Her yılın eylül başında yapılan adli yıl açılışları, hukuk devleti açısından sembolik olduğu kadar, devleti yönetenlerin vicdanını ve gerçekliğini yansıtan bir anlam da taşır. Adalet, yalnızca mahkeme salonlarında cereyan eden bir mesele değildir; o, toplumsal barışın en sağlam harcı, ekonomik istikrarın yegane teminatı ve bireysel özgürlüklerin koruyucu kalkanıdır.
Ne var ki Türkiye’de adli yıl açılışları, uzun zamandır bu temel işlevinden uzaklaşmış, iktidar için ihtişamlı adalet sarayları ile övünüldüğü ve tüm gerçekliğin aksine ‘Türkiye bir hukuk devletidir‘ söylemine sığınıldığı birer seremoni haline dönüşmüştür. Oysa asıl mesele, adaletin fiziki mekanlarda söyleminin değil, ruhunun ve işlevinin yokluğudur. Bugün Türkiye, ne yazık ki tarihinin en ağır yargı krizlerinden birini yaşamaktadır ve bu krizin yansımaları, toplumun her hücresinde hissedilmektedir.
Adalet kavramı, tarih boyunca her medeniyetin üzerinde yükseldiği temel ilke olmuş; bozulduğunda ise o medeniyetin çöküşünü hazırlamıştır. Roma hukukundan Müslümanların öncü olduğu medeniyetlere, modern anayasalardan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne kadar ortak payda hep aynı olmuştur: Adalet olmadan devletin meşruiyeti ve bekası sağlanamaz. Türkiye’nin bugünkü manzarası, bu tarihsel dersleri hiçe sayan bir tabloyu gözler önüne sermektedir. Yargı mekanizmasının, gücün ve siyasetin vesayetine girdiği, “Adalet mülkün temelidir” sözünün bir slogandan öteye geçemediği trajik bir sürecin içinden geçmekteyiz.
YARGIYA GÜVENİN ÇÖKÜŞÜ: İSTATİSTİKLERLE ÇÜRÜTÜLEN PEMBE TABLOLAR
Türkiye, bugün yargıya olan güvenin tarihsel dip yaptığı bir dönemden geçiyor. İktidarın çizdiği pembe tabloların aksine, somut veriler ve uluslararası raporlar bu gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Dünya Adalet Projesi’nin Hukuk Devleti Endeksi’nde 2024 itibarıyla 142 ülke arasında 117. sırada yer almamız, yalnızca soyut bir sıralama değil; günlük hayatımızı, hak arama hürriyetimizi ve geleceğe olan inancımızı doğrudan etkileyen bir krizin göstergesidir. Yürütme üzerindeki sınırlamalarda 135., temel haklarda ise 133. sırada olmamız, devletin en temel işlevlerinden biri olan hukuku koruma ve uygulama görevinde ne kadar geriye düştüğümüzün kanıtıdır. Honduras, Angola, Nijer gibi devletlerin bile Türkiye’nin önünde yer alması, köklü bir devlet geleneğine sahip olan Türkiye’nin kurumsallıkta ne denli dramatik bir düşüş yaşadığını gözler önüne sermektedir.
Bu utanç tablosunun bir diğer yansıması da içerde adalet arayışlarının tıkanmış olmasıdır. Vatandaşlar, hak arayışlarını Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) kadar bireysel başvuru yoluyla sürdürmek zorunda kalıyorlar. Ekim 2012’den Haziran 2025’e kadar AYM’ye yapılan bireysel başvuru sayısı 686 bini aştı. Mahkeme önünde birikmiş olan 113 binden fazla dosya, adalet beklentilerinin yıllarca askıda kaldığını gösteriyor. Karşılaştırma yapmak gerekirse, benzer nüfusa sahip Almanya Anayasa Mahkemesinde bekleyen dosya sayısı 2.500’ün altındayken, bizdeki dosya sayısının bunun 45 katı olması, sistemin işlemez hale geldiğinin en somut göstergesidir. Daha da çarpıcı olanı, esastan incelenen 81.145 dosyanın 79.565’inde hak ihlali tespit edilmiş olmasıdır. Bu, incelenen her 100 başvurudan 98’inde vatandaşların temel haklarının çiğnendiği anlamına geliyor.
Bu tablo, uluslararası arenada da teyit edilmektedir. 2024 itibarıyla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde (AİHM) 21 bin 600 dosya ile hakkında en çok başvuru yapılan ülke Türkiye’dir. Avrupa’daki toplam başvuruların yüzde 35,8’i Türkiye’den gelmektedir. Tüm 47 üye ülkenin toplamından bile daha fazla başvuruya konu olan bir ülkede bırakın adaletin kendisini, adalet mekanizmasının varlığından bahsedilebilir mi?
Cumhurbaşkanı‘nın “Dünya 5’ten Büyüktür” sloganının uluslararası arenada neden herhangi bir karşılığının olmadığını Türkiye’nin adalet karnesi yeterince açıklamaktadır.
YARGININ BAĞIMSIZLIĞINA VURULAN DARBELER
Bir ülkede yargı bağımsız değilse, orada hukuk devleti yoktur. Türkiye’de yargı, eskiden beri yürütmenin gölgesinden kurtulamamış, aksine onun bir parçası gibi hareket etmeye zorlanmıştır. Günümüzde yargı bağımsızlığı hiç olmadığı kadar zayıflatılmıştır. Bu durumun ana aktörlerinden biri, Hakimler ve Savcılar Kurulu (HSK)’dır. Zira HSK, fiilen iktidarın bir uzantısı gibi çalışmaktadır. Yargıtay ve Danıştay üyeleri dışında kalan 25 bin civarındaki hâkim ve savcının yalnızca yüzde 3’ü coğrafi teminata sahipken, geri kalan yüzde 97’si iktidarın hoşuna gitmeyen kararlar verdiğinde tayin tehdidiyle karşı karşıya kalmaktadır. Hakimlerin ve savcıların, mesleki kariyerlerini güvence altına almak için iktidara yakın durma baskısı hissetmesi, hukukun üstünlüğünü temelden sarsmaktadır. HSK kararlarına itiraz yolunun olmaması ve kurulun Adalet Bakanlığı ile olan organik bağları, yargı bağımsızlığını imkânsız kılmaktadır.
Bu yapının en temel sonucu, hâkimlerin kanuna ve vicdana göre değil, siyasi iradenin bilinen veya varsayılan beklentilerine göre karar vermek zorunda kalmasıdır. Savcılar ise delilden ziyade, siyasi konjonktüre göre hareket ederek karar almaları yaygındır.
Bugün vatandaşlarımız, “adalet” kelimesini duyduğunda “hakkın teslimi”ni değil, “gücü olanın işini görmesini” anlamaktadır. Yargıdaki bu çürüme, toplumun adalet duygusunu kökten sarsmaktadır. Yeni yapılan bir ankete göre Türkiye’de yargı sisteminin tarafsız ve bağımsız çalıştığına inanıyor musunuz sorusuna vatandaşlarımızın yüzde 75.8’i hayır, yüzde 20.6’sı ise evet cevabını veriyor. İktidar, yargıyı siyasi rakiplerini tasfiye etmek için bir mekanizmaya dönüştürmekle elimizde kalan seçim demokrasisinin de yalnızca kağıt üzerinde varlığını sürdürdüğünü gösteriyor.
YOLSUZLUK, ÇÜRÜME VE RÜŞVET DÜZENİ: BATAN BİR GEMİ
Yargının içinde bulunduğu çürüme, yalnızca soyut kavramlar ya da istatistiklerle değil, somut olaylarla da karşımıza çıkmaktadır. İstanbul Anadolu Başsavcısı İsmail Uçar’ın HSK’ya gönderdiği mektup, bu çürümenin boyutunu gözler önüne sermiştir. Mektupta yer alan rüşvet karşılığı tahliyeler, para karşılığı alınan mahkeme kararları, yargı içinde yaygın olduğu bilinen bir düzenin açıkça itirafı niteliğindedir. Tahliye kararlarının 500 bin lira ile 1 milyon Euro arasında pazarlık konusu edilmesi, uyuşturucu baronlarının ve organize suç liderlerinin kolayca serbest kalabilmesi gibi iddialar, adaletin parayla satın alınabilir bir meta haline geldiği bir ülkenin tablosunu çiziyor.
Bu denli yozlaşmış bir ortamda kim hukuka güvenebilir? Hangi yatırımcı, mülkiyet hakkının korunacağına inanarak uzun vadeli yatırım yapabilir? Bu soruların cevabı, Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik krizle de doğrudan ilişkilidir.
Yargının bu kadar çürüdüğü bir düzende, yolsuzlukla mücadele etmek de mümkün değildir. İktidar, yolsuzluk iddialarına kendi çevresinde gözlerini kapatmakta, bu konuda samimi bir mücadele sergilememektedir. Muhalif belediye başkanları hakkında en ağır tedbirler uygulanırken, aynı iddialarla haklarında soruşturma izni verilen AK Partili belediye başkanlarından şu an için hiçbirinin tutuklanmaması, hukukun dost–düşman ayrımı üzerinden işlediğinin açık bir göstergesidir.
Bir tarafta hukukun “düşman hukuku” edasıyla işletildiği, diğer tarafta ise yargının bir kalkan görevi görerek yolsuzluk yapanları koruduğu “dost hukuku” iktidarın uzun yıllardır pratiği haline gelmiş durumdadır. İktidarın bu ikili devlet anlayışı, “tuzun koktuğu” bir duruma işaret etmektedir.
SİYASİ MÜHENDİSLİĞİN ARACI OLARAK YARGI VE DEMOKRASİNİN TASFİYESİ
Türkiye’de özellikle siyasi davalar, yargının bir mühendislik aracı olarak nasıl kullanıldığını tüm dünyaya göstermektedir. İstanbul’da başlatılan “Kent Uzlaşısı” soruşturması, muhalefetin seçimlerde elde ettiği başarıyı cezalandırma amacı taşıyan bir hukuk katliamıdır. Yargı, bu olayda, sandıkta kazananları cezalandırmak için bir sopa işlevi görmektedir. Bu uygulamalar, yalnızca siyasi rakipleri değil, aynı zamanda halkın iradesini de cezalandırma amacı taşıyan eylemlerdir.
Gazetecilere yönelik başlatılan soruşturmalar, davalar ve tutuklamalar, etkili eleştirel seslerin susturulmak istendiğinin bir göstergesidir. Nuray Mert, Fatih Altaylı, İsmail Saymaz, Timur Soykan ve Şirin Payzın gibi birçok gazeteci, düşüncelerini açıklamalarından dolayı hedef alınmıştır. Bu durum, yargının temel haklar ve ifade özgürlüğünü korumak yerine, onu baskılamak için kullanıldığını kanıtlamaktadır. Benzer şekilde, CHP’li belediye başkanlarına açılan davalarla birlikte tutuklamalar, yargının siyasi bir tasfiye aracı olarak kullanıldığını ortaya koymaktadır.
Bu “ikili devlet anlayışı”, hukuk devleti ilkesini ortadan kaldırmaktadır. İktidar, adeta “bendensen üstünü kapatır, seni koruruz; benden değilsen, ortada bir şey yoksa da buluruz bir gerekçe, canına okuruz” demektedir.
TUTUKLAMALARIN CEZAYA DÖNÜŞMESİ VE CEZAEVLERİNİN ACI GERÇEKLİĞİ
Evrensel hukukta tutuklama, istisnai bir önlemdir; temel kural ise özgürlüktür. Ancak Türkiye’de tutuklama, iktidarın çok kullanışlı baskı aracıdır . Gazetecilerden siyasetçilere, belediye başkanlarından sivil toplum temsilcilerine kadar çok geniş bir kesim, kesinleşmiş bir mahkeme kararı olmadan, yıllarca özgürlüklerinden mahrum edilmektedir.
1 Ağustos 2025 itibarıyla cezaevlerinde 57.503 tutuklu bulunmaktadır. Bu sayı, nüfus oranına göre Türkiye’yi Avrupa’da en fazla tutukluya sahip ülke yapmaktadır. Almanya’da toplam mahpus sayısı (hükümlü+tutuklu sayısı) 60 bin civarındayken, bizde sadece tutuklular bu sayıya yakındır.
Sağlık sorunları olan tutukluların cezaevinde tutulması, adaletin merhametsiz bir baskı aracına dönüştüğünün kanıtıdır. Kanser hastası Murat Çalık’ın, sağlık durumuna rağmen hâlâ cezaevinde tutulması, hukukun değil, bir “diz çöktürme projesinin” göstergesidir. Aynı şekilde, 8 aylık hamile öğretmen Merve Zayım’ın yaşadıkları, adaletin en temel insani ilkelerden bile ne kadar uzaklaştığını göstermektedir. Zayım, doğumuna sayılı günler kala defalarca tahliye talebinde bulunmasına rağmen beş kez talebi reddedilmiş, doğum sonrası tekrar 20 saate yakın suların kesik olduğu Edirne Cezaevine gönderilmiştir. Merve hanım ve oğlu, yoğun tepkiler sonrası ancak tahliye edilmiştir.
Cezaevleri, adalet krizinin en çıplak göründüğü alanlardan biridir. Kapasitesi 304 bin olan cezaevlerinde 413 bin kişi kalmaktadır, bu da yüzde 140’lık bir fiili doluluk oranı anlamına gelmektedir. Haziran ayında yürürlüğe giren 10. Yargı Paketi’nin cezaevlerini boşaltacağı iddia edilmişti, fakat birkaç ay içinde doluluk yeniden rekor seviyeye ulaşmıştır. Bu “doldur–boşalt-doldur” döngüsü, sorunun yasalardan değil, uygulayıcıların zihniyetinden kaynaklandığını göstermektedir. 2024 yılında 68 mahpusun intihar ederek yaşamına son vermesi, cezaevlerinin umutsuzluk ve çaresizlik mekânlarına dönüştüğünü ortaya koymaktadır. Hüseyin Parlak’ın Manisa Cezaevi’nde yaşadığı ağır ihmal sonucu ölümü, sistemin vahim halini gözler önüne sermektedir.
YÜKSEK YARGI KARARLARININ YOK SAYILMASI: ANAYASAL DÜZENİN ASKIYA ALINMASI
Bir ülkede yüksek yargı organlarının kararları yok sayılıyor ve uygulanmıyorsa, o ülkede anayasal düzen bizzat devlet eliyle askıya alınmıştır. Türkiye’de Osman Kavala, Selahattin Demirtaş, Can Atalay ve Yüksel Yalçınkaya kararları, bu hukuksuzluğun sembolleri hâline gelmiştir. Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin hak ihlali tespit etmesine, derhal serbest bırakılmaları gerektiğini belirtmesine rağmen, iktidar ilgili kararları uygulamamakta ısrar etmektedir.
En çarpıcı örnek, milletvekili seçilmesine rağmen hâlâ cezaevinde tutulan Can Atalay dosyasıdır. AYM, Atalay’ın seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkının ihlal edildiğine hükmetmiş, tahliyesini istemiştir. Ancak yerel mahkeme bu kararı tanımamış, Yargıtay ise açıkça Anayasa’ya aykırı biçimde AYM’yi “yetkisini aşmakla” suçlamıştır. Bu durum, yürürlükteki anayasal düzenin sırtı sıvazlanan Yargıtay eliyle askıya alınması anlamına gelmektedir. Benzer şekilde, on binlerce vatandaşın haklarını gasp eden Yalçınkaya kararı da uygulanmamıştır. Hukuksuzluğun ve keyfiliğin kişilerin en temel varoluşsal değerlerini dahi hedef aldığı bir ortamda, vatandaş hakkını nasıl arayacak, haysiyetini nasıl koruyacaktır?
TEK ÇIKIŞ YOLU: HUKUKUN İHYASI VE TOPLUMSAL BARIŞ
Türkiye, Ak Parti’nin kuruluş felsefesinde dile getirdiği “hukuk devleti” ve “özgürlükçü anayasa” ideallerini terk ettiği ölçüde bu çıkmaza girmiştir. Çıkış yolu da yine hukuk devletine dönüşten geçmektedir. Zira hukuk devleti sadece bir slogan değil, her an kendini ispat etmekle mükellef bir uygulamadır. İnsanlık tarihini okuyanlar, tüm güçlerin tek elde toplandığı düzenin tiranlaşmaya yol açtığını ve devleti ve toplumu felakete sürüklediğini çok iyi bilirler. Bu sebeple halkın egemenliğine dayanan modern Cumhuriyet fikrinin temel esası şahıs ve talimat devleti değil, kanun ve hukuk devleti olarak tasarlanmıştır. Bunun gereği de yürütmenin gücünü kısıtlayacak ve yaptıklarını denetleyecek ve hukuka tabi kılacak şahsiyetli kurum ve kurullardır.
Bu saatten sonra Türkiye’nin içinde sürüklendiği bu derin krizden çıkış, yalnızca teknik bir reformla değil, köklü bir zihniyet değişimiyle mümkündür.
BİR VİCDAN ÇAĞRISI
“Adalet mülkün temelidir.” Temeli sarsılan bir mülkün, üzerine inşa edilen ihtişamlı binalar tarafından ayakta tutulamayacağı açıktır. Türkiye’nin geleceği için ihtiyaç duyduğumuz şey, yeni binalar değil, adaletin bizzat kendisidir. Bu sorumluluk, yalnızca hukukçuların değil, toplumun tüm kesimlerinindir. Zira adaleti hiçe sayan bir düzen, kimseye güvenlik ve istikrar vaat edemez.
Peygamber Efendimiz’in, “Sizden önceki milletleri helak eden nokta şudur: Aralarında kuvvetli birisi hırsızlık yaptığı zaman hukuku bırakırlar, zayıf birisi hırsızlık yaptığı zaman hukuku tatbik ederlerdi” sözü, içinde bulunduğumuz durumu en iyi şekilde özetlemektedir.
Türkiye’nin yeniden adaletle, hukukla ve vicdanla buluşması mümkündür. Ve bu, hepimizin ortak vazifesidir.
*Mustafa Yeneroğlu, Bağımsız İstanbul Milletvekili