Bir dönem Türkiye’de “askeri vesayet” konuşulurdu. “Hükümet oldu ama iktidar olmadı, olamadı” denilen bir zamanların başbakanı Recep Tayyip Erdoğan “askeri vesayet”e karşı epey geniş bir koalisyon oluşturdu. Özellikle Fethullahçıların, ardından sağ ve sol “liberal” aydınların desteğiyle “askeri vesayet” kademe kademe konlandırıldı. Tam “askeri vesayet” karşıtlarının zaferlerini ilan etmekte oldukları sırada çok az kişi bir şeylerin ters gittiğini söyleme cesareti gösterdi.
Bu noktada Nuray Mert’i apayrı bir yere koymak lazım. 17 Kasım 2009’da Radikal’de kaleme aldığı“Sivil istibdat” başlıklı yazısı nedeniyle alenen lince uğrayan -ki o tarihlerde sosyal medya yoktu ama linç yine oluyordu- Mert, bugün “yetmez ama evet” ile anılan 11 Eylül 2010’da halk oyuna sunulan anayasa değişikliklerine karşı çıktığı için de benzer bir durumla karşılaştı. (İşin ilginci Mert’ten bir şekilde hoşlanmayan bazı “muhalifler” onun “yetmez ama evetçi” olduğunu sanıyorlar.)
Onun 8 Şubat 2010’da Vatan Gazetesi’ne verdiği bir söyleşide şu söylediklerinin tümü yaşandı:
“Bu iktidar, sivil otoriter tek parti rejimine doğru gidiyor… Türkiye yokuş aşağı gidiyor. Bütün bunlar yapılırken, evdeki bulgurdan olabiliriz. Maalesef böyle bir tehlike var… Tarih bu dönemi çok karanlık bir dönem olarak yazacak. Buna eminim!”
Günümüzde “sivil vesayet”
AKP iktidarını uzun bir süre “atanmışların yerine seçilmişlerin yönetimi” iddiasıyla tahkim etti. Ama bir aşamadan sonra Mert’in uyardığı gibi “askeri” olanın yerine “sivil” bir vesayeti topluma dayattı. Bu açıdan en kritik nokta başkanlık sistemine geçilmesidir. Hiç unutmadığım bir olayı anlatmak isterim: 24 Haziran 2018’de yeniden cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan’ın TBMM’deki yemin törenini izlemeye gittiğimde danışmanlarından Yiğit Bulut ile karşılaştım ve kendisine neden milletvekili olmadığını sordum. O da bana “başkanlık sisteminde milletvekili olmanın bir anlamı kalmayacak ki!” cevabını vermişti. 16 Nisan 2017 Referandumu’yla kabul edilen ve 9 Temmuz 2018 tarihinden itibaren uygulanmaya başlanan “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” ile birlikte Bulut ve benzeri danışmanlar AKP milletvekillerinden çok daha güçlü bir hale geldiler.
“Sivil vesayet”çilerin sözcüsü Mehmet Uçum
Son günlerde onlardan en çok Mehmet Uçum kendisini gösteriyor ve bir nevi “sivil vesayet”in sözcüsü gibi davranıyor. 31 Mart yerel seçimlerinde AKP’nin ilk kez birinci parti olamaması ve CHP’nin bariz zaferi iktidarı ciddi olarak sarsınca, Erdoğan da geçmişe kıyasla daha yumuşak bir dil kullanmaya başlayınca bu kesim panikledi.
Seçimin hemen ardından Van’da yaşananlar bu kişilere bir yol ayrımında olduklarını düşündürmüş olacak ki “sözcü” Uçum durumdan vazife çıkarıp o meşhur uzun sosyal medya paylaşımını yapmıştı.
Ben de, “İradesine sahip çıkan milletin karşısına “Devlet”i çıkarmaya kalkışmak” başlıklı yazımda şöyle demiştim: “Uçum’un devlet’in d’sini büyük yazarak ona fazladan bir kutsiyet ve ayrıcalık tanımak istediği açık. Ve her ne kadar bu devlet’ten ‘milli’ diye bahsetse de Uçum’un milletin karşısına devleti çıkardığı da ortada. Diğer bir deyişle, Erdoğan’ın da dahil olduğu Türk sağının o her derde deva ‘milli irade’ kavramı, devlet adına konuşma iddiasındaki Uçum için bir yerden sonra hiçbir anlam ifade etmiyor.”
“Yumuşama” endişesi
Van olayının ardından CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in AKP Genel Merkezi’nde Erdoğan tarafından kabul edilmesi, görüşmeden iki tarafın da memnun ayrılması ve Erdoğan’ın siyasette “yumuşama” dönemine geçilmesinden memnun olduğunu değişik vesilelerle tekrarlaması iktidarın “şahin”, daha doğrusu “sivil vesayetçi” kanadını iyice telaşa verdi. AKP’nin “seçilmiş” ve “kıdemli” bazı isimlerinin taraftar olduğu “yumuşama” ve/veya “normalleşme”nin ilk ve olmazsa olmaz adımı olarak Osman Kavala başta olmak üzere Gezi tutsaklarının serbest bırakılması görülüyor ki bunu da Hürriyet’ten Abdülkadir Selvi’nin ısrarlı yazılarından anlıyoruz.
Selvi’ye adını da vererek MHP yöneticileri, adını vermeyerek MHP ile bir türk ittifak yaptıkları anlaşılan “sivil vesayetçiler” saldırıyorlar.
Bu bağlamda sözcü Uçum, geçen hafta “Bir pazar notu” başlığıyla yine uzun bir metni sosyal medyada paylaştı ve şöyle dedi: “Türkiye’de emperyalist bir planlamayla yapılan işbirlikçi gezi eylemi kaos hedefli yıkıcı sivil itaatsizlik eylemlerinin tipik örneğidir.”
Uçum’a göre, “Bu eylemler pozitif ceza hukuku açısından her zaman suç sayılan eylemler olur. Suçun niteliği değişen şartlara göre değişmez veya değişen durumlara göre eylemin suç niteliği ortadan kalkmaz… Bu tip eylemler hiç bir zaman hukukun koruması altında olmazlar, olamazlar.”
Uçum’un bu metni bir “hukukçu” olarak kaleme almadığı açık. Çünkü Gezi yargılamasının -tıpkı Kobani Davası gibi- hukuki değil siyasi bir olay olduğunu en iyi bilenlerden birisi.
Namık Tan’dan cumhuriyet ve demokrasi dersi
Nitekim eski Washington Büyükelçisi ve CHP İstanbul Milletvekili Namık Tan -ki kendisi perşembe günü AKP ziyaretinde Özel’e eşlik eden tek CHP’liydi- kendisine “Bir pazartesi notu” başlığıyla yine sosyal medyadan çok kapsamlı bir cevap verdi. Bu metni “sivil vesayetçiler”e verilmiş kısa bir cumhuriyet ve demokrasi dersi olarak da görebilirsiniz.
Tan “O zamanlar burada o SSCB’nin aparatçikliğini yapmaya yeltenmiş birilerinin, bugün çıkıp zamane düşünürü pozlarında topluma kabadayılık yapma cüretini gösterebilmeleri düşündürücü” derken Uçum’un zamanında Sovyetler Birliği güdümündeki Türkiye Komünist Partisi’nin mensubu olmasına gönderme yapmış olmalı.
Son olarak “sivil vesayetçi”lerin adını son dönemde duyar olduğumuz bir başka ismi, Cumhurbaşkanlığı Sağlık ve Gıda Politikaları Kurulu üyesi Mehmet Selim Köroğlu -ki kendisi eczacı ve sosyologmuş- “bir salı notu” başlığıyla Tan’a karşı Uçum’un yardımına geldi:
Köroğlu’nun kısa metninde Namık Tan’ın ağzından “eski vesayetçi yapıları tekrar ihya edeceğiz” cümlesi kurdurması çok anlamlı. Anlaşılan yeni “sivil” vesayetçiler ellerinden kaymakta olan iktidarlarını kaybetmemek için dünün “askeri” vesayetine referans verecekler ama pek bir işe yarayacağa benzemiyor.