Fransa’nın iki önde gelen İran uzmanı Olivier Roy ile Farhad Khosrokhavar, İran’da 2000 yılında yapılan ve Muhammed Hatemi’nin bir kez daha zaferle çıktığı cumhurbaşkanlığı seçimlerinin hemen ardından birlikte bir kitap yazdılar: “Iran: Comment Sortir d’une Revolution Religieuse”. Metis Yayınları bu kitabı hızlı bir şekilde, İsmail Yerguz çevirisiyle ve isabetli bir başlıkla yayınladı: “İran: Bir Devrimin Tükenişi.”
Devrim çoktan tükenmişti
Yazarlar, seçimlerde İslam’ın hiçbir biçimde öne çıkartılmamasının altını çizerek İran’ı “post-İslamcı” bir ülke olarak tanımlıyor ve ülkenin gelecekte “sıfatsız” bir demokrasi olacağını ileri sürüyorlardı. Benzer tarihlerde ben de birçok kez gazeteci olarak İran’a gitmiş, ülkenin önde gelen siyasetçileri, aydınları ve sıradan İranlılarla röportajlar yapmış ve bu ülkede demokrasinin elinin kucağında olduğunu savunmuştum. (Bunların çoğunu meslektaşım Sami Oğuz ile birlikte kaleme aldığımız, İletişim Yayınları’ndan çıkan “Hatemi’nin İranı” kitabında okuyabilirsiniz.)
İran’da bulunduğum dönemde İslam devriminin çoktan tükenmiş olduğuna ve bir daha da geri dönüşün mümkün olmadığına ben de şahit olmuştum. Kamusal alanda devlet eliyle dayatılan İslamililiğin aksine evlerde bambaşka hayatlar sürülüyordu. Nitekim zaman içinde, özellikle kadınlar kamusal hayattaki, başta başörtüsü zorunluluğu gibi dayatmalara karşı mücadele de yürüttüler, ama devletin zorbalığı tarafından bastırıldılar.
Ümmetçi mi, milliyetçi mi?
İslam rejiminin temel özelliklerinden biri, mollaların mutlak denetimindeki devleti, imparatorluk ve şahlıktan miras alınan deneyim, kurum ve hatta kadrolar eliyle hem içeride, hem dışarıda aktif bir oyun kurucu olarak öne çıkartmaktı.
Bir zamanlar “iyiniyetli” İslamcıların dahi benimsemiş olduğu “devrim ihracı” kavramı, aslında İran devletinin ümmetçi bir perspektiften kendi İslam anlayışını yaymaktan ziyade milliyetçi bir perspektiften İran’ın etki alanını genişletme ve bu sayede kendi rejimini garanti altına almayı hedefliyordu.
Bu bağlamda İran, başta İsrail ve Körfez ülkeleri olmak üzere bölgedeki düşman ve rakiplerinin karşısına Suriye rejimi, Hizbullah, İslami Cihad, Hamas ve diğer ulusal İslamcı örgütleri çıkarıyordu. Bu bağlamda İran ve İrancılar tarafından “direniş ekseni” olarak tanımlanan olgunun ana hedefinin iddia edildiği gibi İsrail’e karşı mücadeleden ziyade İran rejiminin bekası olduğunu söyleyebiliriz.
Peşpeşe gelen İran kayıpları
Bir süredir, içeride kendi vatandaşına karşı alabildiğine ceberut olan İran devletinin dış dünyada iyice etkisizleştiğine tanık oluyoruz. Örneğin İsrail, nükleer çalışmalarını engellemek için İran topraklarında çok sayıda sabotaj ve suikast gerçekleştirdi. Tahran rejiminin bunlara cevap vermede epey etkisiz kaldığını gördük.
Yakın zamanda, Devrim Muhafızları’na bağlı Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani 3 Ocak 2020’de ABD tarafından Bağdat’ta öldürüldü. Süleymani efsane bir isim olduğu için unutulmayacak misillemeler beklendi, yine olmadı. Üstelik ölümünün dördüncü yılında Süleymani’nin mezarı başındaki anma töreninde bombalı saldırıyla yüzden fazla kişi IŞİD tarafından öldürüldü.
Bu olaydan üç ay sonra, 1 Nisan 2024’te İsrail’in düzenlediği bir hava saldırısında, Şam’daki İran büyükelçiliğinin bitişiğindeki İran konsolosluğu ek binası yerle bir edildi. Aralarında Kudüs Gücü komutanı Tuğgeneral Muhammed Rıza Zahedi ve diğer yedi Devrim Muhafızı subayının da bulunduğu 16 kişi hayatını kaybetti. Bu olayın ardından İran’ın giriştiği misilleme, Batı ülkelerinin de yardımıyla İsrail tarafından büyük ölçüde püskürtüldü.
Reisi’nin ölümünün gösterdikleri
Ve son olarak Hamas lideri İsmail Haniye’nin Tahran’da İsrail tarafından öldürülmesi.
İster New York Times’ın ileri sürdüğü gibi bomba haftalar önce yerleştirilip uzaktan komutayla patlatılmış olsun, isterse Devrim Muhafızları’nın açıkladığı gibi kısa menzilli füze kullanılmış olsun; bu suikast İran devleti için en büyük fiyasko olarak kayıtlara geçti.
Bu arada 19 Nisan 2024’te Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin Azerbaycan dönüşü bir helikopter kazasında hayatını kaybetmiş olmasını da bir başka fiyasko olarak vurgulamak lazım. Kimileri bunu bir kaza olarak görmüyor, İsrail ya da bir başka İran düşmanı güç tarafından düzenlenmiş bir suikast olduğuna inanıyor. Her ne olursa olsun İran devletinin, helikopterin enkazının yerini tespit etme ve cesetlere ulaşma konusunda gösterdiği beceriksizlik herkesi şaşırttı ve bize aslında İran’da devletin de tükenmekte olduğunu gösterdi.
Bu tükenişin birçok nedeni var: Yeni teknolojilere ayak uyduramama; ekonomik sorunlar; uluslararası ambargolar…
Ama bence en önemli nokta İran devletinin çoktan milletini kaybetmiş olması. Normal şartlarda bölgenin en önde gelen ülkelerinden birisi olması gereken İran, artık miadını çoktan doldurmuş olan bir rejimin ömrünü uzatabilmek için çözülüyor.
Bunun faturasını tabii ki öncelikle İranlılar ödeyecek. Fakat böylesine kritik bir ülkede yaşanabilecek çözülmelerin tüm bölgeyi, bu arada Türkiye’yi de doğrudan etkileyeceğini akılda tutmak lazım.