Bir Sistem Bozucu Kurum Olarak Siyaset

Siyasi iktidarlar da bütün canlılar gibi doğuyor, büyüyor, ihtiyarlıyor ve ölüyorlar. Ölmeden önce de —istisnası yok bunun— hafızalarını kaybediyorlar. Biz garibanlar olanca “local”lığımızla, siyasi iktidarlarda tutarlılık ararken onlara çocukluklarını hatırlatmak gibi beyhude bir takım işlere girişiyoruz. Oysa bizim hafızamızla, onlarınki aynı şekilde çalışmadığı gibi, bizim iktidarlardan beklentilerimizle, onların iktidarda olmaktan beklentileri arasında aşılmaz uçurumlar var. Biz kendimizce bir nevi “titre ve kendine dön” diyoruz siyasi aktörlere geçmişte neler söylediklerini, kimlere karşı, nasıl mücadeleler verdiklerini hatırlatırken. Oysa onlar iktidarları boyunca kendilerini, hakiki suretlerini edinmiş, bir nevi kendilerini gerçekleştirmiş oluyorlar. Zira kimse çocukluğundaki gibi kalmıyor. Çocukluk sıkıntılarla olduğu kadar vaatlerle de dolu bir dönem. Büyüdükçe katılaşmak, yaşlandıkça esnekliğini yitirmek, e tabii yaşam sevincini kaybetmek ve yok olup gideceği hissinin verdiği öfkeyle kendisinden sonraya kalacakları peşin peşin cezalandırmak, her insanın başına gelebildiği gibi, siyasi iktidarların da başına gelen acılaşarak ihtiyarlama alametleri. Sorun kendinize bakalım: Çocukken mi kendinizdiniz, yoksa zamanla, kullanabildiğiniz kadar güç elde edince mi kendiniz oldunuz? İşte başımızdaki siyasi iktidarın da elinde aşağı yukarı 30 yıldır biriktirdiği bir güç var ve o da bu güçle ancak şimdi kendi oldu, ya da, kendini buldu. Çocukluğunu hatırlatıp, “ah senin ağzın da ne güzel laf yapardı, ya şimdi ne haldesin?” deyip durmak, ondan bunca cehd ederek inşa ettiği kendiliğinden vazgeçmesini istemekten farksız. Fakat bu iktidarın şimdi hayatının neresinde olduğunu görmek ve göstermek için hatırlatabiliriz o çocukluğu. Bu, çocuklukla ihtiyarlık arasında tutarlılık arayıp, henüz oluşmamış bir kendiliğe pozitif anlamlar yüklemekten daha siyasi bir hatırlama pratiğidir. Çünkü ihtimalleri öngörmemize, katılaşan kendiliğin parçalanma sürecine hazırlık yapmamıza yardımcı olur.

Yerel seçimlerden bu yana yapılan kimi tartışmalar beni aldı taaa 1990’lara, eski Türkiye’ye götürdü. Değişen değil de değişmeyen şeyleri hatırladım gayrıihtiyari. Kelime kelime başlıklar geldi gözümün önüne. Bir tür déjà vu yaşadım sanki… Bana öyle geliyor ki, o zaman başlayan bir döngü şimdi tamama eriyor.

En çok kent lokantaları tartışmasına takıldım. Çünkü merkezin bıraktığı sosyal adalet boşluğunu sadece sembolik olarak doldurabilecek, onbinlerce kişinin ucuz yemek ihtiyacını karşılasa da, gıdaya erişememe sorununu çözemeyecek bir girişim aslında o lokantalar. Bir siyasi ekibin, “aklımdasınız, sizi unutmuyorum, yanınızdayım, karnınızdaki gurultuyu duyuyorum” mesajından ibaret. Karındaki gurultunun sebebi ise, merkezi iktidardaki başka ve artık ihtiyarlamış bulunan bir ekibin ülkenin kaynaklarını yönetme, sarfetme ve dağıtma siyaseti. Sembolik diyorsam önemini azaltıyor değilim, aksine… Asıl sorunu çözmese de, adını koyuyor o kent lokantaları. Sofra kuruyor, insanları yan yana getiriyor, buluşturuyor o sorunu düşünmek ve konuşmak üzere. Bir hal çaresi bulunabileceği hissiyatını da veriyor.

Tayyip Erdoğan da, bugünkü kadar büyük ve süreğen olmasa da, ritmik ekonomik krizlerin ve toplumsal çatışmanın hırpaladığı bir dönemde bu hissiyatı verme becerisi göstererek yükselmişti siyasette. Şimdi kent lokantalarını beğenmemesine bakmayın, gideceği yerlerde o lokantaları görünmez kılacak tedbirler almasından anlayabilirsiniz bu yerlere gösterilen rağbetin sebebini gayet iyi bildiğini. Onun kendi siyasi tarihinde de benzer bir girişim vardı zira. Kendinden öncekilerin ellerinden aldığı köşklerde “Mehmet Efendi”lere 1 milyon liraya (henüz sıfırları atılmamış lira) kahvaltı ısmarlıyordu.

Hadi gidelim o yıllara ve görelim neler olmuş…

Erdoğan, 1994’te İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne başkan olarak seçilmesinin hemen ardından, hatta belki de ilk işlerinden biri olarak Çelik Gülersoy’un bir dönem başkanlığını, daha sonra onursal başkanlığını yaptığı Turing’le amansız ve uzun süren bir mücadeleye girişir. 1982 yılında yapılan bir protokolle Turing’in kullanımına verilen Malta ve Çadır köşklerini (başka yapılar da söz konusu ama uzatmayayım şimdi, karışık hikâye) tekrar belediyenin kullanımına geçirmek içindir bu uğraş. 1994’te süresi biten protokol, Turing’in köşklere iyi bakmadığı ve değerince kira vermediği gerekçesiyle uzatılmaz. Aslında arada Erdoğan, Turing’in makul bir kira önermesi karşısında tutumunu gözden geçireceğini söylese de mevzunun bu olmadığının herkes farkındadır. Asıl hedef, içkili restoran olarak hizmet veren bu yapıları yeni başkanın ve partisinin İstanbul’un mütedeyyin ve yoksul kesimlerinin hizmetine sunmak, böylece onlara esaslı bir vaatte bulunmaktır: “Sizleri köşklerde, saraylarda hem de ucuza yaşatacağım.”

Nitekim Gülersoy, 20 Aralık 1994’te Milliyet Gazetesi’ne verdiği bir demeçte: “Belediye yönetimine, dünya görüşü farklılığı gözetmeden dost elini uzattık. Bir miktar kullanım bedeli artırımına varız. Bir kısmını iadeye de hazırız, dedik. Biz buraları dünya çapında meşhur ettik… Biz çıkarsak… gelenler farklı görecek, dedik. Ama onları sadece kira bedelleri ilgilendirdi” diye özetler kendi açısından süreci. Aynı haberde Erdoğan’ın demecine de yer verilir: “Milletin malına sahip çıkıyoruz diye adamlar feryat ediyor. Biz Gülersoy’a kırgın değiliz. Uygun bir kira bedeli olursa yine onunla devam ederiz. Tesisler belediyenin işletmesine geçerse içki yasağı uygulanacak. Bu yerlerin hatırlı kişilere verileceği iddiaları da doğru değil.”

Mesele aylar boyunca çözülemez. Arada genel seçimler yapılır (24 Aralık 1995). Erdoğan’ın da mensubu olduğu Refah Partisi birinci parti olarak çıksa da koalisyon kuramaz. Anavatan ve Doğru Yol partilerinin oluşturduğu Anayol koalisyonunun en büyük dertlerinden biri Erdoğan’ın İBB başkanı olarak ortaya koyduğu performanstır. Nitekim dönemin başbakanı Tansu Çiller Bakanlar Kurulu’nu devreye sokarak Tayyip Erdoğan’ın yetkilerini kısıtlamanın yollarını aramaya başlar. Milliyet Gazetesi bu haberi “İstanbul Operasyonu” başlığıyla duyurur (20 Ocak 1996). “İstanbul’un sorunları bir devlet bakanlığına bağlı İstanbul Dairesi yetkisi içerisine sokulacak. Böylece İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin tepki toplayan uygulamalarının önü kesilecek. Turing işletmeleri üzerindeki belediye baskısı, belediyeye bağlı tüm tarihi eser ve köşklerin sorumluluğu Kültür Bakanlığı’na verilerek aşılacak. Yapı polisi ekibi oluşturulacak. Özel koruma birimleri kurulacak.” Çiller’in bu girişim kısa zamanda olgunlaşır ve İstanbul Yasası diye bir tasarı çıkar ortaya.

Ah ah! İnsan düşünmeden edemiyor. Çiller’in hayalini gerçekleştirmek, tek bir “İstanbul Yasası” ile değilse de pek çok yasa ve düzenleme aracılığıyla Tayyip Erdoğan’a, belediye başkanlığında değil ama başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yaptığı dönemlerde nasip oldu. Yalnız İstanbul’un değil, bütün belediyelerin yetkilerini tırpanlayıp onları neredeyse felç ederek, özellikle planlama yetkisini merkezde toplayarak gerçekleştirdi bu rüyayı.

Oysa o dönemde merkezi idarenin yerel yönetimlerin yetkilerini sınırlandırma girişimlerini “politik terör” olarak nitelendirecek kadar radikal bir yerelciydi. Bu defa Yeni Şafak Gazetesi’nden bir haber aktarayım, müellifi Taha Erbil. Tarih 2 Mayıs 1996, Anayol koalisyonunda işler iyi gitmiyor. Hemen bir spoiler vereyim. Bu koalisyonun dağılmasından ve Refahyol hükümetinin kurulmasından sonra hava tamamen değişecek elbette. Ama hemen öncesinde vaziyet şu: “27 Mart’tan (yerel seçimlerden) önce yerel yönetimleri güçlendirme vaatlerinde bulunan hükümetin özellikle İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne karşı uyguladığı politika tepkiyle karşılanıyor. Başkan R. Tayyip Erdoğan, hak ettikleri 42 trilyonluk kaynağın kesilmesini de gerekçe göstererek merkezi hükümeti ‘politik terör’ uygulamakla suçluyor.”

Uzun zaman bu iddialı cümleyi kurup kurmamakta tereddüt ettim. Zira siyaset kurumunu kötülemek, işlevsiz hale getirmek, milleti siyasetten soğutmak bilinç altında insanı statükoya, siyaset dışı kurumlara yakınlaştırır diye düşündüm.

Çünkü benim gibi gençliğini askeri darbelerle, vesayet odaklarıyla, asker/sivil bürokrasinin baskısıyla geçirenler, bunlarla mücadele etmenin önemli aracı olarak her zaman demokratik siyaseti görürdü.

Siyaset dışı mekanizmalar siyaseti bilinçli olarak kötüler, yapacakları antidemokratik baskılara meşruluk kazandırırdı.

İşte bu zemine düşmek istemedim uzun zaman.

Ancak şimdi görüyorum ki o vesayetleri güçlendirmemek için, siyasetin yarattığı tahribatı görmez olduk.

İşte bunu, parti ya da ideoloji ayrımı yapmadan tartışmak niyetindeyim.

Siyaset Kişisel Çıkar için Yapılır

Siyaset kurumunun tüm refleksleri ve motivasyonu kişisel çıkar üzerine kurulmuştur. Siz bakmayın öyle süslü ilke, dava, idealist, demokrasiyi yücelten cümlelere.

Siyasi partiler de siyasetçiler de “çıkar” üzerine inşa edilmiş bir güç paylaşımı mekanizmasının parçalarıdır. (Bu tanımlama konusunda alanının en yetkin isimlerden Münci Kapani’nin ‘Politika Bilimine Giriş’ kitabının okunmasını tavsiye ederim.)

Bu mekanizmayı ayıplamak, yermek, kötülemek niyetinde değilim. Siyasetin doğası budur. Başka türlü siyaset yapmak, insanları motive etmek, çalıştırmak mümkün değildir.

Milletvekili aday adayı olan bir arkadaşım evini ve arabasını satıp yarışa girmişti. Aday olan bir belediye başkanının 10 milyon TL kampanya için harcadığını okudum. Acaba tüm bu yaptıkları masrafları nasıl geri alacaklar? Maaşlarının 150 Bin olduğunu düşünsek, 5 yılda bile o masrafları çıkaramazlar. Şimdi bu insanların sadece millete ve ülkeye hizmet etme aşkı için bu kadar masraf yaptığını söyleyebilir miyiz? (Bunu da siyasetin finansmanı başlığı atlında tartışmak gerek.)

Siyasette mahalle temsilcisi olan birinin bile kişisel bir beklentisi ve çıkardı vardır. Yadırgamıyorum.

Sorun, bu gerçeği örtüp, siyaseti bağlamından kopartarak daha ulvi, daha kutsi ve daha ilkesel bir tanımlamaya sokmaktır.

Demokrasinin Açığı, Siyasetin İstismar Aracı

Tartışmanın daha derin bir tarafı var aslında: Demokrasinin eksiklileri ve açıkları. Ancak bu derin ve sonsuz tartışmayı açmak niyetinde değilim. Asıl konunun bununla ilgisi şudur:

Demokrasi herkese fırsat eşitliği, herkese seçme ve seçilme hakkı verdiği için sanırım başımıza gelen sorunların bir kısmı buradan başlıyor.

Biliyorum son derece riskli bir cümle. Ancak siyaset kurumu çıkarı için en niteliksiz insanı bir şehre belediye başkanı, en kifayetsiz ismi milletvekili, en beceriksiz insanları yönetici yaparken demokrasinin bu açığını kullanıyor.

Milyonlarca insanın yaşadığı bir şehrin kaderini şehircilikten, yöneticilikten, planlamadan anlamayan birine teslim etmek, demokrasinin açığını istismar etmektir.

Diyeceksiniz ki bu insanları aday yapanda hata. Doğru zaten bu yüzden siyaset sistem bozucu bir kurum oluyor işte. Kendi partisinin ya da kişisel çıkarları için sistemi bozacak insanları yönetici yapabiliyor, imar afları çıkartabiliyor, şehir planlarını değiştirebiliyor, kanunlar çıkartıp düzenin alt üst olmasına neden olabiliyor.

Buraya kadar kafanızda “Ama batı ülkelerinde böyle olmuyor.” diye bir cümlenin dolaştığını biliyorum. İnanın Trump’ı ve Meloni’yi ülkenin başına getiren mekanizma orada da sorgulanıyor. Lakin bizim dertlerimiz biraz daha farklı ve çok.

Politize Eden, Ayrıştıran, Kutuplaştıran Siyaset

Türk siyasi hareketlerinin klasik bir taktiği vardır: Karşıtlık yarat, korku üret bu sayede taraftar topla. Siyasi tarihe bakarsanız her dönemde siyasilerin bir korkutma aracı bulduğunu görürsünüz. İrticacılar, Ticaniler, Nurcular, komünistler, Kürtçüler, ayrılıkçılar, laiklik düşmanları, batı uşakları, masonlar, terör, beka sorunu, din karşıtları…

Korkutma gerekçeleri, kavramları değişse de yöntem değişmez. “İzmir düşerse Anıtkabir yıkılır.” diyenlerle, “Sancaktepe düşerse Kudüs düşer.” diyenler aslında aynı yerden besleniyor.

Toplum içinde başörtülü ve saçı açık kadınlar, Kürt ile Türk, Alevi ile Sunni, milliyetçi ile liberal, İslamcı ile seküler insanlar yan yana yaşamakta sorun çekmediler aslında. Fakat karşıtlık üzerine oyun kuran siyaset, bu sosyal katmanları politize etti, fay hatlarını derinleştirip, bunlardan birini kendi tarafına çekmek istedi her zaman. Bunu da çoğu kez başardı. Herkes kendi hattındaki siperi daha derin kazdı, asla yer değiştirmedi. Cepheleşme, mahalle bölünmesi, kutuplaşma, ayrışma, politize olma böylece kronik bir sorun haline geldi.

Neyse ki gençler bu cinnet halinin değişeceği yönünde umut ışıkları yakıyor biraz.

Sistem Bozucu Jammer

Bir tartışma programında farklı zamanlarda yargı mağduru olan 4 gazeteci yan yana denk gelmiştik. 12 Eylül askeri darbesi, 28 Şubat dönemi, FETÖ’cü yargı ve AK Parti döneminde yargının kendisini mağdur ettiğini söyleyen dört gazeteciydik.

Hepimiz kendi dönemimizin siyasi iktidarını suçluyorduk. Aslında ideal bir yargı sistemi kurulamamasının nedeni olarak bu mağduriyetleri yaşamıştık. Sebebi ise her siyasi iktidarın yargıda kadrolaşma çabasıydı. Kendi çıkarları için yapılan bu kadrolaşmanın sonucu olarak yargı adalet dağıtan bir kurum olmaktan çıkıp, mağdur üreten bir yapı haline geliyordu her dönem.

Benzer durumlar kritik kurumlar için de geçerli. Ordu, istihbarat, içişleri, dışişleri, eğitim… Tüm bu kurumlara her siyasi iktidar kendi insan kaynaklarını yerleştirip, kadrolaşmaya kalktı. Sorsanız herkese fırsat eşitliği ve herkesin seçilme hakkı babından bir tirat dinlersiniz siyasetçiden.

Frekans bozucu jammer gibi, siyaset de iletişim, medeni ilişkiler, iyi hizmet ve kalitenin bozulmasına neden oluyor bu şekilde ama farkında değil.

Bu arada toplum olarak siyasetin istismarlarına son derece “hoşgörülü” olduğumuzu, istismara doğru meyyal olduğumuzu da söylemeden edemeyeceğim.

Ne yapmak gerekir?

Çözüm olarak siyaset kurumunu içeriden ya da muhalefet aracılığı ile değiştirmenin mümkün olduğu kanaatinde değilim. Çıkarları örtüştüğünde iktidar ve muhalefetin nasıl şevkle birleştiğini gördük geçmişte.

Bu nedenle siyaseti ve siyasetçiyi dışardan demokratik şekilde baskı altında tutmak, yanlış yapmasına engel olmak, toplumu bilinçlendirmek için aydınların, sivil toplumun güçlenmesi, örgütlenmesi gerekiyor.

Devletten, belediyelerden, kurumlardan beslendiği sürece gerçek sivil toplum örgütü kurmanın, aydın olmanın da mümkün olmadığını unutmayalım.

Devletten çıkarı olmayan her aydın ve STK özgür ve güçlüdür her zaman.

Buna ek olarak medyanın benzer bir özgürlüğe kavuşması gerek. Ya muhalefet ya da iktidar medyası olmak zorundasınız diye açmaza girmiş sektörün bu kapandan çıkması gerek. Mevcut yapıların bunu yapabileceğini düşünmüyorum. Bu yüzden sosyal medyada küçük de olsa bağımsız, tarafsız ve adil mikro medya aktörlerinin doğmasını teşvik etmek gerek.

Sonuç:

Sonuç olarak siyasetin demokrasi için vazgeçilmez yanını reddedemeyiz. Ancak siyasi tarihimize bakarsak onun tek başına ülkeyi ve tüm toplumu yönetmesinin sonuçları pek de iyi olmadığı aşikar. Bu yüzden siyasetin denetlenmesi, demokratik usullerle yönlendirilmesi ve gücünün demokrasi içinde paylaştırılması gerekir.

Yoksa önümüzdeki dönemde iktidara CHP ya da başka bir parti geldiğinde filmi tekrar baştan aynı şekilde izleyeceğiz.