Bu, “Laik siyaset ve laik sosyolojinin bugünlere gelişteki sorumluluğu” başlıklı yazı dizisinin son bölümü. Geçen yazıda bu bölümün konusunu “‘2007’ kitabına bugünden bir ek: Laik-seküler muhalefet geçmiş pratiğinden gerekli dersleri çıkartabildi mi” diye özetlemiştim.
Fakat ‘dersler’ faslına geçmeden önce, araya başka yazılar girmesi ve bazı okurlar için diziyle irtibatın kopmuş olması ihtimali nedeniyle, önceki yazılarda hep yaptığım gibi bu bölüme de dizinin kaynağını ve amacını birkaç cümleyle hatırlatarak başlamak istiyorum. 2012 yılının ortalarında, adı ‘2007’ olan bir kitap çalışmasına başlamıştım. Niyetim, geniş gazete taramalarıyla ‘her şeyin belirlendiği’ o kırılma yılını ve oraya nasıl gelindiğini olgular üzerinden anlatmaktı. Olguları peş peşe sıralayınca, doğal olarak karşımıza seçimle gelmiş bir iktidarı ‘kurumlar’ı kışkırtarak hal’etme hikâyesi çıkıyordu, yani bir mağduriyet hikâyesi… Ne var ki, kitabın yazımını bitirdiğimde artık bizzat AK Parti iktidarı “mağdur”dan “mağdur eden”e dönüşmüştü; işte o koşullarda kitabı yayımlamak içimden gelmedi. Ve aradan 10 yıl geçtikten sonra, Etyen Mahçupyan’ın Gülsüm Ekinci’ye verdiği söyleşide yer alan bir değerlendirme düşüncemi değiştirdi; kitabı, özetleyerek ama bazı ilaveler de yaparak Serbestiyet’te tefrika etmeye karar verdim. Bu dizide, evet, geçmiş yılları hatırlatıyorum fakat iktidar bu geçmişi artık bir mağduriyet öyküsü olarak kullanamaz… Geçmişi, laik siyaset ve laik sosyolojinin bugünlere gelişteki sorumluluğunu hatırlatmak için deşiyorum. (Not. Mahçupyan’ın bu diziye ilham veren değerlendirmesini ve diziyi hangi amaçla kaleme aldığım hususunda daha fazla bilgi için yazının sonundaki ‘Sabitlenmiş Sunum’a göz atabilirsiniz.)
Okuma parçası: “Ben Anadolu çomarıyım”
“Ben Anadolu çomarıyım, zevksizim, görgüsüzüm, hadsizim, faydacılığın dibini sıyırırım… Ben Anadolu çomarıyım, güce taparım, nezaketi zayıflık olarak görürüm, zayıf gördüğümü her fırsatta ezmeye çalışır ama güçlünün götünü yalarım… Ben Anadolu çomarıyım, her açıdan vasatım, o yüzden herkesin benim gibi vasat olmasını isterim ki vasatlığım göze batmasın, onlar gibi olamayacağım için vasatın üstündeki herkesten nefret ederim… Ben Anadolu çomarıyım, yirmi yıl İstanbul’da yaşayıp köylü kalmayı başarırım, asla şehirli olamam, yaşadığım şehri köye çevirmeye çalışırım… Ben Anadolu çomarıyım, din-iman der kılıfına uydurarak her günahı işlerim, vatan-millet der vergi kaçırırım, iki yüzlüyümdür, hiçbir ilkem yoktur, kendi ülkemin işgaline ses çıkarmaz fakat başka ülkelerin işgalinde sokakları dökülürüm… Ben Anadolu çomarıyım, utanma duygum yoktur, sürekli kul hakkı yerim, ‘Allah görür’ yazılı arabamla trafikte saplama yapıp milletin yol hakkını gasp ederim, hiçbir ahlaki değerim yoktur, ahlak denince aklıma sadece cinsellik gelir, o da akrabalarım dahil herkese hallenip bana verme ihtimalleri olmayanlara ahlaksız diyerek kendimi rahatlattığım için… Ben Anadolu çomarıyım, kafam pek çalışmaz, basit bir sebep-sonuç ilişkisi bile kuramam, izlediğimi anlamam, dinlediğimi anlamam, gördüğümü anlamam, üç kelimenin üstündeki cümleleri anlamam, basit bir olayı bile doğru değerlendiremem, gerçek milliyetçilere vatan düşmanı gerçek vatanseverlere de vatan haini diyecek kadar geri zekâlıyım.”
Bu hezeyanlı ‘okuma parçası’ çok izlenen, çok beğenilen bir video kaydının metni… Ben X’te gördüm ama galiba daha büyük bir kitle İnstagram’dan izlemiş. Video ve altına girilen yorumlar benim yukarıda, başlıkta sorduğum soruya olumlu cevap vermeyi güçleştiriyor. Videoya ve yorumlarına yazının sonunda tekrar döneceğim, şimdilik bu kadar…
“Yaptığın muhalefet kimi güçlendiriyor?”
Siyasal iletişimci ve kampanya yöneticisi Ateş İlyas Başsoy, 2009 yerel seçimlerinde CHP’nin Antalya Büyükşehir Belediyesi seçimlerini kazanmasını sağlayan kampanyanın ardından 2010’da yayımladığı “AKP Neden Kazanır CHP Neden Kaybeder” kitabında AK Parti’nin hep kazanan, CHP’nin hep kaybeden parti olmasının nedenlerini tartıştı. Başsoy’a göre bir seçimi kazanmak her şeyden önce söylem meselesiydi. AK Parti, kutuplar dışında kalan, ‘ideolojisiz’ yüzde 25’lik kesimi kazanabilmek için kendi ideolojisinin söylemini geri plana itmiş, tabanını da seçimi ancak böyle kazanabileceğini söyleyerek ikna etmişti. Buna karşılık CHP -ne yapsa kendisinden vazgeçmeyecek sert ideolojili bir tabana sahip değilmiş gibi- yalnızca onlara hitap eden, onları bir daha ‘kazanacak’ ideolojik bir söylem tutturmuştu. Bu söylem sadece işine-gücüne, yatırıma-hizmete bakıp karar veren, sertlikten ve kutuplaşmadan ürken siyasetsiz seçmen ‘Selim Türkhan’ları korkutmakla kalmıyor, CHP’nin laik-seküler tabanı dışında kalan geniş kitleleri de rencide ediyordu.
Ateş İlyas Başsoy 2019 yerel seçimlerinde CHP’nin seçim kampanyasının Anadolu ayağını yürüttü. Bu seçim sırasında da bütün parti kadrolarına gönderilen bir kitapçık yayımladı: Radikal Sevgi Kitabı.
CHP Yerel Yönetimlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Seyit Torun, kitapçığın önsözünde şöyle yazmıştı:
“Ordulu bir Anadolu çocuğuyum, babam fırıncı. Çocukluğum ve gençliğim Ordu’nun dağlarında, köylerinde gezmekle geçti. Balıkçılar, ormancılar, fındıkçılar arasında büyüdüm. Ve bu insanlar içinde ne bilge amcalar, ne ermiş teyzeler tanıdım, çoğu okuma yazma bilmez.
“Kışın acından ölse bile emanet bıraktığın pirinçten bir avuç pişirmeyecek kadar namuslu köylüler tanıdım; genellikle bizim partiye oy vermezler. Bunun için onları hiç suçlamadım, hep ‘Acaba niye böyle?’ diye düşündüm.
“Biz dağ taş memleket dolaşırken, bu insanları hiç görmemiş, hiç tanımamış bazı ukalalar, bu köylülere ‘makarnacı, rüşvetçi’ diye hakaret ediyordu. Çalışmaktan kafasını kaşıyacak vakit bulamayan işçilere, köylülere ‘göbeğini kaşıyan adam’ bile dediler. Tanımamak, bilmemek, ötekileştirmek en büyük hastalık oldu. Bir yerde yanlış vardı ama neredeydi?”
Bu önsöz, CHP’yi içinde ülke nüfusunun yüzde 25’inin oturduğu “cam tavanlı”, “huzurlu” fakat bütün seçimleri kaybeden bir parti olmaktan çıkartmaya dair çok güçlü bir irade beyanıydı.
Ateş İlyas Başsoy Radikal Sevgi Kitabı’nda, “AKP hep kazanır, CHP hep kaybeder”i tersine çevirmek için yapılması gerekenleri (ve CHP örgütünün nihayet yapmaya razı olduğu şeyleri) kısa ve özlü cümlelerle anlatıyordu.
CHP’nin Ateş İlyas Başsoy’la tanıştığı yıllarda CHP tabanı “makarnacılar, kömürcüler” diye yazan yazarlar dışında kimseyi okumaya tahammül edemiyor, parti liderinden ve yöneticilerinden de “laiklik elden gidiyor”dan başka bir şey duymak istemiyordu. Fakat problem şuradaydı ki, CHP’nin CHP’ye, CHP’linin CHP’liye propagandasıyla seçim kazanmak mümkün değildi. Bir seçim öfkeyle, negatif propagandayla değil, umut vererek ve daha iyisini yapacağına ikna ederek kazanılabilirdi.
2019 seçimleri yeni anlayışın sınandığı ilk seçim oldu. CHP bu seçimle birlikte, “hep yenilen” parti olmasının altında yatan temel nedenlerden birine karşı hayırlı bir isyan başlatmıştı.
Radikal Sevgi Kitabı’nda bu yeni anlayışın temel yaklaşımlarını içeren bir öneriler sepeti var. Onlardan birkaçını aktarmadan önce, kitapta yer alan ve bence ana fikrin ana fikri olan bir cümleye özellikle dikkatinizi çekmek istiyorum. İngiliz roman ve deneme ustası John Fowles’un bir sözü bu:
“Yaptığın muhalefet muhalif olduğun şeyi güçlendiriyor mu zayıflatıyor mu?”
Kitapçığın son cümlesi olması, dev bir puntoyla dizilmiş olması ve ardından gelen “bu sözü hiç unutmayın” vurgusu, CHP adına şimdiye kadar yürütülen seçim kampanyalarının temel yanlışının da büyük bir isabetle teşhis edildiğini gösteriyordu. CHP’nin özellikle Kılıçdaroğlu’nun ikinci döneminden önceki seçim kampanyaları, gerçekten de muhalefet ettiğini zayıflatan değil güçlendiren bir rol oynuyordu.
Aşağıda Radikal Sevgi Kitabı’nda parti kadrolarından istenenlerden bir demet var. Kitapçıkta çok sayıda başlık var ama ben yazıyı uzatmamak için aralarından birkaçını seçtim, tabii onları da mecburen kısalttım.
Radikal sevgi nedir? Kardeşin kardeşi sevmesi kolaydır ve doğaldır. (…) Bu kirle mücadele etmek için sadece “sevmek” yetmez. “Radikal biçimde sevmek” gerekir. Biz buna radikal sevgi diyoruz. Radikal sevgiyi, normal sevgiden ayıran temel fark, sizi seveni değil, sevmeyeni de sevmek.
Kamplaşma! Kamplaşma, kamp liderlerine yarar. Bu nedenle kamplaşma! Karşıttan güç alan bir düşüncenin karşıta ihtiyacı vardır. Bu nedenle karşıt karşıtı sürekli tahrik eder, sürekli arenaya çekmeye çalışır. (…) Bu nedenle kutuplaşmıyoruz, kamplaşmıyoruz; sabırla, sebatla adalet için adımlar atıyoruz.
Kibirden kaçın! En kibirli insanlar en korkak insanlardır. Böyleleri kimsenin karşısına teke tek çıkamazlar, hep bir şeylerin arkasına sığınarak diklenirler. Üniversite mezunu ilkokul mezununu aşağılayamaz. Aksine, bir okul okumuş olmak o kişiyi, o okulu okuma şansı bulamamış insanlara karşı borçlu kılar. Olgun başak eğri durur. Herkesin kendine göre bir bilgeliği vardır. Çok büyük üniversiteler bitirmiş olmak hayat hakkında çok fazla düşünmüş olmanın garantisi olamaz, bazen hiç okul okumamış bir kişiden en bilge sözleri duyarız.
Alaycılıktan kaçın! Mizah kibir kalelerini yerle bir eden müthiş bir güç. Hiciv geleneklerimizde var, hepimiz Nasreddin Hoca’nın torunlarıyız. Ancak siyasi kimliklerin kin üzerinden kurgulandığı toplumlarda mizah çok kolay biçimde “alaycılık” gibi algılanabilir. Alay bazen iktidarları güçlendirir. Kurnaz yöneticiler kendileri ve takipçileri arasında güçlü bir “biz” hissi oluşturur. Bu nedenle kimileri yöneticiyle alay edeyim derken, halkla alay eder gibi görünürler ve kötü niyetlilerin ekmeğine yağ sürmüş olurlar.
Hakaret etmeyin! İnsanların farklı siyasi görüşleri olabilir ve biz bu görüşlere hiç katılmıyor olabiliriz. Konuşmaya karşıdaki insanın oy verdiği partiye veya partinin liderine küfür veya hakaretle başlarsak, ondan sonra söyleyeceğimiz hiçbir sözün etkisi kalmaz. Siyasi liderlere kötü söz söylemeyelim, onları tamamen konuşmanın dışına çıkaralım.
Sağlam bir ders çıkarma-çıkarmama ölçüsü: Laik-seküler taban “Erdoğan’ı görmezden gel. Onu sevenleri sev” sloganını benimseyebildi mi?
Ateş İlyas Başsoy, Ağustos 2020’de 2019 yerel seçimlerinde parti kadroları için kaleme aldığı Radikal Sevgi Kitabı’ndaki fikirleri genişleten ve bu defa bütün kamuoyuna seslenen yeni bir kitap yayımladı: “Seveceksen Radikal Sev / CHP Neden Kazandı AKP Neden Kaybetti.”
Bu kitapta anlattıklarına bakılırsa, Başsoy 2019 yerel seçimler kampanyası sırasında, tıpkı 10 yıl önceki (2009) Antalya seçimlerinde olduğu gibi CHP’lilere yine hazmı çok zor önerilerde bulunmuştu. Mesela, neredeyse herkese ezberlettiği şu slogan: “Erdoğan’ı görmezden gel. Onu sevenleri sev.”
Belediye başkan adayları bu sloganın gereğini zorlukla da olsa yerine getirdikten sonra gelen olumlu tepkileri gördükçe, Başsoy’un haklılığına inanıp yapılmasını istediği her şeyi yapmışlar.
Ateş İlyas Başsoy, katıldığı yüzlerce il-ilçe toplantısında, laf oturtmaktan, zehirli dile zehirli dille cevap vermekten zevk alan ve siyaset yapmayı da esasen öyle bir şey sanan CHP’lilerden “siyaset yapmamalarını” rica etmiş. Bunu da Karagöz-Recep İvedik (AK Parti) ve Hacivat (CHP) benzetmesi üzerinden şöyle anlatmış:
“Son gerçek Karagöz oyunu oynandıktan belki yüz yıl sonra çıkan Recep İvedik de orijinal Karagöz’le aynı kaderi yaşadı ve yaşıyor. Onu çocuklar seviyor, titiz anneler babalar hiç hoşlanmıyor.
“Recep İvedik Güngören’de oturur, soyadına bakılırsa ailesi Ankara İvedik’ten göçmüş diyebiliriz. O kente yeni gelendir. Göçmendir. Muhtemelen ikinci nesil kentlidir ve kente henüz tutunamamış, dikiş tutturamamış biridir. Bu yüzden, kendi sözleriyle ‘agresiftir, komplekslidir.’ Toplumsal bilinçaltında Recep İvedik ve Recep Tayyip’in sevilmelerinin bir hayli ortak noktası var. Sakın ola ki bu ortak noktaları hafife almayın ve küçümsemeyin.
“Recep İvedik Karagöz’dür… Karagöz ‘yapacağım’ der, Hacivat ‘yapamazsın’ der, Karagöz Hacivat’ı döver ve istediğini yapar. (…) Hacivat’ın işlevi Karagöz’e muhalefet etmekten ibarettir. Hiçbir oyunda bir şey yapar veya yapmaya çalışırken görmeyiz. O sadece yapılana (yani Karagöz’e) muhalefet eder.”
Ateş İlyas Başsoy’un CHP’lilere sunumunun bundan sonrasında söyledikleri, bugünlerde pek revaçta olan “Erdoğan’ın bizi çekmeye çalıştığı kutuplaştırma tuzağına düşmeyelim” uyarısını hatırlatıyor:
“Peki ya Hacivat oyundan çekilirse? Hacivat bu oyundan çıkarsa ne olur? Hacivat olmayınca Karagöz’ün ne anlamı kalır?
“Sizden ricam, en azından 31 Mart’a kadar AKP’ye muhalefet etmeyi bırakmanız. Siyasi propagandaya yerel seçimler boyunca son vermeniz. Yerel seçimden sonra dilediğinizi yapın, orası benim konum değil. Ama 31 Mart’a kadar 6 ay boyunca ‘bildik CHP muhalefeti’ni bırakmanızı istiyorum.”
Başsoy o toplantılarda CHP’lilerden başka şeyler de istemişti.
İtiraf edeyim, anlattıklarını okudukça Başsoy’un ne kadar cesur bir insan olduğunu düşünmekten kendimi alamadım. Öyle şeyler istiyordu ki CHP’lilerden, hitap ettiği kitlenin onu dinlemek bir yana sopayla kovalaması gerekirdi.
Kitabın sonuna doğru bunun neden böyle olmadığını, CHP’lilerin onu neden dinlediklerini anlar gibi oldum. Çünkü fark ettim ki, onun hitap ettikleri “CHP tabanı” değil “CHP teşkilatı”ydı. (“Sunumlara CHP il, ilçe örgütleri, kadın ve gençlik örgütleri, belediye başkanı adayları ve ekipleri çağrılıyordu. Bir günde üç kente gittiğimiz oluyordu ve gerçekten yoruluyorduk.”) Teşkilat dinleyebilirdi, çünkü onların derdi, tabanın tersine “yürek soğutmak” değil seçim kazanmaktı. Peki taban? Kanaatimce orada işler çok daha zordu.
Aslında ‘normal’ bir sosyal-demokrat partide değişim talebi tabandan gelir. Fakat CHP normal bir sosyal demokrat parti değil, o nedenle de değişim aşağıdan yukarıya değil yukarıdan aşağıya oluyor. Dışarıdan bakanlar için izlenmesi çok kolay bir değişim; çünkü çok yavaş.
Şimdi işte yukarıda anlattığım videoya ve onun altına girilen yorumlara dönebiliriz. Aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen eski “göbeğini kaşıyanlar” yazılarına bile rahmet okutan, Başsoy’un CHP’lilere anlattıklarının tam tersini söyleyen bu videoya gösterilen teveccüh, doğrusu çok can sıkıcı. İnşallah onlar laik-seküler kesimin şu anki durumunu doğru temsil etmeyen bir kitledir.
Yine de CHP’nin klasik kanaat önderlerinden ve tabanın sosyal medya performansından anlayabildiğimiz kadarıyla, o videoya yansıyan kadar kötü olmasa da vaziyet iyi değil. Özgür Özel’in partiye aşılamaya çalıştığı yeni söylem, bazı taktik hatalara rağmen uzun vadeli bir başarının yegâne olanaklı söylemi. Parti seçim kazandığı sürece bu taban dişlerini sıkarak sesini çıkarmaz, ama ilk başarısızlıkta isyan kaçınılmaz, çünkü kendisini ve kendisi dışındakileri değerlendirmesi 10 yıl, 15 yıl önceki değerlendirmesinden çok da farklı değil gibi görünüyor.
Bakalım Özgür Özel bu yolda nereye kadar gidebilecek…
_________________
SABİTLENMİŞ SUNUM
“Laik siyaset ve laik sosyolojinin bugünlere gelişteki sorumluluğu” başlıklı bu dizi çok uzun sürecek, çünkü aşağıda okuyacağınız gibi 10 yıl önce kaleme alınıp yayımlanmayan bir kitabın yeni ilavelerle tefrika edilmiş hali bu…
Dizi arasına zaman zaman güncel yazılar da girecek, dolayısıyla diziyle ilk kez karşılaşacak olanların “nereden çıktı bu” dememesi ve önceki bölümlerle bağlantısını kurması için böyle bir “sabitlenmiş sunum”u gerekli gördüm. Bu sunum her bölümün sonunda tekrar edecek.
***
Demokratlık ve liberallik Türkiye’de ne zamandır küfür terimi olarak tedavülde… Küfrü daha da okkalı kılmak için onlara kestirmeden “yetmez ama evet”çi deniyor. Bu damganın ne kadar işlevsel olduğu, yeni bir TV dizisinde yer alan “O vatan haini ‘yetmez ama evet’çi içerde mi” repliği etrafında sosyal medyada düzenlenen şenlik üzerinden bir kez daha ortaya çıktı.
“Yetmez ama evet”çilere karşı yıllardır sürdürülen saldırganlık, futbol kulübü yöneticilerinin kendi başarısızlıklarının faturasını hakemlere yıkmasına çok benziyor. Aynı onun gibi, seçimle gelmiş bir iktidarı başta TSK olmak üzere ‘kurumlar’ üzerinden hal’etmeye girişerek Türkiye’yi feci bir otoriterliğe sürüklemede oynadıkları rolü görünmez kılmak isteyenler, faturayı “yetmez ama evet”çi dedikleri demokratlara ve liberallere ciro etmek için yıllardır -kabul edelim- başarılı bir performans sergiliyor.
AK Parti demokratların ve liberallerin başlangıç yıllarında kendisine açtığı krediden muhakkak ki faydalandı, fakat onun katbekat fazlasını kendisini ‘iç düşman’ olarak kodlayan modern-laik kesimlerin husumetinden türettiği mağduriyet algısından elde etti; ne var ki demokratlar ve liberaller bitmez tükenmez bir “sizin yüzünüzden” saldırısına maruz kalırken meselenin bu yanı yokmuş gibi davranıldı.
2012 yılının ortalarında, başlığı ‘2007’ olan bir kitap çalışmasına başlamıştım. Niyetim, geniş gazete taramalarıyla ‘her şeyin belirlendiği’ o kırılma yılını ve oraya nasıl gelindiğini anlatmaktı. Olguları peş peşe sıralayınca doğal olarak karşımıza seçimle gelmiş bir iktidarı ‘kurumlar’ı kışkırtarak hal’etme hikâyesi çıkıyordu, yani bir mağduriyet hikâyesi… Ne var ki kitabın yazımını bitirdiğimde artık bizzat AK Parti birilerini mağdur eden bir iktidar kurmaya başlamıştı ve o koşullarda kitabı yayımlamak içimden gelmedi. Ve aradan 10 yıl geçtikten sonra, Etyen Mahçupyan’ın Gülsüm Ekinci’ye verdiği söyleşide (Serbestiyet, 15 Aralık 2023) yer alan şu iki paragraf düşüncemi değiştirdi.
“(…) Çok kısa bir süre AK Parti’nin belki de demokratlığa da gidebilecek bir istekliliği vardı. Ama laik kesimin destek vermemesi AK Parti içindeki dinamiği tekrar eski hamuruna, eski damarına geri döndürdü. Dolayısıyla AK Parti’nin ilk on yılı Türkiye açısından kaçırılmış çok çok büyük bir fırsat. Fakat aslında bunu ne AK Partililer ne de karşısındaki laikler idrak etti.”
(…)
“Kendi kabahatinle yüzleşmek istemezsin. Laik kesim ne yapıyor şimdi, bugünkü AK Parti’yi geriye projekte ederek kendini aklamaya çalışıyor: AK Parti zaten böyleydi, Tayyip Erdoğan zaten bu kafadaydı diyor. Şurası doğru, Erdoğan büyük ölçüde aynı kafadaydı ama AK Parti’yi Tayyip Erdoğan yönetiyor değildi, çok başka bir koalisyon yönetiyordu. [Laik kesim bunu idrak edebilseydi] AK Parti’de yaşanan bütün tasfiyelerin sonucunda neyi kaybettiğimizi de anlayabilirdi.”
İşte bu iki paragrafı okuduktan sonra, 2013’te yayımlamadığım kitabı özetleyerek ama bazı ilaveler de yaparak Serbestiyet’te tefrika etmeye karar verdim.
Bu dizide geçmiş yılları hatırlatıyorum, fakat iktidar bu geçmişi artık bir mağduriyet öyküsü olarak kullanamaz… Geçmişi, laik siyaset ve laik sosyolojinin bugünlere gelişteki sorumluluğunu, ‘kabahatlerini’ hatırlatmak için deşiyorum.