yapı” olarak adlandırılan az sayıdaki insanın, tabii başta Gülen’in mutlak tahakkümüne yol açtı. Sonuçta, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra tanık olduğumuz gibi binlerce sıradan Fethullahçı çok büyük mağduriyetler yaşarken “mahrem yapı” büyük ölçüde varlığını korudu.
28 Şubat ve Gülen ABD’ye kaçıyor
Hürriyet ve Sabah (Nuriye Akman) röportajlarından 20 gün sonra İstanbul Polat Rönesans Oteli’nde Gülen’in fahri başkanı olduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı (o tarihteki vakıf başkanı Latif Erdoğan bir süredir itirafçı olarak Gülen’e ve hareketine atıp tutuyor) bir iftar verdi. Acayip bir olaydı. Kocaman bir salon tıka basa dolmuştu. Şimdi çoğu Cumhurbaşkanı Erdoğan çağırdığında koşup giden “sanatçılar”, merkez medyanın ağır topları, iş insanları, siyasetçiler…
Gülen yine o bildik “ezik” haliyle misafirlerine duymak istediklerini söyledi, görmek istediklerini gösterdi. Misafirler zaten davete icabet ettikleri andan itibaren Gülen tarafından efsunlanmaya razı olmuşlardı.
Fakat bu mutlu günler 28 Şubat 1997’de ordunun post-modern darbesiyle sona erdi. Darbenin esas hedefinde RP ve Başbakan Necmettin Erbakan vardı. Gülen de atik davranıp RP ve Erbakan’a yönelik eleştirilerini sertleştirmeye ve 28 Şubatçılara akıl vermeye kalktı. Ama askerler onun işbirliği teklifini kabul etmedi, hatta sırada o ve cemaatinin olduğunun işaretini verdi. Nitekim o ana kadar Gülen güzellemeleri yapan büyük medya tutum değiştirmeye başladı, Gülen’in taraftarlarıyla yaptığı ve “sahici” görüşlerini dile getirdiği sohbetlerin video kayıtları yayınlandı. O da “tedavi” bahanesiyle Mart 1999’da ABD’ye gitti, daha doğrusu kaçtı.
”Ölürsem Türkiye’de ölürüm”
Gülen 28 Şubat sürecinin en sert günlerinde Reha Muhtar’ın yayınına bağlanıp yaklaşık iki saat kendini aklamaya çalışmıştı. O yayının bir yerinde ”Ölürsem Türkiye’de ölürüm. En büyük sıkıntım şu anda Türkiye’de olmamak. Hatta bu mevzuda, yapacağım bazı görüşmeler nedeniyle Türkiye’de olmamın daha yararlı olacağını düşünüyorum. Geleceğim. Devlet idam verirse verecek. Ahireti bin can ile arzu eden insanım. Öyle bir şey olursa, bayram sevinci gibi bağrıma basar rabbime yürürüm” demişti.
Tabii ki dönmedi. O yayında da tıpkı diğerlerinde olduğu gibi Muhtar’a ve onun izleyicilerine duymak istediklerini söylemişti. Yoksa 12 Mart döneminde yaşadığı kısa tutukluluk dönemini bir kâbus gibi hatırlayan ve hatırlatan Gülen’in ülkeyi dönmeyi hiç düşünmediği aşikârdı.
Şimdi ülkede Gülen’e lanet yağdırma yarışı söz konusu. Dün en çok “Hoca efendi” ve “Hizmet hareketi” diyen ve onun ve hareketinin önünü sonuna kadar açanların, ne istediyse verenlerin şimdi en sert sözleri, hakaret ve küfürleri sarf ettiklerini görüyoruz. Bu furya, Gülen’den sonra bu hareketten kopmayı düşünenleri fikrinden caydırabilir. Ama daha önemlisi Gülen ve hareketinin en az 50 yılda bu ülkeye nelere mal olduğunu sağlıklı bir şekilde değerlendirmemizi engellediği de açık.