Fransızların bir atasözü vardır ki şöyle tercüme edebiliriz: çok fazla sarılan sıkı tutamaz. (Qui trop embrasse mal étreint). Çok fazla insana hoş görünmeye çalışırsanız kimseyi sıkı tutamazsınız anlamına geliyor. Dış politikamızın son zamanlardaki haline baktığımda bu atasözü aklıma geliyor habire.
Gerçekten de eski Başbakan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “değerli yalnızlık” olarak adlandırdığı “doktrin” iflas edip ülkeyi değersiz yalnızlığa sürükleyip terk edildikten sonra bu sefer her tarafa birden yanaşma hevesi hâkim oldu. Geçtiğimiz günlerde NATO zirvesinden 2-3 gün önce Cumhurbaşkanı Erdoğan anti-NATO olarak adlandırılan ve sadece diktatör ile otokratları bir araya getiren Şangay Beşlisinin (aslında sayıları 10’u buldu) zirvesine katılmak için Kazakistan’ın başkenti Astana’ya gitti. Türkiye’nin Şangay beşlisine tam üye olma iradesini dile getirdi. Gerçi Milli Savunma Bakanı böyle bir hazırlık içinde olmadıklarını da söyledi. Gerçekten bir ülkenin hem NATO, hem anti-NATO üyeliğini birlikte nasıl götüreceği şüphesiz incelemeye değer. Belki önümüzdeki aylarda bu konuda açıklık kazanırız.
Cumhurbaşkanı Astana’da en az iki yıldır zaman zaman ziyareti gündeme getirilse de ısrarla Türkiye’ye gelmeyi reddeden Rusya diktatörü Putin ile ikili bir görüşme de yaptı. Bu görüşmeden çok kısa bir zaman sonra Putin şimdiye kadar Ukrayna’da işlediği savaş suçlarına bir tane daha ilave ederek başkent Kyiv’de bulunan bir çocuk hastanesine hava saldırısı düzenlenmesinin sorumluluğunu üstlenmiş oldu. Rusya bu insanlık dışı saldırının bir yanlışlık eseri olduğunu açıklayıp özür dileyeceğine, İsrail silahlı kuvvetlerinin Gazze’de işlediği savaş suçlarını tevil etmeye çalışmak için kullandığı ifadelerin benzerlerini kullanmıştı. Ne yazık ki iktidarımız İsrail liderliği için kullandığı hakaretamiz suçlamaların çok gerisinde kalarak Kyiv saldırısı için üzüntü beyan etmekle yetindi. Cumhurbaşkanı Erdoğan görüşmeden sonra “dostu” Putin ile temaslarını sürdürme iradesini yeniden dile getirdi. Ayrıca Uygurlara karşı uyguladığı mezalimin sorumlusu Çin Halk Cumhuriyeti diktatörü Xi Jinping ile de ziyaret teatileri yapılacağının “müjdesini” verdi. Bu demek oluyor ki yıllardan beri TBMM gündeminde bekletilen ÇHC makamları tarafından ilişkilerin geliştirilmesi ve ziyaretlerin gerçekleşmesi için ön şart olarak öne sürülen “suçluların” iadesi anlaşmasının onaylanması da artık an meselesi haline gelmiştir. ÇHC’nin iadesini istediği ve ülkemizde kendilerini güvende hisseden Uygur soydaşlarımızın gerekli sonuçları çıkaracağını ümit etmek gerekir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan Astana zirvesine katılıp Rus ve Çin karşıtlarıyla görüştükten 2-3 gün sonra Vasington’da NATO’nun 75inci yıldönümü vesileyle düzenlenen zirveye katıldı. Zirve sonuç bildirisinde Rusya gayet ağır ifadelere muhatap oluyor, Ukrayna’ya tam destek veriliyor ve ÇHC de yine Rusya’ya verdiği destek ve başka nedenlerle de eleştiriliyor. Ülkemizin bu bildirideki ifadelere karşı çıktığı veya yumuşatmaya çalıştığına dair bilgilere rastlamadım. Bu bildiriyi de benimsediği anlaşılıyor. Hatta NATO ülkelerinin Ukrayna’nın savaş kapasitesini arttırmak için taahhüt ettiği 40 milyar dolarlık ek fona ülkemizin de 1 milyar dolarlık bir katkıda bulunacağı da açıklandı. Putin ile Xi’nin Cumhurbaşkanının bildiriye onay vermesini nasıl karşıladıklarını bilmiyoruz.
Cumhurbaşkanı bu bildirinin kabulüne karşı çıkmadı ama karşılığında da takdir ve teşekkür elde ettiği söylenemez. Başkan Biden ile ikili bir görüşme ihtimalinden Vaşington seyahati öncesinde bahsedilmişti. Ancak bu görüşme gerçekleşmedi. Buna karşılık zirveden ancak üç gün önce atanan Birleşik Krallık yeni başbakanı Sir Keir Starmer, Biden ile ilk ikili görüşmesini oracıkta yaptı. Bizde iktidara yakın bazı gözlemciler, Biden’in gidici olduğunu, Cumhurbaşkanın onunla vakit kaybetmek istememiş olabileceğini öne sürdüler. Biden’in adaylıktan çekileceği Vaşington zirvesi sırasında belli değildi. Ancak her hal ve karda Ocak 2025 ortalarına kadar görevde kalacaktır. Yani şimdiden yokmuş gibi farz etmek ilave bir hatadır. Korkarım görüşmenin yapılmamış olması Biden’in mecbur kalmadıkça otoriter liderlerle bilinen görüşme isteksizliğinden kaynaklanmıştır.
Diğer taraftan başta İngilizler olmak üzere birçok ülke Trump’un ekibi ile ufak ufak temaslarda bulunmakta ve bunun duyulmasında sakınca görmemektedir. Nihayet ne yazık ki Trump’un seçilme olasılığı her gün biraz artıyor. Ekibi ile temas bu bakımdan doğaldır. Ancak iktidarımızın bu yönde bir girişimi olmuşsa, bu duyurulmadı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Trump’un uğradığı suikast girişimi üzerine onunla yaptığı geçmiş olsun telefonu şüphesiz iyi bir inisiyatif olmuştur. Bu arada Trump seçilirse yeni döneminde onunla ilişkilerin eskiye nazaran daha da sorunlu olacağına şimdiden dikkat çekmekte fayda var. İsrail’deki ABD Büyükelçiliğini Tel-Aviv’den Kudüs’e taşıyan ve Netanyahu ile sıkı ailevi ilişkiler içinde olan Trump’un yeniden iktidara gelirse İsrail’e katıksız destek politika uygulayacak ve ülkemize İsrail politikasını değiştirmesi için baskı yapacaktır. KKTC dönüşü uçakta verdiği demeçte Cumhurbaşkanının Trump konusunda çok ihtiyatlı bir dil kullanmış olması tehlikenin farkında olduğunun göstergesidir sanırım.
Vaşington zirvesinin ülkemiz açısından başarı hanesine 2026 NATO zirvesinin ülkemizde yapılacağının açıklanması yazılmıştı. Oysa metne bakıldığında 2025 zirvesinin Hollanda’da yapılacağı belirtilmekle beraber, müteakip bir toplantının düzey ve tarih verilmeksizin ülkemizde düzenleneceği ifade edilmekle yetiniliyor. Bu da ittifakın ülkemize bakışının mesafeli olduğunun bir göstergesi sayılmalıdır.
Bu arada AB ve NATO içinde Rusya ile Çin’in en yakın destekçisi olduğu bilinen Macaristan Başbakanı Viktor Orban’ın halihazırda devam eden AB’nin altı aylık geçici dönem başkanlığı hemen başlarında Rusya ve Çin’i ziyaret ve AB adına konuştuğunu ima etmesi üzerine AB içinde fırtına kopmuş, geçici dönem başkanının dış ilişkiler konusunda AB adına konuşamayacağı, bunu ancak Konsey Başkanı Charles Michel ile Yüksek Temsilci Borrell’in üye devletlerden aldıkları görev talimatı çerçevesinde yapabileceği, Orban’ın Rusya ile Ukrayna arasında arabuluculuk gayretlerinin AB’ni bağlamadığı belirtilmiştir.
Böyle bir ortamda iktidarın benzer gayretlerinin tepki, hatta pek fazla ilgi uyandırmamış olması ilginçtir. Tabiatıyla ülkemizin Macaristan’dan farklı olarak AB üyesi olmaması yaptıklarının AB’yi ancak sınırlı bir şekilde ilgilendirmesi sonucunu doğurur. Hala adaylığı ciddiye alınan bir ülke olsaydık, adayların Birliğin dış politikasına uymalarının beklendiği şüphesiz hatırlatılırdı. Bunun yapılmamış olması adaylığımızın gündemden nasıl tamamen düştüğünün bir göstergesidir. İktidar NATO bildirisine itiraz etmiş olsaydı, İsveç’in üyeliğine koyduğu geçici veto zamanındaki gibi sert tepkilerle karşılaşırdı. Bildiriye itiraz etmeyince tepki de çekmemiş oldu. Ancak bir gün Astana’da, ertesi gün Vaşington’da birbiriyle bağdaşmayan örgütlenmelerde rol almak için uğraşan iktidarımızın her iki tarafta da güvenilir olmadığı izleniminin doğmasına şüphesiz yol açıyordur.
Başlangıçtaki Fransız atasözüne dönecek olursak birden fazla hedef peşinde koşarken hepsinden de mahrum olma tehlikesinin bir örneği de merkezi Viyana’da bulunan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) Genel Sekreterliği ile NATO Genel Sekreter Yardımcılığı görevlerine aynı anda talip olunmasıdır. Ülkemizdeki insan hakları sicilinin bozukluğu, AGİT’in son iki seçimin düzenlenmesi hakkında kullandığı eleştirel ifadeler gibi nedenlerle kişisel meziyetleri ne olursa olsun bir Türk vatandaşının Genel Sekreterliğe atanması bir hayli zordur. Üstelik oydaşmayla karar alınan bu örgütte bu atamaya Ermenistan ile G. Kıbrıs’ın da onay vermesi gerekir. Ancak Cumhurbaşkanını ağzından NATO Genel Sekreter Yardımcılığı için de bastırıldığı haberinin duyurulması beni iyice şaşırttı. Eskiden ülkemiz bir adaylığa talip olduğunda ve buna gerçekten önem veriyorsa aynı zamanlara rastlayan tüm diğer adaylıkları en azından geçici bir süre için ertelerdi ki önem verdiği görevin alınması güçleşmesin. Bu defa bu strateji de kenara bırakılmış oldu. Umarım hüsrana uğranılmaz.
Bu arada geçtiğimiz günlerde İngiltere’de düzenlenen Avrupa Siyasi Topluluğu (EPC) zirvesine Cumhurbaşkanının katılmamış olması da bence kaçırılmış bir fırsattır. Avrupa kıtasında Kafkas ülkeleri dahil sadece Belarus ile Rusya hariç nerede ise tüm devlet ve hükümet başkanlarının katıldığı ve altı ayda bir yapılan zirveler Avrupa’nın AB’den ibaret olmadığını vurgulaması açısından bizim için de öneme haizdir. Bir diyalog forumundan öteye gitmemekle beraber zirveler Avrupa değerlerine aidiyetin kanıtı olarak görülmelidir. Son üç zirveye Cumhurbaşkanı katılmamayı tercih etmiştir. Gerekçe takvim uyuşmazlığı olarak ilan edilmiş olmakla beraber zirvelerin yer ve tarihleri en az altı ay öncesinden belirlendiği için bu gerekçe pek inandırıcı olmamıştır. Kalabalık heyetlerle seyahat etmeye alışık olan Cumhurbaşkanının diğer liderler gibi beşer kişilik bir heyetle sınırlandırılmış olması iddiaya göre asıl gerekçeyi teşkil etmektedir. Gelecek zirve 7 Kasım 2024 tarihinde Macaristan’da yapılacak. Bakalım Cumhurbaşkanı “dostu” Orban’ı kırmayıp o toplantıya katılacak mı? Yılda iki kez düzenlenen zirvelerin biri bir AB ülkesinde ikincisi de AB dışındaki bir ülkede yapılıyor. Gönül isterdi ki 2025’in ilk yarısında yapılacak müteakip zirveye ülkemiz ev sahipliği yapsın ve bu şekilde 47 Avrupa devlet ve hükümet başkanını ağırlasın. Ancak son üç zirveye katılınmamış olması bu oluşuma duyulan ilginin ne kadar az olduğunun göstergesidir. Bu da iktidarın Avrupa değerlerinden ne kadar uzaklaştığının bir işareti olarak yorumlanmalıdır herhalde.
Gelelim Suriye’ye: Bu konu haliyle yazımın sonunda birkaç cümleyle geçiştirilecek nitelikte değil. Ancak son zamanlarda Esad ile görüşme konusunda izlenen yöntemin garipliğinin dikkatimi çektiğini belirtmeden geçemezdim. Şöyle ki her müzakerede talepkâr (demandeur) olan tarafın taviz vermesi beklenir. Bir evi muhakkak satmak istediğinizi potansiyel alıcıya hissettirirseniz fiyat düşer. Tersine alıcıysanız ve evi çok beğendiğinizi ve almaya kararlı olduğunuzu satıcıya hissettirirseniz, fiyat yükselir. Bunlar müzakerenin temel ilkeleridir. Oysa bakıyorum ki haftalardan beri iktidarımız Suriye diktatörü Esad ile görüşme yapma hevesi içinde. Esad da haliyle fiyatı yükseltiyor. Bunda şaşırtıcı bir şey yok. Bakalım fiyat nereye kadar çıkacak ve alıcı taraf bunu ödemeye razı olacak mı? Ülkemiz normal bir şekilde yönetiliyor olsaydı, temaslar ilk önce bir üçüncü ülkede teknik düzeyde ve mümkünse gizlice başlatılır, işler olgunlaştıktan sonra devlet başkanı düzeyine çıkarılırdı. Ancak tek adam rejimlerinde tek karar verici olduğundan geleneksel yöntem tercih edilmedi.