Uzun zamandır yazmak istiyordum, Medyascope’ta yayınlanan bir yazı vesile oldu. Hamas’ın 7 Ekim saldırısı üzerinden bir yıl geçti, çok üzücü bir yıl, binlerce sivil insan hayatını kaybetti. İsrail fırsatı ganimete dönüştürüp, hasımlarına karşı acımasız bir savaşa girişti.
Bu süreçte yaşanlar o denli ağır ki, Filistin adına savaştığını iddia edenlere, onların mücadelesine destek verenlere dair sorunlu konulara girmeye insanın eli varmıyor. Ama tam da bu nedenle, konunun bu kısmında yaşanan kangren durumu da ağırlaştıkça ağırlaşıyor. 7 Ekim’in ardından, Hamas’a ve özellikle de, 7 Ekim saldırısına neden mesafeli olmamız gerektiği konusunda K24’e bir yazı yazdım, Medyascope’ta pek çok yorum yaptım. Batı Şeria ve Mısır’a yaptığım ziyaretlerde pek çok Hamaslı ile röportaj ve sohbet yaptım, çaresizkilerini biliyorum. İsrail’de “yerleşim” denilen istilayı ve özellikle El-Halil’de (Hebron) yaşayan müslümanların durumunu gözlerimle görünce, konuya uzaktan bakmanın ne kadar eksik kaldığına şahit oldum. Öteden beri, Batı dünyasının bu konularda duyarsız ve iki yüzlü tavrına öfke duyan biriyim. Ama, işin bir de öteki tarafı var ve bu tarafı görmezden gelmek acıları büyütüyor, özellikle de Filistin tarafında yaşanan acıları.
Aslında, bir büyük kuşatma altında doğup büyüyen ve kurtuluş adına can veren Filistinli, Arap gençlerden başka kimsenin, önceliği Filistinlilerin çektiği acıları dindirmek değil. Öncelikle, Filistin meselesinin, çok ama çok uzun zamandır, bölgesel çekişmelerin aracı haline geldiğini görmek gerekiyor. Sadece İran’ın Hamas ve Hizbullah üzerinden bölgesel bir cepheleşmeyi derinleştirmesinden söz etmiyorum. İran devreye girmeden önce de, Filistin meselesi Arap dünyasında siyasal bir araç haline gelmişti ve öyle olmaya devam etti. 73 Arap- İsrail savaşından sonra, Mısır, savaşta müttefiki olan Suriye ile yollarını ayırıp, İsrail ile barış anlaşması yaptı. Ancak, bu barışın hedefi, soruna çözüm getirmekten ziyade, Mısır’ın ABD/Batı karşıtı kamptan ayrılıp, ABD’ye yakınlaşma siyaseti idi. Bu sürecin mimarı Enver Sedat, bir yandan İsrail ile barış yapıp, ABD’ye yanaşırken, diğer yandan da, bu dönüşümü meşrulaştırmak adına, ülke içinde İsrail’in varlığını kabul etmeyen İslamcıları desteklemeye girişmişti. Sonuçta, bir İslamcı tarafından suikaste uğradı ama siyasi mirası devam etti. Bölgede, öteden beri ABD/Batı müttefiki olan Arap rejimleri zaten benzer bir ikili siyaset uyguluyordu. Yani, sadık Batı müttefikleri olarak kendilerini meşrulaştırmak için İslamcıları destekliyor, Filistin mücadelesini ise destekliyor görünüyordu. Ürdün, zaten kurulduğundan bu yana, İsrail ile ayrı bir uzlaşma peşinde siyasetler izlemişti. Sonuçta, Ürdün ordusu, 1970’de Filistin kamplarını basıp, FKÖ’nü Ürdün’den kovmuştu. Ardından, FKÖ ile savaşarak sahneye çıkan Hamas’a hamilik yapmaya girişti. Doksanlı yılların sonuna doğru, İsrail ile arasını bozmamak adına, Hamas’ı da ülkesinden kovdu. Hamas’ın hamiliği rolü, böylece bölgedeki İran merkezli Batı/İsrail karşıtı cephenin eline geçti. Bu durum, ABD/Batı ittifakı ve onların bölgedeki müttefikleri için çok rahatsız edici olmuştur. Ancak, bu rejimler de, İsrail karşıtlığını iç siyasette meşruiyet aracı olarak kullanmaya devam ettiler. “Arap Baharı” Suriye’ye sıçrayınca, Hamas kartını İran ve müttefiklerinin elinden almak adına Hamas merkez bürosu alel acele Şam’dan Doha’ya taşındı.
Kısacası, “Filistin mücadelesi” Filistinlilerin kaderinden ziyade bölgesel çekişmelerin ve bunların küresel bağlantılarının elinde oyuncak olmuştur. O nedenle, ABD’nin Trump döneminde, İran karşıtı bölge rejimleri ile İsrail’i barıştırmak adına başlattığı İbrahim Anlaşmaları, aslında fiili olan durumu, meşru zemine taşımak çabasından başka bir şey değildi. Suudi Arabistan ve Ürdün gibi ülkeler zaten İsrail ile “düşman kardeşler” idi (“franemies”) ama sokaklarının tepkisini çekmekten korktukları için bu Anlaşma süreci, Birleşik Arap Emirlikleri gibi, sokakları olmayan küçük aktörler ile başlamış oldu. Hamas’ın 7 Ekim saldırısını, bu süreci baltalamak için gerçekleştirdiğini ileri sürenler var. Olabilir, ama bu takdirde, öncelikle Hamas’ın içinde yüzdüğü denizin farkında olmadığını görmüş olduk.
Diğer taraftan, “direniş, “özgürlük” adına yola çıkan silahlı hareketlerin, içerden ne kadar çürüyebildiğini de gördük. 7 Ekim’de İsrail’e düzenlenen saldırıda, kendini İslami referanslar ile tanımlayan bir hareket, çoluk çocuk insan öldürdü, rehin aldı. İşin acı tarafı, İsrail için “iyi” bir savaş propagandası teşkil eden bu tablo, Filistinlilere destek verenler tarafından da mazur gösteriliyor. İsrail savaş propagandasına bundan daha iyi hizmet edecek bir tavır düşünemiyorum. Batı dünyasında, özellikle ABD ünüversite kampüslerinde düzenlenen Filistin yanlısı gösteriler, böylece kolaylıkla antisemitik olarak yasaklandı, düşünce özgürlüğü kolaylıkla rafa kaldırıldı. En kötüsü, koca müslüman dünyada, İsrail’deki devlet politikalarına karşı çıkan muhalifler kadar cesaretli, vicdanlı seslerin çıkmamış olması.
Hamas’ı, müslüman dünyada antisemitizimi eleştiren Müslüman/Arap isimli şahıslar yok değil, ama bunların hemen hemen tamamı zaten, öteden beri İsrail devletinin propaganda mekanizması içinde yer alan, vicdanın sesi olarak tanımlanamayacak, sözü önemsiz isimler. Asıl önemlisi, Filistinlilerin kaderini gerçekten dert edenlerin içinden vicdanın sesi olmaya aday kimsenin çıkmaması. O nedenle, 7 Ekim’in yıldönümünde, bir yandan İsrail ve Batılı müttefiklerinin onbinlercesi ölen, yaşayanlarının sefalet içinde kaldığı Gazzelileri görmezden gelen anma törenleri var. Diğer taraftan ise, tüm bu yaşananların ciddi bir muhasebesini yapmak yerine, komforlu alanlarından “keskin sirke” geçinenler.
Bir diğer önemli mesele, bu olay vesilesi ile, İslamcıların mezhepçi bakışlarının bir kez daha gözler önüne serilmesi oldu. Türkiye’de İsmail Haniye öldürüldüğünde resmi yas ilan edenler, Nasrallah öldürülünce sıradan haber diye geçtiler. Aslında her ikisi de, nebi/veli muamelesi görecek konumda değil, dini değil, siyasi liderler. Haniye’nin mücadelesine bu çerçevede destek verenlerin, aynı mücadele uğruna İsrail ile çatışan Nasrallah’a suikastı bir iki lafla geçiştirmesi üzerinde düşünmeye değer. Dahası, İslamcı çevrelerin, aslında ABD-İsrail cenahından yayılan, İran’ın Nasrallah’ı “satmış olduğu”, hatta İsrail’e yeri hakkında bilgi verdiği iddialarına dört elle sarılmış olmasının “tuhaf”lığı. Profosör ünvanlı birisi, bir TRT kanalı proğramında, Batı ve münhasıran Fransa’nın Hizbullah’ı kolladığı iddiasında bile bulunabildi. Bu kadarı cahillik olamaz, olsa olsa mezhepçi siyasi maslahat olabilir.
İşin kötüsü, tuttukları yolun, Filistinliler başta olmak üzere, temsil ettiklerini iddia ettikleri müslüman dünyaya faydadan çok zarar getiriyor olduğunu hala göremiyor olmaları. Vahim bir siyasi körlük.
En kötüsü, müslümanlar adına siyaset yapma iddiasında olanların, söyledikleri ve yaptıkları ile müslümanlar üzerine nasıl bir kara gölge düşürdüklerinin farkında olmaması veya böyle bir kaygılarının olmaması. Siyaset adına itikatten uzaklaşma, milliyetçiliği, iktidarcılığı din haline getirme, bu uğurda vicdanı olmayan bir müslümanlık icat etmekten imtina etmemeleri. Özellikle de benim gibi, müslüman inançlı insanlar adına, çok ama çok hazin bir durum.