Geçtiğimiz günlerde üç ayrı ülkede, İran, Fransa ve Birleşik Krallıkta seçim yapıldı. Bunların arasında belki de tek ortak nokta, seçimlerin zamanından önce yapılmasıydı. İran’da Cumhurbaşkanı Reisi’nin şüpheli bir helikopter kazasında ölmesi üzerine yeni Cumhurbaşkanı seçimi gerekmişti. Fransa’da iktidar partisinin 9 Haziran 2024 tarihinde yapılan Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinde ciddi yenilgiye uğraması üzerine Cumhurbaşkanı Macron görev süresinin biteceği Mayıs 2027’ye kadar ülkeyi hiçbir şey olmamış gibi yönetemeyeceğini düşünerek Meclisi feshetti. Birleşik Krallık Başbakanı Sunak da halk desteğinin gittikçe azalması karşısında seçimleri 6 ay kadar öne almayı tercih etti. Birbirinden olabileceği kadar farklı sistemlere sahip bu üç ülkede bir diğer ortak nokta seçimlerin sürpriz sonuçlara yol açmış olmasıdır. Tabii bu sürprizler İran ile Fransa’da daha büyük, Birleşik Krallıkta daha küçük olmuştur.
İRAN: İki turlu Cumhurbaşkanlığı seçimi 20 yıldır ilk defa reformcu hüviyetli bir adayı, Mesut Pereşkiyan’ı iktidara taşıdı. İktidara taşıdı demek belki çok doğru değil çünkü dünyada benzeri olmayan şekilde esas muktedirin dini lider Hameney olduğu malumdur. Burada ilginç olan adayları da dolaylı olarak dahi olsa belirleyen Hameney’in beş muhafazakâr adayın arasına bir tane de reformist adayın girmesine izin vermiş olmasıdır. Bunu rejimden ümidini kesmiş olan geniş halk kitlelerinin seçime sırtını çevirmesini engellemek için yaptığı, ancak muhafazakâr adaylardan birinin ikinci turda seçileceğine kesin gözüyle baktığı tahmin edilmektedir. Nitekim birinci turda seçime katılma oranı %40 ile sınırlı kalınca seçimin meşruiyetine ciddi bir gölge düşmüş, ancak reformist aday ikinci tura kalınca muhalif seçmen sandığa koşmuş ve Pereşkiyan’ı kazandırmıştır.
Yeni Cumhurbaşkanı reformcu olmakla beraber yine de sistemin ve rejimin karşıtı olduğu söylenemez. İslam Cumhuriyetini ortadan kaldırmak gibi bir iddiası yok. Tersine dini lidere bağlılığını açıkça beyan ediyor. Bununla birlikte içeride kadınların örtünme zorunluluğu, internet kullanımındaki kısıtlamalar gibi sosyal alandaki sınırlamaları gevşeteceğini, dış politikada Batı ile barışacağını ve ülkenin yıllardan beri tabii olduğu ambargoların kalkması için uğraşacağını vaat etmiş ve şüphesiz başarısının arkasında bu vaatlere duyulan güven olmuştur. Zira ikinci tura kalan tek muhafazakâr aday Sait Jalili onun tam tersi tezler öne sürmüş ve neticede Pereşkiyan’ın 10 puan gerisinde kalmıştır.
Pereşkiyan’ın vaatlerini yerine getirme mücadelesinde ne kadar başarılı olacağı, geçmişte diğer reformcu adayların başına geldiği şekilde bir süre sonra sistemle mücadelesini kaybedip kaybetmeyeceğini zaman gösterecektir. Ancak belli olan şey halkın artık İslam Cumhuriyetinden sıkıldığı ve rejimin değişerek gerçek bir demokrasiye geçilmesini istediğidir. Dinin karın doyurmadığının bir önemli örneği Doğu komşumuzda. Bu arada halkın desteğine sahip olmayan bir rejimin Lübnan, Suriye ve Irak gibi sınır dışı alanlarda yeni maceralara girmesi muhtemelen daha zor olacaktır. Özellikle Cumhurbaşkanının Batı ile ilişkileri normalleştirmeyi arzu ettiği dönemde.
FRANSA: Fransa devleti de bir cumhuriyet olmakla beraber İran ile hiçbir benzerliği olmadığını hatırlatmaya gerek yok herhalde. Fransa’da da iki turda yapılan seçimlerde de çok büyük bir sürpriz yaşandı. Birinci turun sonunda %34 oy alan aşırı sağcı Milliyetçi Birlik (RN) partisi en az 20 yıldır her seçimde olduğu gibi ikinci turda kendisine karşı işletilen cumhuriyetçi cephenin kurbanı oldu. Yeni Halk Cephesi (NFP) ile Cumhurbaşkanı Macron’un Birlikte (Ensemble) birliği iki tur arasında anlaşarak, RN’in karşı tek adayla çıktılar ve ilk turda birinci sırada çıkan bu parti ikinci turda üçüncülüğe düşürüldü. Ancak hiçbir partinin hükümeti kurmak için gerekli mutlak çoğunluğa sahip olmaması işleri bir hayli güçleştirmektedir. 1958 yılında parlamenter sistemden uzaklaşmak için kurulan halihazır Beşinci Cumhuriyet rejiminde siyasi iktidar Cumhurbaşkanı ile Parlamento arasında paylaşılmaktadır. Cumhurbaşkanı dış politika ve savunmada öncü rolde olmakla beraber ülkenin yönetimi için meclisin güvenine sahip bir hükümete ihtiyacı vardır.
Beşinci Cumhuriyet döneminde Cumhurbaşkanının Parlamentoda kendisine yatkın değil, tersine muhalif bir partinin çoğunluğa sahip olması nedeniyle onun kurduğu hükümetle yaşamak durumunda kaldığı dönemler olmuştu. Bunlara birlikte yaşamak (cohabitation) deniyor. Ancak önceki seferlerde hükümet kurmak bir sorun olmamış, muhalefet gerekli çoğunluğa sahip olduğu için kısa süreli de olsa istikrarlı hükümetler kurulabilmişti.
Bu defa durumun farklı olacağı anlaşılıyor. Parlamentoda oylar iyice dağıldığı gibi en fazla oyu alan ancak yine de mutlak çoğunluğa sahip olmayan Yeni Halk Cephesi de homojen bir grup teşkil etmemektedir. Farklı 4 ayrı partinin sadece bir seçim ittifakı için bir araya geldiği ve ortak bir politikaya sahip olmadıkları gibi Cephenin lideri görünümündeki Mélenchon‘u başbakan adayı olarak kabul etmedikleri görülmektedir.
Bu durum ülke için Beşinci Cumhuriyet döneminde görülmemiş bir belirsizlik yaratmaktadır. Şimdiye kadar seçimlerin yapıldığı gün Meclisteki çoğunluğun hangi partide olduğu belli olur, mevcut başbakan hemen istifa eder, bu istifa Cumhurbaşkanı tarafından kabul edilir, kendisine yakın veya muhalif olsun yeni başbakan hemen atanır, hükümetini kurup göreve başlar ve kısa zamanda güven oyu alırdı. Bu suretle boşluk olmazdı.
Bu defa böyle olmadı. Başbakan Attal hemen istifasını sundu, ancak istifa Cumhurbaşkanı tarafından kabul edilmeyerek, yeni hükümet kuruluncaya kadar günlük işleri yürütmek üzere görevde kalması istendi. Böyle şeyler Belçika ve Hollanda gibi ülkelerde çok alışılmamış değil. Hatta son kurulan Hollanda hükümetinin seçimlerden ancak 223 gün sonra göreve geldiği, Belçika’da ise bazen hükümet kurma işinin seçimlerden sonra bir, hatta iki yıl sürdüğü malumdur. Ancak böyle bir şey Fransa’da Beşinci Cumhuriyet döneminde ilk defa oluyor. Tahminler sürecin bir hayli vakit alacağı, Cumhurbaşkanı Macron’un Yeni Halk Cephesinin birbirlerinden farklı dört partiden oluşmasından yararlanarak, cepheyi bölüp ılımlı sosyal demokratlar, kendi partisi ve orta sağ partilerle birlikte bir koalisyon kuracağı yolunda. Bu olmazsa Fransa’nın yine hiç alışık olmadığı şekilde bir teknokrat hükümeti (Fransızlar teknisyen demeyi tercih ediyorlar) kurulması da bir ihtimal. Böyle bir hükümet ülkeyi yeniden seçim yapılabilinceye kadar, yani en az bir sene yönetebilir. Hangi formül uygulanırsa uygulansın, ülkeyi yönetecek hükümet ekonominin ihtiyacı olan reformları yapacak güce sahip olmayacaktır. Ayrıca AB’nin karşılaştığı sınamalar, Ukrayna savaşının yarattığı tehlikeler gibi karar alınmasını gerektiren konularda halk desteği sınırlı hükümetlerin gerekli adımları atması zor olacaktır. Bu nedenle aşırı sağın iktidara gelecek güce sahip olmamasından dolayı rahatlamış olan AB çevreleri, Birliğin Almanya ile birlikte iki motör ülkesinden biri olan Fransa’nın uzunca bir süre belirsizliğe mahkûm olmasından dolayı rahatsızlık duymaya başladılar. Bir de tabii RN’e karşı başarıyla işletilen Cumhuriyetçi cephenin 2027 seçimlerinde de aynı performansı göstereceği garantisi yok. Diğer bir endişe ise Fransa’nın parlamentonun egemen, cumhurbaşkanının yetkilerinin sınırlı olduğu IV. Cumhuriyet dönemine geri dönüş yaşamasıdır. 1946-1958 yılları arasında uygulanan IV. Cumhuriyet Anayasası döneminde 12 yılda 26 hükümetin birbirlerini kovaladığı sık sık dile getiriliyor.
BİRLEŞİK KRALLIK: Birleşik Krallık diğer Avrupa’lı “taçlı demokrasiler” gibi parlamenter rejimlerin en gelişmiş türüyle yönetiliyor. Hükümdar siyaset üstü ve siyasete hiçbir şekilde karışmayan, bununla birlikte saygı uyandıran ve devletin birliği ile devamlılığını simgeleyen olağan dışı bir konumdadır. Yeni Başbakan Sir Keir Starmer’ı görevlendirmek için kabul ettiğinde, Starmer’ın Kralı büyük saygı ile selamladığı televizyon kameraları tarafından kayda alındı. Diğer taraftan görevi kendisine tevdi etmeden ve kameralar odadan çıkarılmadan önce Kralın Starmer’ı kutlamadığı, sadece son günlerin kendisi için çok yorucu geçtiğinden emin olduğunu söylemesi dikkatimi çekti. Muhtemelen tebrik tarafsızlığını bozacak bir ifade olarak gözükecek ve eleştiri çekecekti. Kralın ondan dikkatle çekinmesi konumu itibarıyla gerekli sayılmalıdır.
Birleşik Krallığın bir diğer özelliği de seçim sistemi ile ilgilidir. Asırlardan bu yana uygulanan dar bölgeli, çoğunlukçu sisteme göre tek sandalyeli 650 seçim bölgesinin her birinde en fazla oyu alan aday seçilmektedir. Tek değişen, seçmen olma hakkına sahip olanlardır. Geçmiş asırlarda sadece muayyen miktarda taşınmaz mala sahip erkekler oy verebilirken, 19uncu yüzyılın ortalarından itibaren servet sahibi olma gereği kademeli olarak kalkmış, sonradan da kadınlar seçme ve seçilme hakkına sahip olmuştur.
Seçim sisteminin adaletsizliği ve halkın adil bir şekilde temsil edilmesine imkân vermediği iddiasıyla yıllar önce Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine müracaat edilmiş, ancak bu müracaat reddedilmiştir. Neticede İşçi Partisi 14 yıl sonra oyların sadece %34 ile 650 üyesi bulunan Avam Kamarasında 411 sandalye elde etmiştir. Sandalye kelimesi de pek doğru değil aslında çünkü milletvekilleri (ve Lordlar Kamarasında Lordlar) sıralarda otururlar.
Radikal sağcı Reform Partisi oyların %14’ü ile 5 milletvekilliği, buna karşılık Liberal Demokrat Parti, oyların %12’si ile 72 milletvekilliği kazanmıştır. İşçi Partisi büyük bir zafer kazandı ancak bu zafer sığdır. Ayrıca mevcut lider ve yeni Başbakan Sir Keir Starmer, selefi Jeremy Corbyn’den farklı olarak radikal sol bir profile sahip değildir. Başsavcılık görevini yürüttükten ve o yüzden kullanmakta bir sakınca görmediği “Sir” unvanıyla ödüllendirildikten sonra nispeten ileri bir yaşta siyasete girmiştir. Fincancı katırlarını devirmek gibi bir niyeti olmadığı açık. Göreve başladıktan sonra yaptığı ilk iş yeni Savunma Bakanını Ukrayna’ya göndererek önceki Muhafazakâr hükümetin bu ülkeye verdiği kuvvetli desteği sürdüreceğinin garantisini verdirdi. Popülizmden uzak durup harcamaların kontrol çıkmasını engellemeye çalışması beklenmektedir.
Birleşik Krallık seçim neticelerinin Fransa’dakilerden büyük farkı istikrarı sağlamış olmalarıdır. Yukarıda belirttiğim gibi Fransa belki bir yıl halkın desteğinden yoksun bir hükümetle idare edilecekken, Birleşik Krallık seçimin ertesi günü eski başbakanın istifa ettiğine, yenisinin atandığına ve seçimden iki gün sonra yeni iktidarın ilk kabine toplantısının yapıldığına şahit olmuştur. İktidar boşluğu eski başbakanın Krala istifasını sunması ile yeni başbakanın atanması arasında sadece yarım saat sürmüştür. Başbakanın hem makamı hem resmi konutu olan 10 Downing Street adresindeki binanın temizleyici ekip tarafından yeni iktidara hazırlanması için elindeki zamanın bundan ibaret olduğu basında yer aldı. Çok nadir istisnalar dışında da İngiliz yönetim sistemi böyle neticeler doğurur. Ülke bir hukuk devleti olmasa şüphesiz temsil adaletini sağladığı pek iddia edilemeyecek bu sistemin sakıncaları çok büyük olurdu. Ancak oy dağılımına bakıldığında nısbi sistem uygulanmış olsaydı, ülkenin diğer çoğu Avrupa ülkeleri gibi koalisyonlar veya azınlık hükümetleri ile yönetilmiş olacağını görürdük. Birleşik Krallık halkı mevcut sistemden memnuna benziyor. Seçim sisteminin değiştirilmesi ise hiçbir partinin gündeminde yer almıyor. “Economist” dergisi bile sistemin adaletsizliğine dikkat çekerken hızlı bir değişikliğe ihtiyaç olmadığını, belki konunun 2029 seçimlerinden sonra gündeme gelmesinin gerekebileceğini ifade etmekle yetiniyor.
Kısa bir zaman içinde yapılan bu üç seçimin, demokrasinin seçimden ibaret olmadığını, sağlam bir hukuk yapısı ve seçmene iradesini serbestçe ifade etme imkanı verilmedikçe seçimlerin pek bir anlam ifade etmediğini, gerekiyorsa yine gösterdi. Cumhuriyet adını taşımak demokrasinin garantisi değildir. Ülkenin başında taç giymiş bir kişinin oturması da o ülkenin demokrasi olmadığı anlamına gelmemektedir. İstikrar ise bazen temsil adaletine sınır getirilmesini gerektirebilir. Bu üç seçimden benim çıkardığım sonuç buydu. Tabii başkaları başka sonuç çıkarabilir.