Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın Atatürk’ten alıp veremediği ne olabilir?

Bundan yaklaşık 30 yıl önce, 10 Kasım 1994 tarihinde PTT memuru Mahmut Kaçar, Anıtkabir’de Atatürk’ü Anma Töreni’nde, protokolün hazır bulunduğu bir esnada dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in karşısında elindeki Kuran-ı Kerim’i havaya kaldırıp ”putlara tapmayın, Allah’a tapın” demiş ve hemen gözaltına alınmıştı.

Kaçar kendisini bir İslam tebliğcisi olarak görüyordu, ama daha baştan “meczup” ya da “provokatör” diye damgalanmaya mahkûmdu. Kimler tarafından? Kendisinin “kafir” ya da “münafık” olarak gördüğü kişiler tarafından değil, aynı davanın, yani “İslam’ı tebliğ ve hakim kılma” davasının ünlü, etkili ve güçlü isimleri tarafından. 

Nitekim öyle oldu. Kısa süre önce Refah Partisi’nden (RP) dışlanmış olan İstanbul Bağımsız Milletvekili -bugünün Mesih’i- Hasan Mezarcı dışında bilinen isimlerden Kaçar’a sahip çıkan herhangi bir İslamcı çıkmadı. Genel eğilim bu konuda sessiz kalmaktı, konuşulmak zorunda kalındığındaysa Kaçar “meczup”, eylemi de “provokasyon” olarak tanımlandı.

“Atatürk yaşasaydı Refahçı olurdu” 

Zira İslami hareket yükselişteydi, aynı yılın mart ayının sonunda yapılan yerel seçimlerde RP, üçüncü parti olmuş, İstanbul ve Ankara başta olmak üzere altı büyükşehir belediye başkanlığı kazanmıştı. İstim üzerindeki RP genel seçimler için çoktan start vermişti. Fakat yükselişi için sadece halk desteğinin yeterli olmadığını, aynı zamanda başta ordu olmak üzere egemen güçleri ürkütmemek gerektiğinin de farkındaydı.

Evet, İslamcıların Atatürk’ü sevmedikleri aşikârdı. Onlara göre gerek Atatürk, gerekse Atatürkçüler tutum ve davranış bakımından İslam dışı hatta karşıtı bir pozisyondaydılar. Dolayısıyla İslami bir rejimin inşası ancak Atatürk ve onun inşa ettikleriyle hesaplaşmakla mümkündü. Fakat öncelikle sistem içinde iktidara gelmek gerekiyordu. Sistemin en kritik sembollerden biri, hatta birincisi de Atatürk’tü. Dolayısıyla anaakım İslami hareket, Atatürkçülerin “takiyye” olarak tanımladığı bir tutumu benimsiyor, Atatürk ile bir alıp veremedikleri olduğunu söylüyordu. Necmettin Erbakan’ın “Atatürk yaşasaydı Refahçı olurdu” sözleri bu tutumun zirvesidir.

“Atatürk” değil de “Mustafa Kemal” 

O günden bu yana İslami kesimin Atatürk ile ilişkisi hep inişli çıkışlı olmuştur. Atatürk ile kavgalı gözükmemenin bir dönem en “kurnaz” yöntemi olarak, ondan “Atatürk”ten ziyade “Mustafa Kemal” veya “Gazi Mustafa Kemal” diye bahsetmek, yani Kurtuluş Savaşı’nı sahiplenip cumhuriyet ve devrimlerine mesafeli, hatta eleştirel davranmak olmuştu. Fakat bir süre sonra bunun pek bir işe yaramadığı ortaya çıktı. 

Son dönemde anaakım İslamcılık, özellikle iktidara geldikten sonra AKP yöneticileri, olabildiğince Atatürk ile bir sorunları yokmuş gibi davranmaya, kendisinden saygısızca söz etmemeye özen gösterdiler. Fakat alttan alta İslami camiada Atatürk karşıtlığı, daha ötesi düşmanlığının cüretkâr biçimde gözle görünür hale gelmesine de, çok mecbur kalmadıkça ses etmediler. 

“Dindar nesil” umarken

Erdoğan AKP iktidarında bir “dindar nesil” yetiştirmeyi, her şeye rağmen büyük ölçüde solun elinde gibi görünen “kültürel iktidarı” kazanmayı vadetmişti. Bunların yerine hüsranla karşılaştı. Erdoğan’ın MHP’yi de yardıma çağırması yaşadığı krizin derinleşmesini engelleyemedi. Özellikle genç kuşaklar, ister kendilerini “Atatürkçü” olarak tanımlasınlar ister tanımlamasınlar Atatürk’ü yeniden ve en önemlisi birtakım “Atatürkçü” kişi ve odaklardan bağımsız olarak kendi başlarına keşfettiler ve sahip çıktılar. İşin ilginci Atatürk’e sıcak bakan kesimlerin çocuklarını kazanmayı hesaplayan İslamcılar kendi çocukları arasında Atatürk imgesinin neşet etmesine engel olamadılar.

Sonuç olarak, dün Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın 30 Ağustos hutbesinde Atatürk’ün adını anmaması bir ezikliğin dışavurumu, bir yenilginin, özetle bir hüsranın itirafından başka bir şey değildir.