28 Şubat 1997’nin üzerinden 27 yıl geçti. Gerek “laikler” denilen çevre, gerek İslamcı/muhafazakâr çevreler üzerine çok konuştu. Geçtiğimiz hafta sonu, Yeni Şafak gazetesi ekinde hatırlatma mahiyetinde, yaşanan mağduriyetler üzerine bir yazı çıktı ama benim asıl dikkatimi çeken, 28 Şubat konusunda olmayan Hayrettin Karaman imzalı yazı oldu. Beni, o günden bugüne geldiğimiz nokta üzerine hazin bir şekilde düşünmeye sevk eden bir yazı.
Karaman, “İş mi yok, işçi mi yok?” başlığı altında aslında işsizlik sorunu olmadığını anlatan, sermaye yanlısı tipik bir sağcı ekol yazısı yazmış. İş çokmuş, işçi yokmuş, yok işçi varmış ama vasıflı yokmuş, vs. “Hem işsizliği, hem işçi kıtlığını azaltacak iki tedbiri önemli buluyor(muş)”. Birincisi, malum, vasıflı eleman yetiştiren meslek okullarını teşvik etmekmiş. Oysa, “Çocuklarımız tombala çeker gibi üniversite çekiyor, hangisi tutarsa okuyor, maksat üniversite mezunu olmak”(mış). İkinci tedbir, “Kırsal bölgeden gelen ve şehirdeki ihtiyaca göre vasıfsız sayılan ve bu yüzden işsiz kalan nüfusun, terk edip geldikleri tarla ve bahçelerine geri dönmelerini teşvik etmek”miş.
Yıllarca, “şehirler köylü doldu”, “geldikleri yere geri dönsünler” kafasında olanlara “seçkinci”, “üsttenci” dedik durduk, ben hâlâ böyle düşünüyorum. Doksanlı yıllarda, laik çevrelerin, dindar vatandaşları hakir görmesinin en önemli nedeninin “sınıfsallık”, daha doğrusu sınıf seçkinciliği olduğunu yazıp durdum, hâlâ da öyle düşünüyorum. Kim derdi ki, zamanında şehirlerden, kamusal alandan kovulmak istenenler, iktidar olup, iktidar olmanın nimetlerinden yararlanıp üste çıkınca, altta kalanları “tarla ve bahçelerine” geri göndermeyi tavsiye edecek. Çocuklarını üniversiteye değil, ara eleman yetiştiren okullara layık görecek. Ekonomik gerekçelere göre mantıklı olarak kabul görebilecek bu düşünce biçiminin bir de insani boyutu olduğu hesaba katılmayacak. İnsanlar yemiyor, içmiyor, çocuğunu üniversitede okutmaya çalışıyorsa, sadece para kazansın diye değil, toplumsal statü kazansın diye çabalıyorlar. Gerçekçi veya değil, ama kuşkusuz insani bir çaba.
Ara elemana, zanaatkâra daha fazla ihtiyaç olabilir, hatta bu yolla daha fazla para da kazanılabilir. Ama, doktor ile, mühendis ile, akademisyen ile, ara elemanın, muslukçunun, elektrikçinin toplumsal statüsü aynı mı? İkide bir benzer şeyler söyleyenlerin kaçı, çocuğunu ara eleman yetiştiren okullara göndermeye razı oluyor, çok merak ediyorum. Doğrusu, elaleme akıl verenlerin hiçbirinin bu yolu tuttuğuna şahit olmadım. İslamcılar denilen çevrenin tamamı, kırsal kökenli, en iyi ihtimalle ikinci nesil şehirli, yine tamamı veya ezici çoğunluğunu ailelerinde üniversite okuyan ilk nesil. Horlanmalarının asıl nedeni, ne dindi, ne laiklikti, kırsal yoksul kesimlerden gelmeleri idi. Hâlâ bu kafada olanlar yok değil. Diğer taraftan, üniversite okumanın sadece zeka ve kabiliyet değil, maddi imkan meselesi olduğunu biliyoruz. Şimdilerde “şehirlerin ihtiyacına göre vasıfsız sayılan” nüfusun maddi imkanı olmadığı için “vasıflı” hale gelemediğini söylemeye gerek var mı? Diğer taraftan, üniversite okumuş, ama “şehirlerin ihtiyaç duymadığı” için işsiz kalanları mı “tarlaya, bahçeye” geri göndereceksiniz? Nerden baksanız hazin bir durum öyle değil mi?
Bu zeminde daha konuşulacak çok şey var. AK Partisi’nin veya eski İslamcıların iktidar serüveni, hayat hakkında bildiğimiz ama teslim olmak istemediğimiz, pek çok acı gerçeği birer birer karşımıza çıkardı. Hak, hukuk, adalet isteyenlerin, iktidar olunca tam tersini yaptıkları, haklı olarak çok gündeme geliyor. Ama, mesele bununla da sınırlı değil, onun için yukarıda sözünü ettiğim yazı bana çok çarpıcı geldi.
Sakın kendilerini “laik” diye tanımlayanlar, bu yazdıklarımdan kendine pay çıkarmaya girişmesinler. Okur yazarlıkları kıt olduğu için, bu söylediklerimi zamanında İslamcı kesime destek verdiğim için pişman olduğum veya hayal kırıklığına uğradığım şeklinde yorumlayanlar olabilir, çünkü ne zaman bu konular açılsa aynı noktaya geri dönüyoruz. Başta başörtüsü olmak üzere, bu kesimin demokratik hak ve özgürlük taleplerine canı gönülden destek vermiş olduğum için hiç pişman değilim, hâlâ aynı şeyleri düşünüyorum. Diğer taraftan İslamcılık, dindarlıktan ziyade, sağ bir siyaset anlayışı olduğu için, bu kesime ilişkin hiçbir hayale kapılmadım. Yine de, hangi çevreden olursa olsun, insanlardan bir nebze tutarlı, hakkaniyetli ve vicdanlı olmalarını beklerim, bir hayal kırıklığı varsa, o da bu konuda. Mesela İslamcılık bir yana, ilahiyatçı olan birinin, hiç olmazsa, kendi nefsine zor geleni başkasından beklememek gibi bir ölçüsü olması beklenirdi, mesele bu.