Tarih, bazen ideallerle gerçeklerin çarpıştığı kritik eşikleri önümüze koyar. Abdullah Öcalan’ın yaptığı çağrı, yalnızca bir örgütün dağılması değil, bir siyasal tahayyülün reelpolitik karşısında çözülmesidir. Bu açıklama, bir idealin yıkılışı değil, gerçeğin inkâr edilemez biçimde kendini dayatmasıdır.
Hegel’in meşhur sözü burada tam yerine oturuyor: “Gerçeklik akla uygundur, akla uygun olan da gerçektir.”
Öcalan’ın, mealen “Türkiye’deki demokratik standartlar silahlı mücadelemizi anlamsız hale getirdi” ve “siyasal hedeflerimiz gerçekliğe uygun değil” sözleri, işte tam da bu zorunluluğun ilanı. Çünkü artık, vaktiyle terör eylemleri icra eden bir örgütün kurucusu için bile, ne zamanın ruhu ne de sahadaki dinamikler ‘silahlı mücadele’ dedikleri tarzı sürdürmeyi rasyonel kılıyor.
Ancak mesele yalnızca şiddeti bir araç olarak görmekten vazgeçmekle sınırlı değil. Öcalan, çağrısında örgütün varlık gerekçelerinden biri olarak gösterdiği siyasal taleplerin de dayanaklarını kaybettiğini açıkça ifade ediyor:
“Demokratik toplum ihtiyacı kaçınılmazdır. Cumhuriyet tarihinin en uzun ve kapsamlı isyan ve şiddet hareketi olan PKK’nin; güç ve taban bulması, demokratik siyaset kanallarının kapalı olmasından kaynaklanmıştır. Aşırı milliyetçi savruluşunun zorunlu sonucu olan; ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler, tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamaktadır.”
Bu cümle, yalnızca geçmişin bir muhasebesi değil, aynı zamanda bugünün ve yarının siyasetine yönelik olan kritik bir tespit. Öcalan, bir yandan örgütün varlığının otoriter ve dışlayıcı devlet pratikleri nedeniyle sürdüğünü ima ederken, diğer yandan yıllarca savunulan siyasal çözümlerin, yani bağımsızlık, federasyon, idari özerklik ve kültürel ayrışma tezlerinin, Türkiye’nin tarihsel ve sosyolojik gerçekleriyle örtüşmediğini kabul ediyor.
Bu, aslında örgütün yalnızca silahlı mücadeleyi değil, siyasal olarak inşa etmeye çalıştığı tüm paradigmayı da sürdürülemez bulduğunu gösteriyor. Yani mesele sadece çatışmasızlık değil, siyasal ve toplumsal çözüm önerilerinin de tamamen yeniden düşünülmesi gerektiğidir.
Ve çağrısını şu şekilde tamamlıyor:
“Demokratik uzlaşma temel yöntemdir. Barış ve demokratik toplum döneminin dili de gerçekliğe uygun geliştirilmek durumundadır.
Sayın Devlet Bahçeli'nin yaptığı çağrı, Sayın Cumhurbaşkanı'nın ortaya koyduğu iradeyle diğer siyasi partilerin malum çağrıya dönük olumlu yaklaşımlarıyla oluşan bu iklimde silah bırakma çağrısında bulunuyor ve bu çağrının tarihi sorumluluğunu üstleniyorum”.
Devlet aklının zaferi mi, yeni bir başlangıç mı?
Bu süreçte devletin nasıl bir strateji izlediği de dikkat çekici. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin izlediği siyaset yalnızca bir güvenlik başarısı değil, aynı zamanda siyasal ve sosyolojik bir mühendislik hamlesinin göstergesiydi. Öte yandan, MİT Başkanı İbrahim Kalın’ın istihbarat ve güvenlik koordinasyonundaki rolü, sürecin salt bir “müzakere” değil, sahadaki gerçekliğe dayalı bir tasfiye olduğunun kanıtı.
Yine de, burada bir zafer anlatısından kaçınmak gerek diye düşünüyorum. Evet çağrının kendisi bir sonuç. Ve bu aynı zamanda, bir dönüşümün ve yeni bir gerçeklik algısının tezahürü. İnce bir dikkat, fikri takip ve sorumluluk üstlenerek gözetilmesi gereken bir dönem başlıyor.
“Silahlı mücadele” şiddet yoluyla dayatılan taleplerin örgüt ve onun taraftarlarınca meşru görülmesi, artık yalnızca stratejik olarak değil, zihniyet olarak da geçerliliğini yitirdi. Öcalan’ın çağrısındaki en kritik nokta, sadece örgütün sona ermesi değil, bu mücadelenin siyasal meşruiyet zemininin de kaybolduğunun ilan edilmesidir. Artık Türkiye siyasetinde, ayrışma üzerine kurulu eski söylemlerin karşılık bulamayacağı, bunun yerine demokratik toplum fikri ekseninde yeni bir yaklaşımın inşa edilmesi gerektiği ifade edilmektedir.
IKBY ve Avrupa’dan gelen mesajlar: Bölgesel ve küresel yankılar
Öcalan’ın çağrısına verilen tepkiler, yalnızca Türkiye sınırları içinde değil, bölgesel ve uluslararası siyasette de yankı buldu. Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ndeki (IKBY) siyasi partilerden Kürdistan Demokrat Partisi (KDP), Kürdistan Yurtseverler Birliği (YNK), Yekgirtu, Komel ve Bizotnava, yaptıkları açıklamalarla bu çağrıyı desteklediklerini duyurdu.
Bu destek, yalnızca bir dayanışma göstergesi değil; aynı zamanda bölgedeki siyasi dengelerin nasıl evrildiğine dair önemli bir işaret. IKBY içindeki Kürt partilerinin, özellikle PKK’nın silahlı mücadelesinin sona ermesini olumlu bir gelişme olarak değerlendirmesi, Irak Kürdistanı’nın da kendi iç dengeleri ve Türkiye ile olan ilişkileri bağlamında önemli bir gösterge.
Avrupa’dan gelen mesajlar da dikkat çekici. Avrupa Birliği (AB) yetkilileri ve Avrupa’daki bazı hükümet temsilcileri, PKK’nın silahlı mücadeleyi sona erdirme kararını memnuniyetle karşıladıklarını belirtti. Almanya, Fransa ve İngiltere’den gelen açıklamalarda, bu sürecin kalıcı barışa evrilmesi gerektiği vurgulanırken, PKK’nın yıllardır Avrupa’da güvenlik ve siyasi dengeleri de etkileyen bir konu olduğu hatırlatıldı.
Avrupa Parlamentosu’ndaki bazı milletvekilleri ise, Öcalan’ın çağrısının ardından Türkiye’nin demokratik reformları daha da hızlandırması ve Kürtlerin demokratik temsiliyetinin güçlendirilmesi gerektiği yönünde açıklamalarda bulundu.
Avrupa’dan gelen açıklamalardaki tonlamanın yumuşaklığı ve yapıcılığı, Türkiye’nin bir nevi iç savaş sürecinde olmasının artık hiçbir şekilde işlerine gelmemesiyle de ilgili. Bundan bir hafta kadar önce yazdığım yazı ve bu yazıdan üç dört gün sonra Erdoğan’ın Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğinin gerekliliği hakkında yaptığı açıklama ne demek istediğimi hakkıyla anlatıyor diye düşünüyorum.
Avrupa artık bir ABD şemsiyesinden mahrum. Bu da en yakınlarında olan ve güçlü ordusu ile göz dolduran Türkiye ile ne yapacaklarını oturup yeniden düşünmek zorunda oldukları bir evreye gelinmiş olduğunu ortaya koymakta. Cumhurbaşkanı da tam olarak bu realiteyi hatırlatan bir konuşma yaptı.
Öte yandan Suriye’de, artık PYD’yi kanatları altına alan bir Esad yönetimi yok. PYD’yi kuran/kurduran Kasım Süleymani artık yok. İran kendi doğal sınırlarına ittirilmiş durumda en azından Suriye’de at koşturduğu günler çok geride kaldı. Suriye’nin yeni yönetimi ise sınırlarında devletleşme eğilimi içine girebilecek bir oluşuma izin vermeyeceğini açıkça deklare eden hatta Türkiye’yi ‘üzmeyeceğini’ açıkça söyleyen bir yönetim.
Bu olgular Ortadoğu’da Kürt siyasetinin yeni bir evreye girdiğini gösteriyor. Artık silahların değil kafaların konuşmasını gerektiren şartlar var. İsrail denilen insan ve medeniyet düşmanı bir azmanın başlattığı yeni saldırganlık dalgasının karşısında yerel ve organik güçler ve aktörlerle, çoğunluğun yetki verdiği meşru yönetimlerle işbirliği yapmayan Kürt siyaseti hem Araplar hem Türkler tarafından sonsuza dek dışlanır. Diyalog ve bölgesel işbirliğine rıza gösteren Kürtler kabul görür. Öcalan aslında 2013’te de bu gerçeğin farkındaydı. Artık PKK adına rol üstlenen diğer aktörler de farkında. Çünkü Kandil’den sert bir dille geri çevrilecek bir çağrıyı Öcalan da yapmazdı. Bu çağrı yapıldıysa, örgüt de DEM partisi de bu çağrının ortaya çıkmasında rol üstlendi diye düşünüyorum.
Yarın, bu çağrının sadece kendisi bile bir sonuçtur derken neyi kastettiğimi yazacağım…